Love Actually (2003)


Eveeeet 2019'un muhasebesini yapmamız gereken bir gündeyiz, senenin son günündeyiz. Yarın yeni bir yıl hatta yeni bir on yıl başlayacak. Hala daha bunu fark ettikçe, özellikle son on on beş yılın ne kadar da hızla geçtiğine şaşırıyoruz. Kim kimiz buna şaşıran, sanırım 30 ±3 yaşında olanlar. Neyse, akşam yılbaşı kutlanacak, peki akşama kadar napılacak, bari yılbaşı temalı film bulayım da onu izleyeyim dedim. Biliyorsunuz sinemanın yılbaşı teması Noel, Hristiyanlar için bu ikili ayrı düşünülemez. Ama biz Müslüman toplumlar yeniyıla girişi kutlamayı neden Noel kutlamakla karıştırıp her sene "Yılbaşı kutlamak haramdır" gibi yerlere çekiyoruz?! Sana diyorum canım dindar, aynı şey değil, yeniyıla girerken içiyoruz diye sanmayın ki İsa'nın doğumu için mum yakıyoruz. Yılbaşı ağacı süslüyoruz diye sanmayın ki Noel Baba gelip çoraplarımıza hediye koyacak. Sadece, biz de miladi takvimle iş görüyoruz, o kadar.


Daha önce de izlediğim ama işte yazmadığım için hakkında çok bir şey hatırlamadığım bir film buldum, Love Actually (2003) için 7 puan vermişim zamanında, şimdi izledim yine 7 vermek istedim, beğendim yani, üstünden yıllar da geçse beğenilecek filmmiş demek. Noel zamanına denk gelen bir sürü aşk hikayesi anlatılıyor. Bu filmden on sene sonra -yine çok sevdiğim- About Time (2013)'ı da yazıp yöneten Richard Curtis, daha çok yazarlığı ile bilinen bir sinemacıymış. Yönettiği her filmde yer alan Bill Nighy ile arasının iyi olduğu söylenebilir. Bunun dışında hakkında çok fazla şey bilmiyorum.


Hugh Grant, Martine McCutcheon isimli bir aktrisle, devlet yönetmeye çalışan taze bir Başkan ile başkanlık ofisinde servis yapmaya çalışan bir kızı oynuyorlar; aşık oluyorlar. Bill Nighy, yaşı almış yürümüş bir popstarı oynuyor ve Noel günü hiç ummadığını birini gerçekten sevdiğini fark ediyor. Colin Firth, yeni kitabı için ücra bir kasabadaki tatil evine giden bir yazarı canlandırıyor, eve temizliğe gelen Portekizli bir kızı oynayan ise Sienna Guillory; tabii ki aşık olacaklar. Liam Neeson, keybettiği eşinden miras kalan 8 yaşındaki üvey oğluyla anlaşmaya çalışan acemi bir babayı oynuyor. Emma Thompson, Laura Linney, Martin Freeman, Elisha Cuthbert, Keira Knightley ve Alan Rickman gibi bildiğim isimlerin yanında, Heike Makatsch, Joanna Page, Olivia Olson gibi bilmediğim güzel kızlar yer alıyor. Bir de Claudia Schiffer küçük bir rolle misafir oluyor. Çok renkli, çok hareketli ve bereketli bir kadro. Ayrıca Liam Neeson'ın üvey oğlu rolünü oynayan sevimli bebe ise Thomas Brodie-Sangster, çok acayip bakıyor, ilginç çocuk, kocaman olmuş tabii şimdi...


Film, insanların artık eskisi gibi hiçbir şeyi sevemediğinden falan bahsederek başlıyor ama diyor ki "Havaalanlarına giderseniz göreceksiniz, insanlar birbirlerine çok güzel sarılıyor, sevgi hala oralarda bir yerde, sevgi hala içimizde" diyor. Bunu 17 sene önce demiş, günümüzde bu daha da beter bir his galiba, herkesin sevgisiz, tahammülsüz olduğunu düşünüyoruz. Ama aslında öyle olmadığını da içimizde bir yerde biliyoruz ve onun için çabalıyoruz. Film bunu anlatıyor. Adete göre Noel'de insanlar birbirine sevdiğini söylermiş. Biz de yılbaşında yapalım; sevdiğimiz herekese onları sevdiğimizi söyleyelim.


İyi seneler, hoş geldi 2020!..

31.12.19
Oku..

Yanımda Kal (2018)


Senarist Çağlar Yurt, aslında İşler Güçler ve Kardeş Payı gibi çok eğlenceli dizilerin senaryo ekiplerinde yer almış, temeli sağlam atmıştı ama çok yakınlarda izlediğim Hollywood uyarlaması İlk Öpücük (2017) filmi yüzünden çok ayıplamıştım kendilerini, durduk yerde sinirlenip gömmüşüm biraz. Ama o saçmalıktan sonra orijinal diye yazdığı bu senaryonun da çok bir numarası yok. Çok standart bir "ölümcül hastalığa yakalanan kız ve ölmeden önce yapılacaklar listesi" hikayesi. Yönetmen, Uğur Yağcıoğlu; ilk yönetmenliğinde Ferhan Şensoy oynatan tip.

Başrollerde Çağlar Ertuğrul ve Meriç Aral; tabii ki Meriç var diye açıp izlediğim bir film.. Tatlı çift olmuşlar ama ikisinin de performansı çok daha iyi olabilirdi, biliyoruz, ben burada boku yönetmene atmayı uygun buluyorum; oynatmasını bilememiş.


Zeynep, trilyarda bir görülen bir hastalığa kapılmış, henüz tedavisi yok, yakında ölecek. Madem ölecem ne yatağa bağlı kalayım, kalan ömrümde istediğim her şeyi yapayım diye düşünerek bir dizi kart hazırlıyor: Bir hayvanın hayatını kurtar; Spor araba sür; Saçma bişey yap gibi ilginç ilginç görevlerle kalan hayatını renklendirmeye çalışan bir kız. Ve ona aşık olacak, aşırı havalı işi olan, iyi kazanan ama işten güçten hiçbir şeye fırsat bulamayan yakışıklı bir genç.

Takılıyollar, geziyollar, biraz ağlayıp biraz gülüyollar.. Ben filme 5/10 verdim çünkü iyi mi kötü mü bilmedim. Kötü film demeye dilim varmadı açıkçası çünkü derdini anlatıyor, sıkıcı değil; iyi film hiç değil zaten.. Onun için benim puanım 5.

31.12.19
Oku..

Eyes Wide Shut (1999)


Neyse Ne adlı YouTube kanalında Bazı Nefis Filmler video serisi yapılıyor, Melikşah Altuntaş hazırlayıp sunuyor ve benim izlediğim videonun adı "Ailecek İzlendiğinde Tatsızlık Çıkarabilecek Filmler". YouTube'ta -yaşlıların tarifiyle sörf yaparken- görüp merak ettim, bu sayede Melikşah Altuntaş diye bir sinemolog kardeşle tanıştım. Anne-babayla evde oturup "Aa bu film güzel diyolar hadi bunu izleyelim" diye açıp, ilerleyen dakikalarda "haydaa nereye düştük biz" diye rahatsız olunabilecek filmleri listelemiş. Aslında çok daha fazladır elbette de bu konsepte uyan en popüler 10 film seçmiş. Baktım tek başıma sekizini izlemişim zaten saydığı 10 filmin, büyük ölçüde tehlike bertaraf edilmiş. Ama listenin en sonuna sakladığı Eyes Wide Shut (1999)'ı görünce tekrar izlemek istedim, açtım yine. Üçüncü kez izlemiş oldum böylece.


Efsane sinemacı Stanley Kubrick'in muhteşem filmografisindeki son filmi, bu filmden sonra rahmetli oldu usta yönetmen. Avusturyalı yazar Arthur Schnitzler'in romanından uyarlanan filmin başrollerinde Tom Cruise ve Nicole Kidman yer alıyor. Film çekilirken on yıllık evli olan mükemmel çiftin filmden bir sene sonra trajik boşanmaları sinema dünyasına damga vuran gelişmelerden olmuştu. Tom Cruise'un pis pis huyları çıkmıştı ortaya, yok ayinler, yok çocuklarının plasentasını yemeler falan.. Aslında karısının plasentası o, aman neyse ne!.. Yedi mi yemedi mi onu da bilmiyorum, sadece duymuşum işte bir yerlerden. Film yeterince olay yaratmamış, üstüne Kubrick ölmemiş gibi bir de böyle şeyler çıkmıştı o dönem..


Filmde, yakışıklı doktor, güzel karısıyla mutlu bir hayat yaşamaktadır, küçük bir kızları da vardır. Her şey yolunda giderken bir gün karısı, eskiden başka bir adamla birlikte olmayı hayal ettiğini itiraf ediyor ve yakışıklı doktorun kafasına bir sürü soru işareti bırakıyor. Sonra evren türlü çeşitli yollarla cinsel sinyaller gönderip doktoru yoldan çıkarmaya çalışıyor. Yolda yürürken bir fahişe yanaşıp ilginç bir şey teklif ediyor, bir hastası çok saçma bir zamanda -sizi seviyorum doktor- öpücüğü veriyor, çok eski bir arkadaşı ona acayip bir partinin kapılarını açıyor.


Aile yapısını ve toplumda eşlerin cinselliğe yaklaşımını farklı açılardan gösteren hikaye, insanın kararlar verirken ne kadar kolay hatalar yapabileceğini gösteriyor. Bak bak, çözümleme bile yapıyorum. Usta işi bir gerilim filmi. Kubrick'in zirvesi zaten, hayattaki muhteşem finali. Yalnız ilginç olan, döneminde de, günümüze kadar da, günümüzde de hep konuşulan, dikkat çeken bir film olmasına rağmen herhangi bir ödüle layık görülmüşlüğü yok. Enteresan!

29.12.19
Oku..

The Two Popes (2019)


Hatırlar mısınız, bundan beş altı sene önce, Papa, Ankara'ya geldi, Tayyip'le görüştü, sonra İstanbul'u, Ayasofya'yı ziyaret etti. "Çağrılmadan geliyor, ne acayipmiş bu Papa da" diye geyikler yapıldı. Çünkü ziyareti neredeyse sürpriz olmuş, yeterince hazırlık yapılamamış, ayaküstü Diyanet İşleri Başakanı bir çini hediye etmişti. Doğru düzgün koruma bile ayarlanamamış, gayet normal orta sınıf bir araçla ulaşımı sağlanmıştı. İsmini cismini bilmiyorduk tabii, Papa mı Papa, ama bir öncekinden daha sevecen olduğu belliydi. Herkesin hoşuna gitmişti aslında bu ziyareti..


The Two Popes (2019), 2013'te göreve gelen ve şu an hala devam eden Papa Francis ile bir önceki o sevimsiz olan Papa 16. Benedikt'in hikayesini anlatıyor. Alman Papa Benedikt, 2005'te göreve geldiğinde, bu işi ciddiye alanların (inananların) bir kısmı çok üzülmüş, çünkü gelir gelmez bir lüks merakı falan, büyük büyük hareketler, şatafat; verilen başka başka kararlar.. Francis de bu tarz hareketlerin dinin ruhuna ters düştüğünü söyleyip duruyormuş Kardinal olarak. Benedikt de Francis'e gıcık gidiyo her şeye muhalefet diye.. Francis en son dayanamayıp istifasını vermek istiyor ve Benedikt istifasını kabul etmeden önce Francis'le konuşmak istiyor, yazlığına davet ediyor. Ve Papa ve müstakbel Papa'nın hikayesi başlıyor.

İnanılmaz tatlı bir gerçek hikaye, neden daha önce yapmamışlarsa Papa'nın hayatını.. Çok ilgi çekici, efsane tatlı hikaye.. Çağrılmadan gelen Papa'yı tanıyabilmek, gıcık eski Papa'nın aslında nasıl biri olabileceğine dair bir bakış açısı kazanabilmek için izlenebilir.. Bir de anlatımı güzel, çok keyifli işlenmiş, karakterler de çok renkli..


Siyah duman çıkarsa Papa henüz seçilemedi,seçilene kadar tekrarlanacak, seçildiğinde de beyaz duman çıkacak. Bütün dünya canlı yayında bu anı bekliyor. Bu sahneyi Dan Brown'ın sinemaya uyarlanan maceralarından birinde detaylıca görmüştük ve her adımına zaten hakimdik. Çok gerçeküstü ritüeller bunlar, bu devirde hala daha Papa diye bir mertebe olması da gerçeküstü bir durum zaten de neyse.

Başarılı biyografi senaristi Anthony McCarten'in yazdığı senaryoyu hayata geçiren isim efsane Fernando Meirelles; neden efsane çünkü Cidade de Deus (2002)'un yönetmeni kendisi.. The Two Popes (2019)'un Papalarını Anthony Hopkins ve Jonathan Pryce oynuyor, hangisi sevimli hangisi sevimsiz Papa'yı oynuyor tahmin etmek zor değil :) İkisi de harika performanslar sergiliyorlar. Güncel Papa'nın gençliğini ise Arjantinli aktör Juan Minujín oynuyor.


8/10 puan verdiğim filmi kesin tavsiye ederim. Netflix'te ve kaçak birkaç film sitesinde mevcut, izleyebilirsiniz.. Bu arada, yeni yıla kadar başka yazamazsam şimdidden iyi yıllaaaaar!.. 2020 barış huzur, aşk meşk, para pul, sağlık sağlık getirsin!.. Amen!

27.12.19
Oku..

Fleabag (2016- )


Öncelikle bu dizinin 'senenin en iyi dizileri' listelerinde birçok kişinin üst sıralarında yer alması beni biraz endişelendirdi. Bu sene Game of Thrones (2011-19) sıçık bi final yaptı, Black Mirror (2011- ) önceki senelerde çıtayı çok yükselttiği için bu sene zayıf bulundu, House of Cards (2013-18) beklenmedik bir final yapmak durumunda kaldı falan derken baktık listelerde başka başka diziler belirdi. Fleabag (2016- ) de onlardan biri, aslında ilk sezonunu 2016'da yayınlamış ve epey ara verip bu sene ikinci sezonunu göstermiş ve herkes çok beğenmiş. Ben hiç duymamıştım sene sonu olunca milletin listesinde gördüm işte.. 25'er dakikalık 6'şar bölümden 2 sezon.. Bi Pazar günü bitirilebilir boyutta ki ben öyle yaptım.


İngiliz aktris Phoebe Waller-Bridge'in yaratıcılığını yapıp başrolünü kendine yazdığı sıradışı bir öykü. İlk sezonu BBC kanalında yayınlanan dizi oldukça minik bir kadrodan oluşuyor ve izleyicisine ağır İngiliz komedisi vaat ediyor. Yani pisliğin teki başrolde: Fleabag. 


Esas kızımız, küçük ve ilginç bir kafe işletiyor, bir kız arkadaşıyla beraber açmışlar bu kafeyi ama kız ilginç bir şekilde ölerek esas kızımızda derin yaralar açmış. Ama çok derinlere, görünürde bir şey yok! Biraz libidosu yüksek ve insanlara -özellikle erkeklere- karşı aşırı savunmacı ve epey de kibirli bir karakter. Sahne akarken seyirci duvarını yıkıp olaylarla ilgili anekdotlar anlatıyor. Mesela kız kardeşi ortama girince birden kameraya dönüp "Hep bunu yapar kesin böyle bir şey isteyecek!" falan diyor ve biliyor, biriyle sevişirken bir anda kameraya bakıp "aslında o kadar da iyi değil ama birazcık numara yapıp kendini iyi hissetmesini sağlayacağım!" diyor ve numara yapmaya başlıyor. Böyle bir anlatım..


Kız kardeşi, babası, üvey annesi, sevgilileri, çıktıkları, flörtleri, sadece seviştikleri falan böyle küçük bir kadro.. Phoebe'ye, Sian Clifford, Olivia Colman, Jenny Rainsford, Bill Paterson, Brett Gelman ve Andrew Scott eşlik ediyor. Phoebe ve Andrew bu seneki Golden Globe'a performanslarıyla aday gösterilirken, bir yandan da En İyi Komedi/Müzikal Dizi dalında yarışacaklar. Bu arada Primetime Emmy'de de epey ödül almış. Özellikle teknik anlamda çok başarılı bulunan bir ikinci sezon olmuş; Amazon'a transferin avantajları!.. İlk sezonu ödül törenlerinde bu kadar popüler değilmiş o zaman ama bu ilk sezondaki performansı Phoebe'ye BAFTA'da En İyi Kadın Komedi Oyuncusu ödülü getirmiş.


Çıtır bir dizi olması sebebiyle tabii ki tavsiye ederim, hemencecik izleyip bitirebilirsiniz ve ilginç bakış açıları sunması açısından da değerli tabii ki. Ama çok dizi izlemediğim için bilemiyorum senenin en iyi dizisi bu mu?! Sanki o kadar da büyütülecek bir şey yok gibi duruyor ortada.. Siz bilirsiniz, izleyip siz söyleyin..

24-12-19
Oku..

Late Night (2019)


Film bitti, çok eğlendim falan, kimmiş bu Katherine Newbury, niye duymadım diye google'lıyorum hep filmden sahneler, hep film hakkında bişeyler.. Jeton düştü sonra, gerçek değil ki bu kadın, kurgu hikaye! O kadar alışmışım ki son zamanlarda gerçek hikayeden uyarlama sinema filmleri izlemeye, bunu da otomatikman gerçek sanarak -demek ki epey başarılı bir anlatım- baş karakter komedyen hanımefendinin gerçekten başına acayip şeyler gelmiş bir ünlü televizyoncu olduğunu falan düşündüm. Golden Globe'u vardı diye oralara bakıyorum falan..


Katherine Newbury, -20 sene var bu işi yapan- bir gece tv programı sunucusu, sayısız Emmy, Golden Globe sahibi, Ellen DeGeneres gibi takım elbiseli, kısa saçlı falan bir kadın. (Ellen mı bundan çakmış, bu mu Ellen'dan, hangisi daha yaşlı falan diye düşünüyorum bir yandan) Katherine, yıllardır süren şovunda bir izlenme kaybı olunca bir şeyleri değiştirmesi gerektiğini düşünüyor, yazar kovuyor yeni yazar alıyor, onu da kovuyor falan.. En son ekipte kadın yazar olsun diye tecrübesiz Molly'yi alıyorlar ekibe. Tabii dışarıdan bir göz ve taze bir vizyon işe yarar fikirler üretebiliyor. Katherine'in hem karakterine hem kariyerine dokunabilen Molly tam bir kurtarıcı melek gibi dolaşıyor.


Güzel kurgulanmış, eğlenceli, -yediğim üzere- aşırı gerçekçi duran bir hikaye ve üstelik çok başarılı bir oyuncu performansı sunuyor. Katherine rolüyle karşımıza çıkan, 2 Oscar 2 Golden Globe sahibi Emma Thompson, bu sene de Golden Globe'a aday gösterildi bu rolle. Ki zaten filmden de bu sayede haberdar oldum ve hemen izledim. Çok beğendim. Çok beğendim derken, eğlenceli film işte, yeni bişey vaadetmiyor ama güzel vakit geçirtiyor.


Hindistan kökenli Kanadalı hanımefendi Nisha Ganatra, Hindistan kökenli Masaçusetsli hanımefendi Mindy Kaling'in senaryosunu yönetiyor. Mindy, kurtarıcı melek rolünü kendisi için yazmış zaten. Mindy'yi hepiniz biliyorsunuzdur aslıdna filmlerde falan hep küçük küçük rol alır, tip oyuncusudur. Komedi yazarlığını da tahmin ederek bu filmde oynadığı karakterin kendisi olduğunu düşünmüştüm. Yani şöyle, bir tv sunucusunun Hintli bir kadın yazarı var; e bu aslında kendisidir, kendini oynama fırsatı bulmuştur belki falan diye düşündüm yani.. Hani gerçek sandım ya ben hikayeyi.. Üff açıklayıcı olsun diye ikinci cümleyi kurdum iyice karıştı galiba.. Düşüncelerimi anlamak hep zor bir işti zaten.

22-12-19
Oku..

Spring Breakers (2012)


Filmin adı 'Bahar Tatili Sevicileri' ve posterde gördüğünüz üzere bikinili kızlar falan var ve normal olarak eğlenceli bir film çağrışımı yapıyor ve Harmony Korine'in yazıp yönetmesi vesilesiyle bu film izlenecekler listemde 3 yılı aşkın bir zamandır duruyor. Amerikan Pastası türevi bir film olduğunu düşünerek 'boş-eğlenceli' şeklinde kodlayıp beklemeye almışım. Geçen gün de, o kadar canım bir şey izlemek istemiyor ki, dedim bu 'boş-eğlenceli' bişey bulayım da oynasın oynasın kapatayım.

Harmony Korine, ismini festivaller vesilesiyle duyduğum, aslında hiç izlemediğim ve tarzını turzunu bilmediğim bir sinemacı. Sadece isim olarak duydum ve bir yerde denk gelse 'sinemacı' diye işaretlerim yani, o kadar. Bu filmden sonra haliyle küçük bir araştırma yapıp neler olduğunu anlamaya çalıştım tabii. Bambaşka yerlere gitti konu, Harmony abimize artık farklı bir gözle bakıyorum ama bir yerde denk gelse yine 'sinemacı' diye işaretlerim çünkü o tamam. Değişen şey, bu film ve diğer bütün filmlerine bakışım..


Kumsalda, içkiler, uyuşturucular ve üstsüz kızlarla çılgın parti görüntüleriyle başlıyoruz. Brit, Candy ve Cotty üniversite öğrencisi üç çılgın kız; toy Faith de o dönem mezun olup ablalarının yanına gidecek ve hem eğlenip hem güzel güzel okuyacak. Faith'in hayalleri bu yönde; üç çılgın çıtır da ekibe taze kan geleceği için mutlu! Bir süre sonra Faith de üniversiteli oluyor ve yurtta şurda burda hep eğlenen bir ekip oluyorlar. Bu arada çıtır kızlar harçlıklarından arttırıp arttırıp kokain almaya çalışıyorlar, türlü çeşitli serserilik yapıyorlar.

Tatil dönemi yaklaşırken kızlar para bulup Florida'ya gitmek istiyorlar çünkü oranın partileri çok meşhurmuş, bütün gençler bahar tatilinde oraya gelirlermiş. Brit, Candy ve Cotty üçlüsü su tabancalarıyla bir restoran soyup tatil paralarını çıkarıyorlar; Faith'i de yanlarına alıp Florida'ya gidiyorlar. Ve orda çılgın partilerin birinde polis baskını oluyor. Sadece  eğlenmek isteyen bu genç ve güzel bayanlar sınırı biraz aşıyorlar. Sonra kefaletlerini ödeyip kızları kurtaran Alien, başka kapılar açıyor ama Faith daha fazla eğlence istemiyor!


Bütün bu olan biten hep karanlık bir çerçeveyle anlatılıyor ve film ilginç bir baskı kuruyor üstünüzde. Aslında Amerikalı gençlerin maruz kaldığı ortamları ve akılçelen kötülüklere dikkat çekiliyor. Ne şartlar altında ne kararlar verilebileceği gösteriliyor. Harmony Korine'in vizyonu ve kendisine belirlediği misyonu bu yönde çalışmalar yapmak üzerineymiş; çocukların ve gençlerin maruz kaldıkları dramatik hikayeler anlatmayı tercih etmiş hep. Filmografisini inceleyince bir iki filmini daha ekledim izlenecekler listeme, takipteyim.


Ha sonuç olarak Spring Breakers (2012) güzel film mi, tavsiye eder miyim? Merak ettiyseniz bakın ama özellikle bişeyler izleyim diye oturup izlenecek bir film değil, ben mesela hiç o modda değilken izledim ama bilseydim ne olduğunu muhtemelen izlememeyi tercih ederdim. 4/10.. Ya bu arada James Franco ne acayip adam, her yerden çıkıveriyor, manyak!..

22-12-19
Oku..

Marriage Story (2019)


Yazan-yöneten Noah Baumbach.. Bu senenin -hatta son üç dört senenin- en iyi filmi! Bence. Son zamanlarda izlediğim en dokunaklı performanslar; üstelik iki başrol birden! Zaten başarılı olmalarının sebebi çok uyumlu partner olmaları ve ikisinin de birbirini yükseltmesi. Adam Driver, en son The Man Who Killed Don Quixote (2018)'deki performansıyla etkileyiciydi, bu filmle beraber iyice oldu! Muhteşemdi.. Scarlett Johansson ise (uzun zamandır Black Widow haricinde izleyemediğimiz) bu filmle beraber o eski efsane başarılı dramatik oyunculuğunu hatırlatıyor, hayran bırakıyor.


Charlie ve Nicole'ün Henry isimli ilkokul çağında bir çocukları var ve çiftimiz boşanma arifesindeler. Açılış sahnesi çok manidar; film, ilişki doktorunun onlara, eşinizin sevdiğiniz özelliklerini yazın diye verdiği ödevleri okumalarıyla başlıyor. Aslında okumuyorlar ama biz dinliyoruz, çünkü Nicole hazırladığı ödevi okumak istemiyor - çünkü Nicole, Charlie hakkında iyi bir şeyler söylemek isteyeceği bir durumda değil! Ondan sonra Charlie ve Nicole'ü tanımaya başlıyoruz ve ilişkilerine misafir oluyoruz.


Tiyatro yönetmeni Charlie kendi çapında ünlü bir sanatçı; Nicole ise Charlie ile tanışmdığı zamanlardan beri oyuncu ama sonrasında daha da oyuncu, her zaman birlikte çalışmışlar, Charlie'nin oyunlarının hep baş karakteri olmuş Nicole! Nicole, ilişkilerinin bu aşamaya kadar gelmesinde kendisinin birçok şeyi görmezden geldiğini itiraf ediyor. Bir noktadan sonra Nicole kendisi için istediği şeylerin Charlie'nin çok da umurunda olmadığını, her şeyin Charlie'nin istediği gibi olduğu sonsuz bir döngüye sıkıştıklarını söylüyor. Charlie ise böyle bir şey olmadığını anlatmakla uğraşıyor. Tamamen farklı pencerelerden baktıkları için orta yol bulmaları da çok kolay durmuyor.


Avukat karıştırmadan boşanmayı kendi aralarında halledebilecekleri konusunda anlaşan çiftten Nicole yine de bir avukat tavsiyesi alırken buluyor kendini. Sonra Charlie de avukat tutmak zorunda kalıyor ve işler bir anda çirkinleşiyor. Kendi kendilerine çok daha kolay halledebilecekken hiç konuşulmaması gereken şeylerin konuşulduğu bir süreç başlıyor.


İnsanların nasıl istemeden kötü şeyler söyleyebileceğinin bir çok örneğini görüyoruz. Hem de muhteşem oyuncularla, harika bir hikaye kurgusuyla. Severek ayrılmak nedir? sorusunu kime sormak gerektiğini biliyor herkes. Kendisine.. Ne kadar da biz gibi, ne kadar da herkes gibi bir çift!.. Oscar vermezlerse bu filme, hakkımı helal etmem! Hem filme, hem oyunculara isterim.. 6 dalda Golden Globe adaylığı açıklandı zaten ama yetmez, Oscar isterim..

18.12.19
Oku..

A Rainy Day in New York (2019)


Çok eğlendim, resmen özlemişim Woody Allen  filmi izlemeyi, hele bir de New York'ta geçeni, yağmur altında olanı..

Başrolde son dönemlerin en gözde isimlerinden Timothee Chalamet (okunuşu Şalame-) var. Geçtiğimiz sene, film daha vizyona girmeden Woody'nin üvey kızı eskiden tacize uğradığı iddialarıyla ilgili dava açmıştı ve konu sosyal medyada da epey konuşulmuştu. Bunun üzerine Timothee ile beraber filmdeki birkaç oyuncu bu filmden para kazanmayı reddederek tepkilerini göstermek istemiş ve filmden kazançlarını konuyla ilgili bazı kuruluşlara bağışlamışlardı. Tepkiyi haklı bulan var bulmayan var, Woody'y, suçlayan var iftira atılıyor diyen var.. Mahkeme neye nasıl karar verir bilemem ama Woody bu tepkilere papuç bırakmıyor ve her zaman olduğu gibi biz bir filmini izlerken o yeni bir filmin daha çekimlerini neredeyse bitirmiş oluyor. 85 yaşında biri için hala çok üretken ve ne yaptığını biliyor.


Filmde Timothee'ye Elle Fanning ve Selena Gomez eşlik ediyor. Liev Schreiber, Jude Law, Diego Luna gibi cool heriflerle beraber Annaleigh Ashford, Kelly Rohrbach ve Rebecca Hall ufak rollerle kadroya dahil olmuşlar.

Standart bir Woody Allen aksiyonu. Baş karakterimiz Gatsby, entelektüel, aşırı havalı ama bir o kadar da mütevazı bir çocuk. Şehir dışında bir üniversitede sevgilisi Ashleigh ile beraber okuyor. Ashleigh okul gazetesi için ünlü yönetmen Roland Pollard ile New York'ta bir röportaj yapmak için görev almış ve aslen New Yorklu olan Gatsby de çok sevdiği memleketinde sevgilisiyle romantik bir haftasonu geçirebileceği planlar yapıyor. Ama Ashleigh'nin bir saatlik röportajı saçma olaylar silsilesiyle uzadıkça uzuyor ve bambaşka yerlere gidiyor. Bu arada Gatsby de yağmurlu Manhattan sokaklarında planladığı romantik yürüyüşlerden çok uzak bir haftasonu geçiriyor.


Efsane film değil ama battaniye altında, elinde kahveyle çıtır çıtır izlenecek güzel bir film.

Ayrıca bu sene izlediğim pek çok filmden daha derli toplu bir hikaye anlatılıyor. Keşke Oscar'a falan aday gösterseler. Bu arada tabii ki tavsiye ederim.. 7...

15.12.19
Oku..

The Irishman (2019)


Bi arkadaşımla izliycez, dedi ki "millet yarısını bi gün diğer yarısını ertesi bi gün izliyo, çok uzun filmmiş" dedi. "Ee," dedim, "n'olmuş yani, kaç saat olursa olsun oturup bi kerede izlemek lazım, nedir yani" dedim. "3,5 saatse 3,5 saat, sıkıntı yok!"

İki saat sonra gözler kapanmaya başlayınca, bıraktık tabii n'apalım, iki günde izlemiş oldum böylece.. Böyle olunca da insan keyif alamıyo filmden ya.. İki günde izlediğim filme nasıl çok güzel diyim.. Gerçek hikaye!..


İnternette de çok geyiği dönüyo bu ara haliyle, yok efendim 40'ardan 5 bölüm dizi dizi izlemek lazım, yok efendim 3,5 saatlik bir yolculuk boyunca telefondan izlemek lazım.. Bu telefondan izleme önerisini yapıp -Scorsese görse çok kızar- diyen arkadaşa @NetflixFilm hesabı, Scorsese kızmaz merak etme, civarında bir cevap vermiş. Derken derken biri Scorsese'ye sormuş, filminiz hakkında böyle böyle deniyor, ne dersiniz diye: "Ben gidip bir sinemada kocaman ekranda izlemenizi tavsiye ederim. Ama illa bi taşınabilir cihazdan izleyecekseniz de büyükçe bir tablet kullanın." demiş. Gülmüş eğlenmiş herkes.. Ama ben uyudum abi resmen..

Charles Brandt, böyle mafyalı gerçek hikaye romanlarıyla tanınan bir yazar. 2004'te yayımlanan "I Heard You Paint Houses" isimli romanından, Oscarlı senarist Steven Zaillian tarafından senaryolaştırılan filmin yönetmeni Oscarlı Martin Scorsese. O kadar güzel uyarlamışlar ki, tıpkı roman gibi bir etki yaratıp izleyicisini uyutan bir film çıkmış ortaya. Bravo!


Bir adamımız var, Frank Sheeran, sıradan bir kamyon şoförüyken tesadüf ettiği yerlerde tanıştığı kilit adamlarla çok ilginç kapılar açmış kendisine. Onu tanımış, buna kendini sevdirmiş, buna yalancı şahitlik yapmış, şununla tahsilata çıkmış falan derken herkesin tanıdığı, sevdiği, saydığı bir adam olmuş Frank. Bu anlatılıyor..

Ama işte dizi yapıyor olsan vereceğin detayları, Scorsese Amca sinema filminde vermeye çalışmış, minik minik binlerce şey anlatılıyor.. Her zaman aksiyon da yok, nasıl uyumiyim abi?! Hep demezler mi, sinemanın bir dengesi var, seyirciyi sıkmadan anlatmak gerek falan filan.. Belli bi yaştan sonra bence sallamıyorlar bizi, böyle usta adamlar kendi şeylerinin keyfine filmler yapıyorlar..


78 yaşındaki ihtiyar yönetmen hep kendi akranlarını toplamış filme! 2 Oscarlı Robert De Niro (77) başrolde, Tek Oscarlı Al Pacino (80) ve Joe Pesci (77) ve henüz Oscarsız Harvey Keitel (81) de hikayede öne çıkan tipleri oynuyorlar... Ayrıca Stephen Graham, Anna Paquin, Stephanie Kurtzuba gibi isimler de var..

Fimle kesinlikle kötü film diyemem, ama senenin En İyi Filmi falan olabilecek tempoda bir film de değil kimse kusura bakmasın!.. Oyuncu performansları şahane ama işte hikaye anlatıcılık hep daha önde.. Puanım 6/10..

14.12.19
Oku..

Aquaman (2018)


Bu DC'nin senaristleri ne zaman espri yapabilecekler çok merak ediyorum. Hayır bi de beceremeyince çok daha fena; Marvel'da görüp görüp canları çekiyor ama beceremiyorlar. Aquaman (2018)'nin hikayesi dünyada kendi kolonisini yaratması açısından Marvel'in Black Panther (2018)'ine denk düşüyor. Kendi ileri teknolojisi olan kapalı bir topluluk. Ama kaliteleri kıyas kabul etmiyor, üzgünüm..


Atlantis, okyanusun derinliklerinde yer alan bir su dünyası.. Kraliçe Atlanna, yeryüzü ve su altı dünyalarının kardeşçe yaşamaları gerektiğini düşünürken, Kral Nereus insanların denizleri mahvettiğini, plastik çöpünden, gemi batığından bıktığını haykırıyor. Kraliçe de muhalefet edince anlaşamıyorlar, terk ediyor suyu, yer yüzünde yaşamaya başlıyor Atlanna. Aşkı buluyor, çocuk yapıyor. Hayali şu ki, geleceğin kralı olacak bu melez oğlu yeryüzüyle su altını birleştirecek güç olsun.


Arthur vakit gelene kadar sahil şeridinde çeşitli minik kahramalıklar yapan, babasıyla bira içme yarışına tutuşan bir kasabalı olarak büyüyor. Tabii annesinin uşağı Vulko ona bilmesi gereken her şeyi öğretiyor büyüyene kadar. Atlanna'nın Kral Nereus'tan oğlu Kral Orm, yeryüzündeki insanlığa savaş açma hazırlığına başlayınca, güzeller güzeli Mera, Arthur'a durumu anlatmaya geliyor. Diyor ki: "Taht senin hakkın, gel, geç tahta ve dünyayı mahvedecek şu savaşı (su savaşı) başlamadan bitir. Ama önce bi mızrak var, onu hak etmen gerekiyor. Öyle kolay değil."

Manasız bir savaş, mantık dışı yöntemler ve geri zekalı görsellerlerle süslenerek sunulmaya çalışılıyor. Ondan sonra niye kötü film..


Jason Momoa, Amber Heard, Willem Dafoe, Patrick Wilson, Nicole Kidman gibi şahane tiplerin yer aldığı güzel kadrolu film, çok zaman kaybı.. Valla en kötü ihtimal Amber Heard'ın hatrına izlenir diyordum o bile zar zor yani.. Yönetmen sandalyesinde Japon görünümlü Malezyalı James Wan var. Wan, korku filmleriyle sağlam bir kariyer oluşturduktan sonra en son geçen senelerde Hızlı ve Öfkeli'nin 7. filmini yönetmişti şimdi de DC hikayesi teslim edildi.. Ama senaryo kötü, Wan n'apsın?!

11.12.19
Oku..

5 Fingers (1952)


Türkiye'deki Alman Büyükelçiliği'nde görevli L. C. Moyzisch, emekli olunca anılarını kitaplaştırmış; 2. Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında Ankara'daki İngiliz Büyükelçiliği'nden gizli belgelerin sızmasının iç yüzünü anlatıyor ve bu olay İngilizleri epey geriyormuş. İngilizlerin tek yapabileceği, benzeri bir olayın tekrarlanmaması için önlem almakmış, o kadar.

Bu kitap yayınlandıktan hemen sonra Hollywood hikayeyi beyaz perdeye taşımak istemiş. Ajan filmleriyle tanınan sinemacı Joseph L. Mankiewicz yönetimindeki filmde başrolü yani Cicero'yu James Mason oynuyordu. Film çekimleri için Ankara ve İstanbul'daki gerçek mekanlar kullanılmış.


Dün izlediğim Çiçero (2019) ile az önce izlediğim bu siyah-beyaz filmin hikayeleri arasında epey fark var aslında ama temelde aynı. Bir kere 5 Fingers (1952)'ta kahramanın adı Ulysses Diello olarak değiştirilmiş; niyeyse.. Bu filmde sadece para için bu işlere girdiğini gördüğümüz Ulysses'in Türkiye hükümetiyle de uzaktan yakından bir bağı yok. Yani Çiçero (2019)'da gördüğümüz Türkiye'nin gizli koruması için belgelerde oynama yapması falan durumu burada yok, hiç bahsedilmiyor.

Hikaye Ankara'da ve özellikle İstanbul'daki konsolosluklar bölgesi Pera'da geçiyor. Kovalamaca sahneleri bile var, Karaköy, Eminönü ve Kapalı Çarşı koşturup duruyorlar. Arada yoldan tablacı geçiyor, "Domates, Salatalık!" diye bağırıyor. Hemen aklıma eskiden yazdığım Hollywood'daki Türkçe geldi..

Filmin temposu biraz ağır ama siyah-beyaz bir filme göre yine iyi akıyor. 5 Fingers (1952) zamanında En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo kategorilerinden Oscar'a aday gösterilmiş. Golden Globe'dan ise En İyi Senaryo ödülünü kazanmış. Filmin sonunda da kocamanca Türk makamlarına teşekkür var, filmin çekimleri konsundaki yardımsever tavırlarınız için 20th Century Pictures teşekkür eder falan diye.. Çok tatlı lan.. Şimdiki filmlerde teşekkürler en görünmeyecek yerde!..

8.12.19
Oku..

Eski Sevgili (2017)


Severek ayrılanlara geliyor!.. Güzel film değil, tavsiye falan etmem ama severek ayrılanlara gelsin işte.. Anladınız siz onu..

"Olmuyor abi olmuyor, sevmek yetmiyor, beceremiyorsak zorlamayalım" diyen tek siz misiniz sanıyorsunuz?! "Severek ayrılanlar bilirler ayrılığı.." diye yanık yanık okumamış mıydı zamanında siyah gözlüklü beylerin grubu?! Tabii ki yalnız değilsiniz!.. Alın size Barış ve Feride'nin hikayesi..


Barış ve Feride beraberce "Ayrılalım artık ne bu böyle her gün kavga gürültü" diyerek zaten önceden onlarca kez ayrıldıkları gibi son bir defa daha ayrılmışlar ve Barış artık unutabilmek için kendini ders çalışmaya falan vermiş ve tıp kazanmış, doktor olmuş.. Feride daha cool, çaktırmadan unutmaya çalışanlardan.. Ah bu kızlar.. Sonra n'oluyor, tesadüf eseri habersiz ortak arkadaşlarının davetinde denk geliyorlar.. Arkadaşları tabii tatlılık olsun diye bunları bir şekilde yalnız bırakmanın yollarını arıyor.. Akşam uçağı olan Feride'yi Barış'a kitliyolar ki havaalanına o bıraksın, konuşsunlar falan.. Çok saçma plan çünkü kız yurt dışına çalışmaya gidecek zaten falan, barışsalar daha fena yani.. Neyse yolda bir takım maceralar yaşayacaklar, eğlenceli aksiyonlu hikaye olacak..

Ama yine görüyoruz ki oğlan hatalı!.. Ama yine görüyoruz ki kızın yüzünden!..


Tolgahan Sayışman ve Bade İşçil başroldeler, ikisi de birbirinden vasat oyuncular şimdi eğri oturup doğru konuşalım.. Tam bulmuşlar ama birbirlerini, yakışmılar da.. Hayrını görsünler! Filme puanım 5, çok da gömmedim fark ettiyseniz. Yönetmen Emir Khalilzadeh, senarist Alptekin Öztürk..

8.12.19
Oku..

Çiçero (2019)


Güzel hikaye ama becerilememiş bir iş.. Harcanan paraya, güzel performanslara yazık edilmiş.. Serdar Akar yerine Kırımlı (2014)'nın yönetmeni Burak Arlıel'e verselermiş bu filmi mesela, çok şahane iş çıkabilirmiş.. Hayır Serdar Akar'ı biliyoruz, kötü sinemacı değil ama uzmanlık alanı Kurtlar Vadisi olan adam, vizyon belli.. Burada da çıkamamış işte o kalıptan, kırık Türkçeyle İngiliz, Alman oynatmak mı kaldı, hangi devirdeyiz?! Niye Almanlar kendi aralarında, anlaşılmaz bir aksanla Türkçe konuşuyorlar hala?!


Senaryosunu Ali Can Yaraş'ın yazdığı filmin yapımcısı Mustafa Uslu; kendisi son yıllarda çok popüler işlere imza atarak adından söz ettiren bir yapımcı oldu.. Ayla (2017), Müslüm (2018) ve şimdi de Naim (2019) vizyonda.. Gerçek hikayelere -özellikle- biyografik çalışmalara ağırlık verdiğini görebiliriz, dünya genelinde de son zamanlarda bu yönelimi görebiliyoruz zaten.. Çiçero (2019) da tıpkı bunlar gibi gerçek olaylardan esinlenilerek yazılmış bir hikaye; İlyas Bazna isimli bir gizli kahramanın hikayesi..

Tarihin şekillenmesinde parmağı olan böyle gizli kahramanlar hep vardı, günümüzde de var ama gizli olduğu için şu an bilmiyoruz tabii.. Bu arada filmdeki her şey yaşanmış olmayabilir, olmayabilir de laf mı, büyük bir kısmı kurgu bence..


İlyas, 1. Dünya Savaşı sırasında ailesini kaybeden, o günden sonra da manevi kaygılarla casusluk mesleğine gönül vermiş Arnavut asıllı bir Türk. İlyas, operaya yeteneği olan, garsonlukla ekmeğini kazanan bir gençken Ankara'da İngiliz Büyükelçiliğine uşak olarak girmiştir. Mustafa Kemal'in de gizli desteğiyle çeşitli ortamlara girip bağlantılar kurabilmiştir. Almanlara İngiliz bilgilerini satıp para kazanır görünerek aslında ilettiği çarpıtılmış bilgilerle Türkiye'nin 2. Dünya Savaşı'na girmesini engellemiştir. Çok fantastik bir görevi olan bu çılgın ajan, tabii ki aşık da olur, ki film olur...

Almanlar, ismini bilmedikleri bu köstebeğe -o an önlerinde kitabı bulunan- antik filozof Cicero'nun ismini takarak bir kod yaratmışlardır. Filmde Çiçero'yu yani İlyas'ı Erdal Beşikçioğlu, diğer herkesi de Tamer Levent, Ertan Saban, Burcu Biricik falan oynuyor.. Küçük küçük sahnelerle de Hitler, Churchill ve Atatürk görünüyor. Paşam şu millete her şeyi öğretti ama uşaklığı öğretemedi, yok efendim, uşak alıyorlar ajan çıkıyor!..


İnternetteki bilgiler der ki, İlyas Bazna kendisine Cicero lakabının takıldığını yıllar sonra öğrenmiştir. Hem de zamanında belgeleri teslim ettiği Alman konsolosluk çalışanı Moyzisch'in kitaplaşan anılarından.. Emekliliğinde de kendi anılarını "I was Cicero" adıyla kitaplaştırmıştır. Daha sonra Moyzish'in anılarından yola çıkılarak, 5 Fingers (1952) olarak sinemaya uyarlanmıştır. Çok şahane bilgi.. Mecbur hemen izliycem..

8.12.19
Oku..