A.R.O.G. (2008)


G.O.R.A. (2004)'nın devam filmi olan A.R.O.G. (2008), intikam için Dünya'ya gelen Logar'ın, zaman makinesiyle Arif'i Taş Devrine göndermesini ve Arif'in de o zamandakilere yeni şeyler öğretip hemen günümüze gelmeye çalışmasını anlatıyor. Arog Köyü'nün, civarın hakimi Aragonlardan bezmiş olduğunu görürüz. Zorba Aragonların hükümdarı Kaya, geçmişte başlarına gelen bir musibet yüzünden yeniliklere ve icada karşıdır. Bu Arog nezdinde bütün insanlığın gelişimini engeller. Fakat Arif'in ekibe yeni bir soluk getirmesi insanlığı kurtarabilir. Ve Arif adını tarihe yazar, bildiğin kazır hatta.

Teknik olarak G.O.R.A. (2004)'dan çok iyi olmasına karşın neticede bir devam filmidir ve fikir olarak yeni bir şey vaadetmez zaten. Bu kötü anlamda değil, tamamen olağan devam filmi tribidir; Hiçbir devam filmi ilki kadar heyecanlandıramaz. Hazır kurulu dünyadır neticede, gemide değil de mağarada geçer bu seferki. Yine çok güzel espriler vardır ama Arif Işık ismi ilk defa duyduğumuz bir isim değildir yani, onu diyorum.. Ha ilk filmden daha çok para kazandırmıştır ayrı..


Kadroda ilk filmdeki isimlerden Cem Yılmaz zaten, Ozan Güven, Özkan Uğur, Özge Özberk vardır; yeni olarak da Nil Karaibrahimgil, Zafer Algöz ve Hasan Kaçan eklenmiştir. Zafer Algöz bu filmden sonra Cem Yılmaz'ın her projesinde yer alacaktır. Nil Karaibrahimgil ise ilk ve tek sinema filmi performansıyla öpücükleri hakketmiştir. Şarkıcı Nil'in sinemayla bu film dışındaki ilişkisi soundtrack kayıtlarıyla sınırlı. En son Bir Küçük Eylül Meselesi (2014)'nin film müziğini yapıp olay yarattı. Çok da başarılı şarkıcıdır ha, çok severim 40 yaşını hayatta göstermeyen 'Özgür Kız'ı..

İlk film Cem Yılmaz & Can Yılmaz ortaklığıyla yazılmış ve Ömer Faruk Sorak yönetmişti. Bunu ise tek yazmış ve Ali Taner Baltacı ile beraber yönetmiş Cem Yılmaz. Filme puanım 7.
Geçen gün biri listelemiş, ben de paylaştım facebook sayfasından: Youtube'da yüksek kalitede ve yasal olarak izlenebilecek filmler diye. O listede vardı bu film, ordan aklıma geldi tekrar izlemek..

300616
Oku..

G.O.R.A. (2004)


TDK'nın dediğine göre kelime gruplarının kısaltmalarında araya nokta koyulmaz; mesela TBMM derken, TDK derken falan.. Yalnız özel isimlerde yani başlık, manşet gibi özel durumlarda -sadece bu da değil- hiçbir kural aranmaz. Yani G-O'R/A yazsa dahi bu yanlıştır diyemezsin. April'in bi kitabı vardı geçen senelerde çıkan, adı kapağa "BURADA / AYRIL / IYORUZ" şeklinde yazılmıştı alt alta, bu bir yanlış değil tasarlanmış bir grafik tercihtir. G.O.R.A. da öyle işte.. Girizgahıma kurban..

G.O.R.A. (2004), Cem Yılmaz'ın Her Şey Çok Güzel Olacak (1998)'tan sonra gaza gelip her şeyini tek başına hazırladığı (senaryoda abi desteği var) bilim-kurgu türünde bir kahkaha tufanı. Saniye başına iki üç espri düşen filmin temposu inanılmaz. Alın şunla kıyaslayın, sitkomlarda dakikada en az üç espri ortalanıyor. Yani şöyle, gösterildiği tarihten beri en az yirmi kez izlemişimdir baştan sona (televizyonda orda burda denk gelmeleri sayma), her seferinde farklı teknik hataları tespit etmekle beraber, yine çok gülüyorum yine çok gülüyorum. Devam filmi A.R.O.G. (2008) bu tempoda olamadı mesela, teknik olarak daha iyi olmasına rağmen.


Arif Işık, -her türlü halı, kilim, travel- işinde olan çakal bir kardeşimiz. Bir gün başına Amerikan Başkanı dahil herkese haber verilmesi gereken bir olay gelir; uzaylılar tarafından kaçırılmıştır, evet tarafından. Artık o dakkadan sonra G.O.R.A. gezegeninin malıdır. Gezegenin başında Amir Tocha vardır, askerlerin başı ise Komutan Logar'dır. Logar'ın geçmişinde Dünyalılardan tiskinmesini gerektiren bir anısı vardır. Kötü adamımız Logar, G.O.R.A.'ya hükmetmek için Tocha'nın kızı Ceku'ya yanlar. Ceku'nun ve halkın gözüne girmek için gezegenine bir alev topu yollar ve onu yok edip kahraman olmayı planlar ama beceremez. Kahraman olacak biri varsa o da Arif'tir. Zaten Ceku da Arif'e aşık olacaktır. Film boyunca esaretten kurtulup Dünya'ya dönme planları yapar Arif ve arkadaşları.


Çok da güzel kadrosu vardır Ömer Faruk Sorak yönetimindeki filmin. İyi ve kötü adamı Cem Yılmaz kendi oynar, diğer isimler: Özkan Uğur, 216 Ozan Güven, yeni kavuklu Rasim Öztekin, Özge Özberk; İdil Fırat, n'olmuş Erdal Tosun, tırrik Şafak Sezer, Cezmi Baskın, feyk ulan Engin Günaydın ve Cenk-Erdem Beyler.. Gerek yıldızlar geçidi kadrosuyla, gerek yenilikçi konusuyla, gerek de espri temposuyla bir şaheserdir. Yeni Türk Sineması'nın 'ilk on'una girer. Puanım 8.

270616
Oku..

99 Francs (2007)


Veya 14,99 Euro (Tam yeni paraya geçiş döneminde yapılmış film). Hani şu 10 TL yerine 9,99 TL yazıp algı yönetimi yapılıyor ya pazarlama işlerinde, o mevzuyu diyor filmin adı. Reklam sektöründe sikko sikko işler için harcanan dünyanın parasını ve harcayan/harcanan tipleri görebileceğimiz bir film. Kahramanımız büyük sanatçı, tecrübeli metin yazarı, sanat yönetmeni Octave Parango'nun, tilt olduğu bir müşteriye intikamı olarak başlayor ve bütün sektörü ilgilendiren bir olaya dönüşüyor hikaye. Ha bir de aşk var tabii.


Muhteşem -yeterli- efektleriyle, diyalogları ve kurgusuyla kendine hayran bırakan bir film var ortada. Gayet düşük beklentiyle açıp izlediğimiz film, çevremize tavsiye edeceğimiz film haline geldi. Bi film daha ne isteyebilir ki... Birkaç ödül fena olmaz aslında derseniz, o da var; yerli festivallerden ödül veya ödüllere dönmüş bir Fransız filmi. Frederic Beigbeder'in 2000 senesinde yazdığı romanından uyarlanan filmin yönetmeni Jan Kounen. Hemen baktım başka hangi filmleri var diye, dikkatimi çeken hiçbir şey olmadı.


The Artist (2011)'le aldığı Oscar'ı ile kendini dünyaya tanıtan Jean Dujardin başrolde; Jocelyn Quivrin, Vahina Giocante ve Elisa Tovati öne çıkan diğer isimler. Vahina Giocante esas kızımızı oynuyor, bazı sahnelerde vasatı aşamazken bazı sahnelerde aşırı güzel görünüyor. Çok basit duran efektleri derdini anlatmaya fazlasıyla yetiyor. Baya sevdiğim bir film oldu. Puan ise 8 diyor..

250616
Oku..

Trois Couleurs BoxSet


Bu başlık aylar önce, ilk film Bleu için açılmıştı. İnternette denk geldiğim bir blogta küçük bi film yazısı bulmuştum. Tatlı bi iki paragraftı. Kim yazmış acaba, benim bloga koysam ya bunu diyerek buldum yazanı. Güzel de kız, geçtim iletişime, izin vermedi "Cinsiyetçi bi laf etmişim orda, yıllar önce yazdığım bi şey, kullanma" dedi. Hakikaten de biraz cinsiyetçi ama çok samimi bi cümleydi. Şu an öyle düşünmediği için izin vermemesine hak vererek konuyu kapattım. Fakat gelin görün ki, konu hakkında benim görüşüm de o şekil. "Kin tutmayan bir kadın nasıl olabilirdi? Sanırım Julie bizim dünyamız için ütopik bir karakterdi.."


Kieslowski'nin Fransız bayrağının renklerini kullanarak yaptığı (mavi-özgürlük, beyaz-eşitlik, kırmızı-kardeşlik) Trois Couleurs üçlemesi, Polonyalı yönetmenin en bilinen işleri. Filmlerin dili Fransızca, gerçi ikincide Lehçe'ydi baya.
"Filmlerinde günlük yaşantımızın sıradan, önemsemediğimiz kareleri yer aldı bir çok defa, aslında bunların bir çoğu basit zevklerimizdi. Krzysztof Kieslowski filmlerinden bahsetmişken filmlerindeki müziklerinin etkileyiciliğini unutmamak lazım." diyordu yazısını kullanmama izin vermeyen arkadaş. Üçlemenin müziklerinde Zbigniew Preisner imzasını görüyoruz.


Trois Couleurs: Bleu (1993)
Filmin başında ailecek geçirdikleri trafik kazasında, ünlü bir müzisyen olan eşini ve küçük kızlarını kaybeden Julie'nin hayatı anlatılıyor. Bir dizi psikolojik tedavi gören Julie, eşi hakkında sorular sormak isteyen muhabirlerden uzak durmak istemektedir. Eski hayatındaki her şeyi satışa çıkaran Julie, yeni bir apartman dairesine taşınır, yeni komşular edinir. Eşinin metresi olduğunu da sonradan öğrenecektir. Julie'nin kararları insanı hayata hayran bırakan cinstendir.
Juliette Binoche, Benoit Regent ve Florence Pernel.. 8..


Trois Couleurs: Blanc (1994)
Kahramanımız Karol, Fransız bir güzele aşık Polonyalı. Dil bilmez iz bilmez olduğu Paris'te, genç ve güzel karısı, cinsel aktivite yok diye Karol'u boşar. Mahkeme de bu ezik adamdan tek celsede kurtarır Dominique'i. Yetmiyo gibi Dominique iyice çirkefleşir ve polis peşine düşer Karol'un. Beş parasız, aranan ve boşandığı karısına hala aşık Karol, Mikolaj ile tanışır ve Polonya'ya yurduna kaçak döner. Hayatını bi güzel düzene sokup, intikam planları yapar Karol. Ama tek isteği deliler gibi sevdiği Dominique'e kavuşmaktır. İlk filmdeki Julie için söylenenin bi değişiği Karol'a geliyor: Bir adam nasıl bu kadar sevebilirdi? Julie gibi Karol da ütopik bir karakter..
Zbigniew Zamachowski, Julie Delpy ve Janusz Gajos.. 8..


Posterdeki adam Zamachowski değil mi acaba diye çok düşündüm, ne kadar başka halde orda.. Julie Delpy de ne kadar güzel yalnız, yaşlandıkça çirkinleşti bu kadın..

Trois Couleurs: Rouge (1994)
Serinin en dağınık filmi olarak yorumlayabileceğim üçüncü filmde, İsviçreli model bir kız var. Valentine, iş gereği Londra'ya gelmiştir, uzun mesafe ilişki sürdürür sevgilisiyle telefonda. Bi gün arabasıyla eve dönerken yolda bi köpeğe hafifçe çarpar. Tasmasından köpeğin kime ait olduğunu bulur ve sahibine götürür. Eski yargıç olan köpeğin sahibi, ilginç bir adamdır; Valentine'le Yargıç arkadaşlık kurar. Bir yandan da Auguste ve Karin'in hikayesi anlatılır. Karin, Auguste'u aldatacaktır ve bu hikaye Yargıç'ın hikayesini andırmaktadır.
Irene Jacob, Jean-Louis Trintignant, Jean-Pierre Lorit ve Frederique Feder.. 7..


Bazılarının üçlemenin en sevdiği filmi olan üçüncü film, bence üçüncü sırada gelir.. En güzeli ilki idi, ikinci de tatlı filmdi, üçüncü de güzel film işte..

220616
Oku..

Great Expectations (1998)


Gwyneth Paltrow var diye, yıllardır izliycem izliycem diyerek listemde tuttuğum, gerekli şart ve yeterli koşulların oluşmasını bekleyen bir filmdi, zamanı geldi ve izledim işte. Baya güzel film. Charles Dickens'ın beş yüz küsur sayfalık kalınca romanı Büyük Umutlar'ın modern bir uyarlaması. Kitabı okumadım, nasıl okiyim, o kadar çok şey var ki sırada, bazılarının filmini izlemeli işte. Bugün Tembellik Hakkı'nı okuycam, Lafargue'ın; bak o ne güzel 70 sayfa yazmış. Vakit yok vakit!..


Bir sahil kasabasında balıkçılıkla uğraşan amcasının büyüttüğü Finn, çocukluğunda tek başına tekneyle açıldığı bir gün, hapishaneden kaçmış bir mahkumun eline düşer. Adam, Finn'den kaçmasına yardım etmesini ister. Finn de adama acıdığı için, aslında iyi bir insan olduğunu hissettiği için yardım eder. Böyle bir anısı vardır Finn'in ve bir de çocukluk aşkı Estella. Kasabadaki gizemli ve kocaman malikanede deli ninesiyle yaşayan Estella, normal bir kız değildir. Zenginlerdir baya, onun için delilikleri kimseyi rahatsız etmez. Zengin deli nine, Finn'e harçlık verir, o da Estella'yla arkadaşlık eder. Güzel olduğu kadar soğuk da olan Estella'nın ne istediğini tam anlayamayan Finn, yıllarını böyle geçirir. Resim konusunda ufak bir yeteneği vardır Finn'in. Yıllar geçer, Estella bir gün New York'a gideceğini söyler ve gider. Biraz daha yıl geçer ve Finn'e New York'tan sergi teklifi gelir. Acaba neden? Tabii ki Estella da ordadır ama Estella evlenmek üzeredir başka bir adamla. Finn, büyük şehirde nasıl ayakta kalınacağını anlar ve karakterinde köklü bir değişime gider. Artık orospu çocuğunun tekidir Finn.


Zengin kızın fakir oğlanla dalga geçmesi midir hayat? Görüntü ve sanat yönetimiyle de büyük filmlerden olan Great Expectations (1998)'ın görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki. Bu ilginç kurgulu, patetik hikaye, Charles Dickens'ın olduğu kadar yönetmen Alfonso Cuaron'un da şaheserlerindendir. 1861'de yazılan romanın ilk film uyarlaması, bir kısmının işlendiği The Boy and the Convict. [1909] kısa filmidir ve sonrasında onlarca uyarlaması daha yapılmıştır. Alfonso Cuaron ise en son -en iyi yönetmen dahil- 7 Oscar'lı Gravity (2013)'yi yapmıştır. Great Expectations (1998) ile Gravity (2013)'nin ne kadar başka dünyalar olduğunu görseniz şaşırırsınız, görmüş olanlar zaten şaşırmıştır. Harry Potter'ın üçüncü filmi Harry Potter and the Prisoner of Azkaban (2004)'ın da yönetmeni olduğunu eklemeden geçemiyorum.


Filmin kadrosu şu şekil: Ethan Hawke, Gwyneth Paltrow, Chris Cooper, Anne Bancroft, Robert De Niro ve Kim Dickens. Filme puanım yedi, izlemeyen geri. Hele Gwyneth Paltrow hayranı bi tipseniz zaten kesin izleyiniz. The Royal Tenenbaums (2001)'daki hallerine burdan göz kırpıyor. Bu arada romanın daha yakın bir uyarlamasını izlemek isteyen olursa Great Expectations (2012) var, Mike Newell yönetiminde. Mike da Harry Potter'ın dördüncü filmi Harry Potter and the Goblet of Fire (2005)'ın yönetmeni. Al bi de burdan yak..

Az kalsın söylemeyi unutuyordum, filmde Finn'in yaptığı resimler hep Francesco Clemente'e ait.

220616
Oku..

1984 (1984)


George Orwell'ın, 1948'de, bi önceki kitabı sayesinde aldığı malikanesinde yazdığı distopik roman, 1984. Distopya, hayal edilen dünyada/sistemde işlerin kötü bir hal aldığı anlamına gelir. Aksi ütopyadır, ütopyada kurulan dünyada işler yolundadır.

Orwell'ın anlattığı dünyada, Londra'nın başında Big Brother vardır ve Okyanusya ile savaş halindedirler. Kahramanımız Winston, sistemin isteği üzerine, şimdiye kadar hazırlanmış ve sistemin el koyduğu yazılı kaynakları (dergi, gazete, mektup..) gözden geçirmek ve yasak bir durum varsa düzeltmekle sorumlu. Yani bu işi yapan departmanda çalışan biri.. İşlem sonucunda, düzeltilmiş yani sistemin onayladığı bilgiye ulaşılabiliyo sadece, kendi mutlak gerçeğini yaratıyo sistem.. Bu bilgi bile yeterli gibi hikayenin havasını anlamak için.. Aslında mahkum olan vatandaşlar, sistemin çeşitli beyin yıkama seanslarına da boyun eğmek zorunda kalıyor. Netice olarak da sisteme tam bağımlı, sistem için çalışan, makineleşen insanlar ortaya çıkıyor. Aksi 'düşünce suçu'..


Aşık olmanın resmen yasak olmadığı ama hoş da karşılanmadığı bir ortam. Seks yapmak yasak değil ama zevk almak yasak. Yani bütün çiftleşme hallerinin amacı sadece çocuk yapmak olmalı. Winston, monoton hayatı devam ederken bir gün Julia diye bir kızla kesişir. Zaten Winston, yasak olmasına rağmen bir defter bulmuş ve ara ara bilinç akışını yazmaktadır. Planlamadan yazdığı notlarda sistem eleştirisi yapıyordur Winston, cezası idam tabii ki, ama kimseye göstermeden; böyle bir rahatlama seansı ayarlar kendine.. Sonra Julia ile iletişime geçer. Hatta Julia bunla iletişime geçer, yakınlaşmalar olur, büyük suç işlenir, çok heyecanlıdırlar..


1984'ü, Can Yayınları'ndan çıkan mini kitaplardan okuyordum, bi senedir falan kitaplığımda bekliyordu, başladım sonunda. Dörtte birini falan okumuşken arkadaşım şey dedi, "Onun çok güzel filmi var, birebir çekmişler, okumaktan sıkılırsan aç filmini izle.." Ben tabii, "Yok yea, bitiriyim de sonra filmi de izlerim" dedim.. Akşam eve geldim, mümkün mü beklemek, açtım filmini izledim..
Yine bir roman uyarlaması Il Postino (1994)'sunu izlediğim yönetmen Michael Radford'un senaryolaştırıp çektiği filmde: John Hurt, Suzanna Hamilton ve Richard Burton oynuyor..
1948 senesinde kaleme alınan kitabın adının, "İşte, otuz kırk sene sonrasında geçen bir hikaye olacak"tan yola çıkarak ve son iki hanede yer değişikliği yaparak 1984 olmasına karar verilmiş. 1950'de öldü Orwell.. 1956'da bir sinema filmi, 1970'te bir mini-dizi yapılmış bu romandan yola çıkılarak; ancak 1984 senesi yaklaşınca daha ciddi bir prodüksiyonla tam da kitabın geçtiği tarih ve yerde filme alınması şık hareket olmuş. Kitabın Türkçeye çevrilmesi de yine Can Yayınları'nda, bu senede gerçekleşiyor.


Film hakkında çok eleştirecek bir şey bulamadım açıkçası, fena değil ama bir numarası da yok.. Teknik anlamda bariz bir hata, saçmalık olmamakla beraber gayet sıradan bir sunum.. Oyuncular başarılı, Suzanna Hamilton tatlı kadınmış zamanında, memeleri de güzelmiş.. Müzik kullanımını sevdim mesela, şimdi aklıma geldi, gayet gergin bir hava estiriyodu filmde..

Kitabıyla ilgili de şöyle ilginç bir detay var. Kitabın önsözünde çevirmen Celal Üster diyor: "Kitap ilk yayımlandığından beri büyük bir hatayla yayılmış dünyaya. Sonlara doğru bi yerde, 'iki kere iki kaç eder' diye sorusuna Winston, 'beş' diyormuş sisteme itaat ederek, ama matbaada beş silinmiş yanlışlıkla, Winston masadaki toza yazdığı 'iki kere iki' sorusuna cevap vermiyor gözüküyormuş ve bambaşka final yapıyormuş kitap.. Yıllar sonraki baskılarda düzeltilmiş ancak bu hata.. Filmde de bekledim bu sahneyi, acaba nasıl final yapacak diye.. Söylemem, izleyin..

220616
Oku..

Başka Bir Şey [2015- ]


Kategorize etmek bir sistemi anlamanın en kolay yoludur. Herhangi bir şeyle kontrolünü yapabilirsiniz. Mesela araçlar; motorlu ve motorsuz diye ikiye ayırıp sonra onları da kendi içinde milyon kategoriye ayırabilirsiniz. Böylece nasıl çalıştıklarını daha kolay kavrarsınız. Yine mesela canlılar; hayvanlar, bitkiler, mantarlar, algler falan diye sınıflandırılır ve ancak bu sayede işler çorba olmaktan kurtarılıp anlaşılır. Bak nereye bağlıyorum: Başka Bir Şey, 12 bölümden oluşan bir dizi.. Aynı yayın dönemi içinde başlayıp bittiği için mini dizi olarak adlandırmamız gerekir. Hacim olarak da 10-15 dakika arasındaki bölüm süreleriyle kısa mini dizi grubuna dahil ediliyor. Türü ve yayın mecrası gereği de, kısa mini internet belgesel dizisi denebilir.. Veya direkt olarak Başka Bir Şey diyelim.. Ama kısa mini internet belgesel dizisi dediğimde kafanızda nasıl bir şey olduğuyla ilgili bir fikir belirmiştir. İşte bu işe yarar kategorizeyşın..


Evet, belgesel.. Ankara'da Edelkrone markasının Yarın Ofisi'ne gidiyoruz. Olayı, kurucu üye Kadir Köymen anlatıyor, belgeselin sunucusu o.. Sinema tutkunu bir iş adamı kendisi, şirket yönetiyo ve işi, sinema ekipmanları..
Bir tasarım ofisi, fikri nasıl bulur, o fikrin iyi bir fikir olduğuna nasıl karar verir ve nasıl çalışır, üretir, sunar, satar.. Köymen anlatıyor işte, "Biz şöyle çalışıyoruz, biz böyle düşünüyoruz", arada elemanlar giriyo, tasarladıkları şeyden bahsediyo, "Bi saat düşündük, ihtiyaç duyduğumuz zamanları işaretleyen, klasik anlamda saati göstermeyen ama günümüzü düzenli bir şekilde geçirmemizi sağlayan bir saat". Mesela bi projeleri bu, bunu anlattılar, iki üç bölüm sonra ürün çıktı ortaya.. Aynı anda bir çok proje konuşuluyo tabii, koca ofis, herkesin derdi başka.. Akıllı damacana, plaka uygulaması, falan falan..

Her bölümde en az bir hayat dersi veriyor Kadir Köymen. "Uzmanlık sahibi olunca yola başlamıyoruz, yol bittiğinde uzman oluyoruz." diyor mesela. Aşırı gaz di mi. Böyle böyle izletiyorlardı kendilerini. Dokuz bölüm yaptılar bu şekil, bazen iki haftada çıktı, bazen ayı buldu yeni bölüm hazırlamaları. Son üç dört bölümde, Amerika'daki sinema ekipmanları fuarına katılma hazırlıkları anlatıldı. Edelkrone zaten sinema ekipmanları üreterek geçimini sağlayan bir firmaydı. Bu kısa mini internet belgesel dizisi geçen hafta final yaptı ve projelerinin meraklıları için hazırladıkları internet sitesinin adresini verip kaçtılar.


Bazen sikko bulduğum projeleri oldu, tutmaz bu dedim içimden ama yine de çalışma şekillerini izledik, heyecanlarını gördük, takdir ettik, attık fava bekledik.. Bu diziyi çekip, kurgulayıp, hazırlayan arkadaş, Burak Aksoy. Kurgusunu, görüntücülüğünü, ses ve müziklerini çok beğendiğim, çok belli ki ekipman bolluğu içinde çekilen filmlerin genel yönetmeni (creator) Kadir Köymen. Bi künye paylaşımlarına denk gelmedim, tahmini olarak diyorum..

İzleyenlerini başka bir şey düşünmeye davet eden kısa mini internet belgesel dizisi youtube'da Başka Bir Şey adıyla izlenebilir. İzlensin, tavsiye edilir..

190616


Herkes bitti sandı. Bitmişti de!..

Az önce 1 yıl önce eklendiğini gördüğüm, 3 bölümlük 2. sezonuyla eski mahalleden geçerken eski bir arkadaşa rastlamış gibi hissettiğim videoları hemen izledim. Diyor ki Kadir K. "İşimizi yapamaz olmuştuk o videoları çekerken, bıraktık, işimize döndük, şimdi tekrar buradayız!" Mekanın sahibi geri gelmiş de haberimiz olmamış resmen.

Ve gayet olgun tavırlarla daha ciddi meselelere değinmeye karar verdiklerini anlatıp, son bölümünde ağırlık verdikleri, üretim toplumu olup ürünleri dünyaya satmak gerekliliği konusu işleniyor. Çok güzel, yine ufuk açıcı bir mini dizi olmaya devam ediyorlar.

Ofislerine yeni fikirleri olan herkesi davet ediyorlar ve tanışıp kaynaşmak istiyorlar. Yetmiyor, bu buluşmalarda gerçekleşen soru cevapları canlı yayınlamaya başlayıp toplantıyı Ankara dışından katılıma da açmışlar. Harikalar. Harika olmaya devam ediyorlar. Ama son videoyu 9 ay önce yüklemişler. Öyle görünüyor ki yine bir duraklama dönemine girdiler!..

Benim gibi henüz duymayan okurlara duyurulur.

30.08.2019
Oku..

Det Sjunde Inseglet (1957)


Yedinci Mühür deyince daha kolay anlaşılıyor, İsveççe zor telaffuz ediliyor. Telaffuzu geçtim dinlemesi de çok kolay değil. Filmde papazın tiradını hatırlayın izleyenler, izleyin izlemeyenler.
Bu filmi izlemeyen sinemasever çok azdır sanıyorum, ben de izlemedim sanıyorken bir daha izlediğimde "ha, izlemiştim ya ben bunu" diyorum her açmaya. İlk izlediğimi hatırlıyorum, The Seventh Seal, "hmm, neymiş ya bu" diyerek izlemiştim, birkaç sene sonra Yedinci Mühür diye açtım, "hee, o buymuş" dedim. Geçen de Det Sjunde Inseglet olarak izledim. Her seferinde, "Bergman filmi abi, izlemek lazım" deyip, izlemediğim onca filmi varken gidip sürekli bunu izliyorum.
Yazıp kurtuluyorum şu an, artık hatırlarım ve bi daha da aynı hataya düşmem umarım.. Hata derken, kötü film değil, hayat kısa, zamanımızı mantıklı kullanalım, izlemeden ölmememiz gereken onyüzmilyon film var demek istiyorum..

Bergman'ın tiyatro metni olarak yazdığı sonra da filme aldığı bu hikaye, şövalyelerin, vebaların yaygın olduğu çağda geçiyor. Senaryo kitabını buldum, İz Yayıncılık özensiz bir çeviriyle Türkçeye kazandırmış, tabii ki hemen aldım ve galiba hiçbir yerde denk gelemeyeceğim Bergman imzalı önsüzünü de böylece okumuş oldum. Senaryo, sinemadan çok tiyatro için gibi zaten, ki filmde de o tiyatral, gerçeküstü hava var. Diyaloglar falan çok günlük dil değil yani.. Sonuçta Azrail ile satranç oynayan bir Şövalye var ortada..


Evet, Azrail ile satranç oynayan bir Şövalye. Azrail canını almaya geldiğinde zaman kazanmak için oyun öneriyor Şövalye. Şövalyenin yanında silahtarı var. Bir köyde küçük bir kumpanya, hokkabaz koca, karısı ve bir buçuk yaşlarında oğulları ve bir oyuncuyla beraberler. Köyde bir demirci ve bir hırsız. Oyuncuların gösteri yaptıkları bir sırada kiliseciler, çarmıha gerilmiş İsa figürüyle gelir. Kötülüklerden bahsedip, moral bozup, milleti korkutup gider papaz. Veba vardır köyde. Karakterlerin hayata karşı duruşları, korkuları, bıkkınlıkları izlenir. Hepsinin karakterlerini ortaya koyan çok güzel replikleri vardır. Mesela üstteki karede Şövalye diyor ki: "Hatıranızı, böyle süt dolu bir kase taşır gibi dikkatle taşıyacağım zihnimde." Altta suluboya uyarlaması olan sahnede ise, satranç başlarken Şövalye Azrail'e taş seçtiriyo, siyah çıkıyor, "Sizce de durumuma çok uymadı mı?!" diye espri yapıyor Azrail.

Oyuncular: Max von Sydow, Gunnar Björnstrand, Bengt Ekerot, Nils Poppe ve güzellik Bibi Andersson.. Güzel Bibi, Bergman'ın da gözdesi, kariyeri boyunca 13 filminde rol almış. Adamlardan da Max 13, Gunnar 23 filminde çalışmış Bergman'la..


Boğucu havasına rağmen aslında mizah yapılmaktadır. Bergman mizahı da budur. Aslında Bergman'la ilgili daha uzmanından bir yazı bekledim uzun bir süre ama gelmedi, gelse onu okuyacaktık ne güzel, hala gelse okunur güzelce. Çünkü ben hiçbir zaman o kadar Bergman hayranı olamayacağım. Woody Allen gibi, filmlerime onun filmlerinden hatıralar koymayacağım. Belki de koyarım büyük konuşmamak lazım.

Finale geliyoruz. imdb.com'da top250 #134 olan filme puanım 8/10.
Ve İsveççe dinlemek gerçekten yorucu. İtalyanca kadar nefret etmiyorum ama sevemeyeceğim bir dil.

150616
Oku..

One More Time (2016)


Ömrü billah değiştirmediği saçlarıyla hafızalara kazınan Christopher Walken'ın ve güzelliği destan dillere Amber Heard'ın başrollerini paylaştığı, Kelli Garner ve Hamish Linklater'ın da renklendirdiği bir aile dramı.. Öyle aman aman bir film olmamakla beraber çok kötü de değil.. Yani desen ki ben Amber Heard için izliycem, otur izle, öyle büyük zaman kaybı denecek bir film değil.. Ama bi numarası yok, 4 verdim 10 üzerinden..

Paul Lombard, 80'lerin ünlü sanatçılarından, şimdi pek hayranı kalmamış belki ama zamanında albümler konserler coşmuş.. Ergenliğinden beri ailesinden kopma hevesiyle dolu Jude da, müzisyen babanın müzisyen kızı ama daha rakçı tabii. Hayatını geçindirmek için reklamlara falan seslendirme yapıyor. Büyük şehirlerde kendi ayakları üstünde durabiliyor şirin pembe bulut.. Genç ve güzel bir kız olmanın verdiği enerjiyle her istediğiyle sevişiveren Jude'un özel hayatı biraz bulanık, kafa dinlemeye ailesinin yanına geliyor.. Çok anlaşamadığı ablası ve ablasının yakışıklı kocası da orda.. Çatlak annesi ve eski popülerliğini geri isteyen babasıyla -içten içe özlediği- didişmeleri devam ediyor..


İlk uzun metrajı Land of the Blind (2006) ile şöhreti yakalayan Robert Edwards'ın bu ikinci filmi.. Kendi yazdığı senaryoları çeken sinemacının biyografisini ilginç bulduğum için paylaşıyorum:
Liseyi Obama'yla beraber okuyan Robert, 1996'da hevesle bir kısa film çekti. Sonra 2001'de belgeselci Ferne Pearlstein ile evlenen Robert, ara ara karısının belgesellerine yardım etti. 2003'te Amerika Irak'a girdi. 2005'te Robert, yıllarca hazırlığını yaptığı sinema filmini çekti, festivallere katıldı. Daha sonra dayanamayıp askere yazıldı, altı buçuk sene hava kuvvetleri subayı olarak görev yaptı. 2011 Aralık'ta Amerika Irak'ı resmi olarak özgür kıldı. Robert uzun süre durdu. Sonra bi film daha yazdı ve çekti. En son -senaryosuna da yardım ettiği- karısının son belgeselinde beraber çalıştılar.
Böyle bir biyografi başka bi yerden alınmış olamaz herhalde, anlamışsınızdır. Ben yazdım, biz buna İthaki Biyografi diyoruz. Siz de deyin..

150616
Oku..

Şalvar Davası (1983)


Yönetmenliğini Kartal Tibet'in yaptığı film, MÖ 400'lerde yaşamış Atinalı Komedya yazarı Aristofanes'in 'Lysistrata' oyunundan uyarlanmıştır. Oyunun konusu, köylük bir yerde erkekler tarafından ezilen kadınların karşı atağa geçme maceralarıdır. Bu oyunu Türk kültürüne uyarlamak çok da zor olmamıştır. Başrolde Müjde Ar ve Şener Şen yer almaktadır.

Filmin başında görünen bir aracın 16 plaka olmasıyla hikayenin Bursa'da geçtiği düşünülse de oyunculardan Şener Şen'in yaptığı bariz Doğu şivesi kafaları karıştırmaktadır. Elif, eğitim için ayrıldığı köyüne yıllar sonra döner. Köyde hiçbir şey değişmemiştir. Köyün ağası başta olmak üzere bütün erkekler yan gelip yatarken, kadınlar hem tarlada hem evde çalışmakta, yetmezmiş gibi bir de sürekli hamile kalmak suretiyle zorlu bir hayat sürmektedir. Okumuş Elif, bu gidişata bir dur demek için köydeki bütün kadınları örgütler; kocalarını cezalandırmak ve hakkettikleri hayatı yaşamak için türlü plan ederler. Erkeklerin de ağanın gazıyla savaşa karşılık vermesiyle eğlenceli atışmalar yaşanır.


Filmdeki sahnelerin tiyatral kurgusu dikkat çekmekte. Köy meydanında genç ve güzel bi kız belirince kahvedeki bütün erkekler aynı anda iç çekerek gözlerini kocaman açar. Aynı anda çaylarında yudum alarak ağalarını dinlerler. Durumlara verdikleri tepkiler gayet abartılı ve tiyatraldır. Yani klasik bir Yeşilçam komedisinde verilen büyük tepkiden farklı olarak, daha abartılıdır. Hatta bazı sahnelerde küçük koreografiler çalışılmış, neredeyse -beste olsa- müzikal çıkacakmış..

Teknik eleştiriye hiç girmeden, oyunculuklara çok takılmadan izlenirse güzel film baya. Yalnız, seksi genç kız olarak tasarlanmış Elif rolü için Müjde Ar belki biraz şey kaçmış olabilir. Ayrıca çok daha seksi hallerini de gördüm. Halil Ergün'ün ise filme hiç uymadığını söylemem gerek. Sanki sonradan konmuş, o ortamda değilmiş gibi.

Film çok sayıda erotik çağrışımıyla televizyonda sık sık gösterilenlerden olmadığı için, biraz kıyıda köşede kalmış, ben yeni izledim valla.

Filme puanım 6/10..

140616
Oku..

Da Vinci's Demons (2013-15)


'Demon'ın Türkçe karşılıklarına baktım da, kullanım alanına göre; Şeytan, Cin, İblis, Zalim, Günahkar, Enerjik Kişi anlamlarına gelebileceği yazıyordu google.translate'te.. Bir tek ben değilim di mi enerjik kişi karşılığına tutulan.. Bakınca hepsi negatif çağrışımlı kelimeyken o pozitif.. Her zaman pozitiften yanayım, Da Vinci'nin Enerjik Kişileri, üç sezon sürmüş bitmiş, gayet güzel dönem dizisidir.. Leonardo Da Vinci'nin Floransa yıllarında yaşadıkları kurgu (uydurulmuş) hikayelerle anlatılır.. Biyografik değil dedikoduk iştir.. Kesin olarak bilinemeyen tarihi detaylar, göze hoş görünecek sahnelerle hikayeleştirilmiştir..

Leonardo, Floransa yönetiminde sözü geçen kişilerden olan babasının istemediği piç oğludur. Türk annesi zamanında İtalya'da köle imiş sonra sürülmüş başka diyarlara. Leo'ya babalık yapan, küçük yaştan beri yanında büyüdüğü, ona sanatı ve zanaatı öğreten ustası Andrea'dır. Leo büyüyüp çıraklıktan çıkıp usta olduğunda, Floransa'nın başında -şehrin kurucularından- zengin Medici Ailesinin güncel üyesi Lorenzo vardır. Leonardo tasarımlarına finansman sağlanmak için Lorenzo ile bi şekil tanışır. Dehanın delilikle ince çizgisinin vücut bulmuş hali Leonardo, çılgınlıklarıyla kendinin ve çevresindekilerin başını belaya sokup durur. Kötü adamımız Roma'dır, hatta Papa'dır..


İlk sezon baya ajan majan göndermek suretiyle Floransa'yı itaate zorlayan Roma, Floransalı Da Vinci'nin muhteşem silah tasarımlarının önünde duramaz ve baskısından vazgeçer. Gibi yapar aslında, çünkü Roma'da da işler karışıktır, biri öyle der biri böyle iş inada biner. Gizemli bir Türk, Leonardo'ya arada belirip gizemli bir defterden bahseder.. İkinci sezon da bunlar devam böyle, fakat yeni maceralar eklenir, Vlad 'Dracula' ile tanışılır, Osmanlı Sultanı Bayezid ile savaşılacaktır.. Bir ara Roma'yla müttefik olma gündeme gelir. Bu arada söz konusu gizemli defterin peşindeki tek akıllı Da Vinci değildir tabii..

Yani genelde bu minvalde ilerliyor hikaye. Teknik anlamda çok başarılı bulamadığım dizi hikayenin heybetiyle gayet güzel akıyor. Aynı hikaye mesela, daha tecrübeli yönetmenlerle, daha şık teknolojik imkanlarla çekilse imiş Game of Thrones halt etmişmiş.. Dizinin yaratıcısı David S. Goyer; hepimiz onu Batman'lerle bildik, Nolan'dan sonraki isimdir o alanda.. (Yazar, yapımcı hatta arada yönetmen olan Goyer, Constantine dizisini de yürütüyordu..) 8-10-10 bölümlük 3 sezonda en çok adı geçen, 9 bölüm yöneten Peter Hoar'dır.. Bu isim Daredevil'de de 3 bölüm yönetmişti..


Dizinin başrolü daha önce hiç izlemediğim Tom Riley iken, diğer karakterleri: Gregg Chillin, Blake Ritson, Elliot Cowan ve sevişme sahnelerinde memelerini görmekten mutluluk duyduğumuz Laura Haddock, Hera Hilmar, Lara Pulver oynuyor.. Bunlara göre daha az bölümde izlediğimiz iki önemli isim de: İngiliz Akın Gazi ve genç güzel Sabrina Bartlett.. Sırf esmer diye Osmanlı Sultanı edilen Akın Gazi'nin daha ziyade Mısırlı tipi olması ve adına rağmen Türkçeyi çok zor konuşabilmesi ilginç detaylardır..
Bazı bölümlerde dizi komple Türkçe oluyor, Türkçe diye altyazı koymamış site mesela ama anlamıyorum ki Türkçelerini.. Dizi değil de film olsaydı tam Hollywood'taki Türkçe'ye yaraşır sahnelerdi..


Dizinin izleyenlerine öğrettiği birçok şey oluyor. En başta, Papa denen rütbenin ne kadar laçka bir mevzu olduğunu gösteriyor, kendi kendini bitiren bir Hıristiyanlık sistemi var.. Leonardo'nun zamanının çok ötesinde bir beyne sahip olduğu zaten biliniyorken çok güzel gözler önüne seriyor.. Leonardo'nun sırlarla dolu yaşamına farklı ve maceracı açılardan bakarak bol bol fikir veriyor, ufuk açıyor.. Tarihi Medici Ailesini ve dönem Floransa'sını tanımaya yardım ediyor.. Gördüğü her şeyi çizebilecek yetenekteki Da Vinci'nin neden sürekli savaş makineleri tasarladığı hakkında gerçekçi yaklaşımların biraz ötesine geçip fantastik cevaplar aranıyor..

Bunlar oluyor dizide.. Ben çok beğendim.. Her bölümü bi saat olan diziye yeterli zamanı ayırıp iki haftada falan bitirdim.. Önceden izleyen arkadaşımdan, "Yarım kalıyo ya, devam etmemeleri kötü oldu" uyarısına rağmen başladığım dizinin, bence gayet makul bir final yaptığı kanaatindeyim. Yarım kalan mevzu yok mu, var.. Ama olur o kadar, bi umut belki devam eder diye yapılmış hareketler..

140616

dur ya, bu yazıya ithaf yazmak istedi canım

bu yazı
hiç aklımda yokken iki sene önce bu diziyi izleyen ve bir şekilde bilinçaltıma sokan egemen'e,
daha geçen gün yazdığım bi film yazısını çok kısa bulan mert'e,
attığım mesajlara zamanında cevap vermediği için bir süre trip atacağım Neslihan'a,
bugün "size güveniyorum" deyip önerilerime sadık kalan güzel müşteriye,
dün gece sırf ışık açık diye hırsız sanıp kapıya dayanan apartman görevlisine,
malum ramazan; oruç tutanlara ve tutmadığı gibi tutanlara baya salak muamelesi yapanlara,
ve mercedes capacity marka model gri metrobüslere
adanmıştır..
Oku..

Grimsby (2016)


Normalde hikayelerini, kendi üstlendiği ana karakterle kuran İngiliz komedyen Sacha Baron Cohen, bu filmde iki kardeşin hikayesini anlatıyor. Tabii yine kendi oynadığı karakter -kardeşlerden biri- abartılı şekilde saçmalanmış; fakat gerçeğe yakın duran diğer kardeş de hiç aşağı kalmamış..

James Bond'un meslektaşı, MI6 ajanı Sebastian, çok küçükken ailesinden, biraz sonra da abisinden ayrılmış.. Zengin bir ailede evlatlık büyümüş ve şu an ajan işte.. Diğer kardeş Nobby de varoşta kendi ayakları üzerinde durmuş, bir deste çocuk yapmış ve hep küçük kardeşini arayıp durmuş.. Dünya Sağlık Örgütü WHO'ya sızan kötü düşünceli elit insanlar, varoş yüzünden abaran dünya nüfusunu azaltmak için cihana ölümcül hastalık salma planları yapmaktadır.. Ajan kardeş bu durumu engellemeye çalışacak, kardeşi de ona bu macerasında yardımcı olacaktır..

Film, çok güzel eleştirel bakışlar yakalasa da tam ne söylediği anlaşılmayacak saçmalıktadır. Cohen'in olayı bu zaten di mi?.. Bi sahnede Nobby, varoş tayfayı gaza getirmek için şöyle bi şey söylüyo mesela, "Bize pislik deyip, kalabalık olduğumuzdan yakınıp, hepimizi yok etmek istiyorlar. Evet belki pisliğiz, hatta iğrenç bir kalabalığız ama bizi yok etmek isteyeni biz yok ederiz" falan gibi bi nutuk sonrasında kötü kadının peşine düşüyorlar.. 


Cinselliği kullanma şekli, çocuk psikolojisini sallamama, hiç adam seçmeden herkesle dalga geçme huyları olan Cohen, bu filmde de dünyayı kurtarmak için havai fişek füzesinin üstüne oturuveriyor, feda ediyor kendini hemen.. Ajanlardan kaçtıkları bi sahnede saklanmak için fil vajinasına giriyorlar kardeşiyle.. Tam o sırada fillerin seks partisi başlıyor.. Hayatta göremeyeceğiniz saçmalıklar bu filmde oluyor.. 

Şimdi sırf yerli yapım diye Recep İvedik düşmanı olup, sonra oturup bunları övmek de çok hoşuma gitmiyor ama prodüksiyon ortada.. Ayrıca Sacha Baron'un sınırsız hayal gücü her seferinde yeni bir tip yaratmaya müsait: Ali G, Borat, Brüno.. Bunlar hep referans oluyor.. Filmin yönetmeni ise kendini ispatlamış bir kardeşimiz, Transporter Serisi'nin ilk iki filminin, The Incredible Hulk (2008)'ın ve Now You See Me (2013)'nin yönetmeni Louis Leterrier.. Hele bir de kadroya bak: Mark Strong, Rebel Wilson, Penelope Cruz, Annabelle Wallis ve tabii ki Isla Fisher.. Bir de Tamsin Egerton ismi geçiyor künyede fakat ben bu güzelliğe filmde rastlamadım.. "Lan lan, gördün mü kızı, çok güzeldi" derler ya yanında geçen bi afet için ve hani sen hiç görmemişsindir onu, çok merak edersin, öyle bi şey..

Filme puanım 5.. Ama toplum baskısı olmasa 7 veriridim galiba.. %20'yi zor tutuyorum..

050616
Oku..

The Girlfriend Experience (2016- )


Bir Starz dizisi kendisi.. Diziye, "+18 ebeveyn kontrolünde izlenebilir" uyarısı koyuyorum.. Ben koydum diye demiyorum gördüğüm en saçma uyarı, asıl ebeveynden ayrı izlenecek şeyler bunlar.. Artık her dizi gibi bu da biraz erotik, tamam tamam, baya erotik..


Steven Soderbergh'in yönettiği The Girlfriend Experience (2009) filminden uyarlanan diziyi Lodge Kerrigan ve Amy Seimetz yürütüyor.. Filmden yola çıkarak beraber yazdıkları senaryolarla, iki bölüm biri, iki bölüm diğeri olacak şekilde dönüşümlü yönetmişler diziyi.. İki elin sesi var..

Hikaye, hukuk öğrencisi bir genç kızın heyecan olsun diye başladığı 'jet sosyete orospuluğu' maceralarını anlatıyor. Soderbergh filmi yaparken, başrolde, hakikaten pornocu olan Sasha Grey'le çalışarak dikkatleri çekmişti.. Dizi versiyonunda ise başrolümüz, geçen sene Mad-Max: Fury Road (2015)'daki turunç güzeli Capable rolüyle tanınan, Riley Keough.. Çok güzel kız valla..

Christine, genç ve başarılı bir öğrencidir, zamanla stajyer olduğu plazada kaşar olacaktır. Bir arkadaşının, orta yaş zengin bir herifle takıldığını görür, "Ne iş?" der, kız başta saklasa da sonra dökülür.. "Lüks takılıyorum böylece, güzel de para geliyo" der.. Zaten sevişgen olan kahramanımız Christine de ısınır mevzuya ve "Beni de soksana ortama" der. Böyle başlar hikaye.. Film halini izlemediğim için hikaye nereye gidecek bilmiyorum..


İzlediğim iki bölümde karanlık havasını sevdiğim dizinin görüntü yönetimi, oyunculuklar ve gerilimli temposu güzel.. Riley Keough'a eşlik eden isimler: en son House of Cards (2012- )'da yazar Thomas Yates rolüyle izlediğim Paul Sparks ve Mary Lynn Rajskub, Briony Glassco falan filan..

Güzel bi dizi, hissediyorum..

040616 - şöyle güncellendi..

Bir ayı biraz geçmiş başlayalı, on üç bölümü yeni bitirdim.. Baya güzel dizi.. Güzel kahramanımız Christine, yüksek ücretler karşılığı birlikte olduğu adamlar haricinde bir de patronuyla ilişkide.. Fakat patronu Christine'le çok ciddi düşünmüyor, bu Christine'i çok üzüyor.. Christine'imiz zaten ilgi meftunu bir kişilik olduğu için hikaye bu minvalde şekilleniyor.. Birkaç sevişmesi kaydedilip, tape olarak piyasaya sürülüyor.. Kim yapıyo söylemem.. Ama o video Christine'in bütün mail listesine gidiyor.. Artık eskortluk mesleği gizli olmaktan çıkıyor..


Teknik anlamda her bölüm bir öncekinden daha gösterişli iş çıkaran yaratıcı ekibe büyük tebrikler.. Senaryo, oyunculuk, sanat yönetimi, kostüm, makyaj, görüntü, hepsi şahane.. Riley Keough, güzelliği yetmiyo gibi bi de çok seksi, her an, her saniye çok seksi.. Yönetim zaten neyi ne kadar göstereceğini çok iyi kestirmiş, yani hikayeye hizmet etmeyen tek sevişme yok, her öpüşme karakteri biraz daha geliştiriyo.. Christine'in o, ilgiyi umursamaz ama istemem yan cebime koy tavrı mutlaka görülmeli.. Her müşterisinden bir şeyler öğrenen Christine sonunda koca kız olacak.. On üç bölüm güzel geçti, umarım yaparlar ikinci sezonu..

Ama baya +18 film, gerçi çok pornografik değil ama sevişiyolar işte çatır çatır, n'oluyo bunun sınıflaması.. En baştaki "+18 ebeveyn kontrolünde izlenebilir" geyiğine dönmeyelim.. Bu arada yazar ve yönetmenlerden Amy Seimetz, beş bölümde de Christine'in ablası rolünde görünüyor.. Çok güzel kadın..

130716
Oku..

The Night Before (2015)


Mesela bugün itibariyle yılın altıncı ayına girdik, bu film gösterileli altı ay falan olmuş diyebiliriz kafadan. Noel filmi, kasım, aralık o aralar izlenir yani.. Ben tuttum şimdi izledim.. Bazı filmler böyledir di mi, belirli dönemleri anlatıp temsil ederler ve o dönemler dışında izleyince pek bi numaraları yoktur. İşte bunun gibi Noel filmleri, Sevgililer Günü filmleri.. Bunların bi gelişmişi duygu filmleridir, belirli duyguları ifade ederler, o ruh halinde değilseniz tırttırlar. Misal Uyuşturucu Kafası filmleri, Depresyon filmleri, Aşk filmleri..
Ama tabii bunların da kalitelisi yine ayrı tutulur, o kafada değilsen bile sokar sokar çıkarır seni..

The Night Before (2015), bir Noel filmi, geyikli kazaklar, çam ağaçları falan ama aynı zamanda tatlı da bir Arkadaşlık filmi.. (Bugün de benim kategorize etme günüm herhalde..) Evet, güzel de film aslında fakat, senaryo ekibi, Miley Cyrus'un 2013'teki Wrecking Ball şöhretini 'sonsuz şöhret' sanınca (şöyle anlatayım, mesela bi Star Wars veya Harry Potter kültürü var ya, bu klip de öyle oldu sanılmış, beş sene sonra bile bu konuşulacakmış gibi düşünülmüş) anlamsız bir hale gelmiş, saçma durmuş hikayede.. Tamam zamanında ben de günde beş kere bu klibi açıp izlemesem rahat edemiyodum ama artık yok ki öyle bi durum.. Yani film bu seneki değil de iki sene önceki noelde iyi iş yapardı esasen ama yine bi kalıcılığı yok tabii..
23 milyon bütçeli film 43 milyon kazanmış.. Belki de ben hiç anlamıyorumdur ya..
Çünkü yine bu yılbaşı için Netflix filmi olarak Sofia Coppola tarafından çekilen A Very Murray Christmas (2015) filminde de yer alıyordu Miley..


Yönetmen Jonathan Levine'in hikayesini -aynı zamanda yapımcısı da olan- Evan Goldberg ile Ariel Shaffir ve Kyle Hunter senaryolaştırmış.. Bu kızlar her işlerini beraber yapıyorlar.. Goldberg zaten Seth Rogen'la hep aynı işte.. Başroller de Seth Rogen, Joseph Gordon-Lewitt ve Anthony Mackie.. Falcon Anthony'yi daha önce bu ekibin işlerinde gördüğümü hatırlamıyorum, yakışmışlar baya.. Seth ve Joseph, yine Levine yönetiminde 50/50 (2011)'de beraberlerdi.. Bir de bu filme yakışıp yakışmadığına karar veremediğim Lizzy Caplan vardı. Bir ara da James Franco gelip kankisi Seth'in kulağını falan yaladı..

Hikaye de şu, Ethan'ın anne-babası bi noel gecesi trafik kazasında ölür. Arkadaşları Isaac ve Chris onun üzüntüsü azaltmak için, o noeli ve her noeli beraber geçirme geleneği başlatırlar. Geleneksel kazaklarını giyip hayvan gibi eğlenme sözü verirler birbirlerine.. Aradan yıllar geçer, Isaac evlenmiş ve bir çocuğu olacaktır, Chris ise ünlü bir futbolcudur ve artık ünlü kankileriyle takılması gerekmektedir.. Yani bu noelin beraber son noelleri olmasına karar verirler ve final partisi başlar.. Isaac çok kafa olur, mantar, koko, hap, eks ne varsa takılmıştır.. Ethan eski aşkı Diana'ya denk gelir ve aşkı kabarır.. Chris de hayranlarıyla fotoğraf çektirip durur..

Böyle eğlenceli, komik ama tırt bi film yani.. Oyuncular tatlı işte, oturup izliyosun, güzel zaman geçiriyosun.. Seth Rogen her filmindeki burda da hep uyuşturucu içinde.. Sadece oyuncu olarak çalıştığı filmleri saymazsak her filmde kafası güzel adamın.. Filmi izlerken tip olarak etrafımda ne kadar çok Rogen'a benzeyen adam olduğunu düşündüm.. Nasıl ki bana sırf bıyık yüzünden Malkoçoğlu diye derinliksiz bir yakıştırma yapılıyor, bundan sonra ben de esmer olmayan biraz şişko ve sakallı tiplere Seth Rogen diyecem.. Siz de deyin..

010616
Oku..