Julie & Julia (2009)


Paris'e taşındıklarında boş zamanlarını nasıl değerlendireceğini bilemeyen Julia, önce hiç dolu zamanı olmadığını fark edip sonra da aşçılık kursuna gitmeye başlıyor.
Bir tarafta da işten güçten sıkılmış, hayatını renklendirmek için Julia'nın yemek kitabındaki tarifleri denediği ve deneyimlerini yazdığı bir blog yazarı olan Julie var. Ve tabi ikisinin de anlayışlı, sabırlı ve sevimli kocaları var. Julia'yı Meryl Streep, Julie'yi Amy Adams ve Julia'nın kocasını Stanley Tucci oynarken, filmi Julie Powell'in kitabından uyarlayarak Nora Ephron filme çekmiş.


Kişisel yorumum ise gayet sevimli bir film olduğu yönünde. Sevimli yani.. Anladınız herhalde.

Amy Adams'ın güzelliğine zaten diyecek yok. Ve bir Tucci hayranı olarak bu filmi izleyebilirsiniz diyorum..


30.04.2012
Oku..

Batman: Bruce Wayne


Detective Comics serisin 1939'da yayınlamaya başladığı Batman, Action Comics serisinin Superman'ine rakip olarak yaratılmış bir karakterdir. (Bu iki çizgi seri de DC Comics olacak) Batman'in yaratıcısı Bob Kane, seri boyunca farklı yazarlarla çalışmış ama ilk yazarı Bill Finger, Batman karakterinin gelişmesi aşamasında da Kane'le beraber çalışmış. Hatta Kane, ilk Batman'i yarasa kanatlı ve kırmızı kostümlü çizmiş; Finger ise kanat yerine pelerin ve kostümü de siyah olarak renklendirmeyi önermiş. İlk zamanlarda kötü adamları öldüren Batman, zamanla oturan karakteriyle beraber ateşli silah kullanmayı bırakıp suçluları yakalayıp polise teslim etmeye başlamış. (Sadece Batmobil'de var silahlar, o da önüne bi şey çıkarsa diye yolu açmak için..) Batman herhangi bir süper gücü olmayan bir süper kahraman. Milyarder iş adamı, hayırsever dahi, dövüş sanatlarında usta bir Gotham City sakini.. 60'lara kadar çok satan çizgi romanlardan olmaya devam eden Batman, sene 1964 olduğunda çok büyük düşüş gerçekleştirdi. Kane, Batman'i öldürmeyi bile düşünmüş..

O sıralarda dizi olarak televizyonda da gösterilmeye başlayan Batman tekrar hayata dönüyor. Yalnız televizyonda absürt-komedi tarzıyla izlenilen Batman bir süre sonra yine popülerliğini yitirdi. 40'larda iki kere filmi çekilmiş olan Batman'in üçüncü filmi de 66'da çekilmiş. İndirdim ama izleyemedim, ciddi bir sabır gerekiyor tabii: Batman The Movie (1966)..


Sadece Robin'le kalmayıp Batgirl gibi karakterlerin de Batman'e yardıma gelmesiyle iyice absürtleşmiştir. Hatta 50'lerin sonlarında uzay kaynaklı Batwoman, Bat-Mite da işe karıştırılmıştır. Evdeki yardımcısı Alfred öldürülmüş geri döndürülmüş falan baya karışmış yani bir dönem. Çeşitli yazar ve çizerler tarafından eski 'gecenin sert intikamcısı' imajına kavuşması için Batman'i yalnız bırakmışlar. 70'lerin sonlarında Batman tekrar toparlamış.

86 yılında 'The Dark Knight Returns' hikayesini yazan Frank Miller'la, Batman zirveye çıkmış ve takip eden yıllarda Miller, Batman'in doğuşunu tekrardan anlatmıştır. Bundan sonraki yazarlar tarafından da bu karanlık hava bozulmadan hikaye anlatılmış ve Modern Batman tarzı ortaya çıkmıştır.

Sinemada ise 66'dan sonra ilk kez Tim Burton'ın yönettiği, Wayne karakterini Michael Keaton'ın, Joker'i ise Jack Nicholson'ın oynadığı Batman (1989) çekilmiştir.
Bundan üç sene sonra Burton, Batman Returns (1992)'ü çekiyor. Keaton'ı tekrar Wayne rolünde izlerken; filmde Penguen rolünde Danny DeVito, Catwoman rolünde ise Michelle Pfeiffer'ı görüyoruz.


Bir sonraki film Batman Forever (1995). Yönetmeni Joel Schumacher, yapımcısı Tim Burton... Wayne bu sefer Val Kilmer'da. Bilmececi, Jim Carrey; İki Yüz, Tommy Lee Jones; Robin, Chris O'Donnell ve seksi psikolog tartışmasız Nicole Kidman... Sugar bir rolle de Drew Barrymore..
Yine Schumacher'in yönettiği sonraki film Batman & Robin (1997)'in Wayne'i ise George Clooney. Robin rolünde yine O'Donnell'ı izlerken Batgirl olarak Alicia Silverstone; kötü karakterlerde ise Mr. Freeze rolüyle Schwarzenegger'i, Poison Ivy rolüyle Uma Thurman'ı izliyoruz.

Bu dört filmde değişmeyen bir oyuncu varsa o da Bruce Wayne'in uşağı Alfred rolüyle Michael Gough'tur. Yine bu dört film arasından seçecek olursak en kötüsü sonuncusudur. Ayrıca bu filmle ilgili ilginç bir detay: Batman ilk ortaya çıktığı zamanlardan beri homoseksüel bir karakter olarak görülüyor bazılarınca, ama her seferinde bu iddianın asılsız olduğu gerek yaratıcısı Kane, gerek yazarları tarafından dile getiriliyor. Bu son filmde Batman'i oynayan Clooney, karakteri eşcinsel gibi oynadığını söylemiş, aslında öyle olmayabilir ama neden bilmiyorum öyle bir karakter yarattım kafamda ve onu oynadım demiş. Şimdiye kadar ki en iyi Bruce Wayne'i kim oynamış gibi bir kıyaslama yapacak olursak Val Kilmer derim ben.


Modern Batman'in hikayesi farklı yazarlar tarafından farklı yazılmış ama değişmeyen şeyler de var: bir çocuğun gözünün önünde anne-babasının öldürülmesinden daha trajik bir şey olmayacağını düşünerek hikayenin bu kısmıyla pek oynamamışlar. Christopher Nolan, Batman'i çekmeye karar verdiğinde hikayeyi en başından, daha karanlık anlatmak gerektiğini düşünmüş.

Batman Begins (2005)'in Wayne'i Christian Bale olarak belirlenmiş ve sinemalarda gösterilmeye başlamasını ardından seyirci hemen devam filminin peşine düşmüş. Batman'in nasıl ortaya çıktığının anlatıldığı bu filmin devam filminde Joker'li bir hikaye hazırlayan Nolan, The Dark Knight (2008)'ta yine Bale'le çalışırken Joker'i filmin çekimlerinden sonra hayatını kaybeden Heath Ledger'a, İki Yüz karakterini de Aaron Eckhart'a veriyor.
Bu iki filmde de Alfred'i usta oyuncu Michael Caine oynuyor. Öte yandan Ledger'ın ölümü henüz vizyona girmemiş olan filme beklentiyi artırmış ve açgözlü yapımcılar bu durumdan kar sağlamaya çalışmış ancak Nolan filmin bu şekilde ön plana çıkmasını istememiş. Yapımcıların astırdığı Joker'li afişleri indirtip, Batman'i yeniden ön plana çıkarmış.
Film vizyona girdiğinde çok beğeniliyor ve Ledger muhteşem Joker tiplemesiyle ölümsüzleşiyor. Bu rolüyle bir sürü ödüle layık görülüyor. Ama bu kadar sevilen bir kötü adam çok tehlikeli olabilir.


Nolan çektiği bu iki Batman filmiyle hem kendi filmografisine sağlam işler eklemeye devam etmiş hem de Batman'in çizilen imajını kurtarmıştır. Şu sıralarda The Dark Knight Rises (2012)'ın çekimleriyle meşgul olan Nolan, bu filmin serinin son filmi olduğunu yayınlanan fragmanla seyircisine duyurmuştur. Wayne'i diğer iki filmde olduğu gibi Christian Bale oynayacak, Catwoman'ı ise Anne Hathaway. Film 27 Temmuz'da gösterime girecek.


29.04.12
Oku..

Yönetmenler: Zeki Demirkubuz..


1964 Isparta doğumlu, yazar-yönetir bir sinemacı. Ama sinemaya başlamadan önce, küçük yaşlarda çeşitli işlerde çalışmış. 80 darbesinde içeri alınmış. ''İçerideyken, bol bol kitap okuma fırsatım oldu, öyle her kitabı da okuyamazdım, sıkılırdım. Al sen bunlardan oku diye roman verdi bana abilerimiz..'' diyor ve hapishanede geçirdiği üç yıl içinde Dostoyevski ile tanışıp 'Suç ve Ceza'nın etkisinde kalmış. Hapisten çıktıktan sonra işportacılıkla geçinmiş, liseyi dışarıdan bitirmiş, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'ne girmiş. 86 yılında Zeki Ökten'in asistanlığını yaparak sinemaya girişmiş. 94'te ilk filmini çekmiş.

İlk filmi olan C Blok (1994)'un en beğendiği filmi olmadığını kendisi de itiraf ediyor zaten. Ondan sonra çektiği Masumiyet (1997), Haluk Bilginer, Derya Alabora ve Güven Kıraç'ın oynadığı; çoğu oyuncuların performanslarına olmak üzere bir sürü ödül alan filmidir. Daha sonra Üçüncü Sayfa (1999) ve İtiraf (2001) gösterime giren filmleridir.

Bütün filmlerinin senaryosu da kendisine aittir. Hapishanede başladığı edebiyat düşkünlüğü ona bütün klasikleri okutmuştur. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'sından etkilendiğini ama Ecinniler'inden daha çok etkilendiğini dile getiren Demirkubuz, sinemanın insanlara bi'şeyler anlatmak için bir araç olduğunu düşünmektedir.
İşlediği konulara bakıldığında, hep derdi olan karakterler görürüz hep bir sıkıntısı olan tipler; hatta sık sık aldatma konusunu işlediği de görülür.


Yazgı (2001)'nın senaryosunu, Fransız yazar Albert Camus'nün 'Yabancı' isimli hikayesinden esinlenerek yazmıştır. Sonraki filmi Bekleme Odası (2003)'ında kendisi oynuyor.
Kader (2006), çok beğenilen filmi Masumiyet (1997)'in öncesini, o karakterlerin nasıl o hale geldiğini anlattığı filmidir. Yazar Nahid Sırrı Örik'in aynı isimli romanından esinlenerek yazdığı bir diğer senaryosu Kıskanmak (2009), oyuncularından Nergis Öztürk'e birden çok ödül kazandırmıştır. 

Son filmi Yeraltı (2012), yıllardır üstünde çalıştığı, pek çok kez silip yeniden yazdığı, filmi çekerken dahi bir çok değişiklik yaptığı senaryosunu Dostoyevski'nin 'Yeraltından Notlar'ından esinlendiği, başrolünde Engin Günaydın'ın oynadığı, bir çok kişinin 'en iyi filmi' dediği filmidir. Ben katılmıyorum tabii bu 'en iyi filmi' olayına; Masumiyet (1997) dururken.. Ama hani etkili filmlerinden derim. Filmin yapımı bir buçuk sene sürmüş, bir çok oyuncu kadroya dahil edilip çıkarılmış, bir çok sahne kurgu aşamasında çöpe atılmış.

Geçen gün bir arkadaşımla beraber söyleşisine gittik, orda kendisine sorma fırsatı bulduğum birkaç soru ve verdiği cevaplar:


-Benim sormak istediğim şey.. ee.. şimdi ben sizin filmlerinizi izlemeye geçen sene falan başladım. Filmlerinizi izlerken; gördüm ki, bi Albert Camus'nün bi de Dostoyevski'nin hikayesinden esinlenilmiş, öyle filmler yapılmış.. (ben böyle -miş'li -mış'lı falan konuşunca 'allah allah kim yapmış acaba ehi ehi' diye araya girdi, ben hiç bozmadan devam..) Hep esinlenilmiş yani, direkt olduğu gibi sinemaya uyarlayıp.. Yani şey dediğiniz oldu mu, hani çok para olsa da şu hikayeleri işte zamanın Fransa'sında, ne biliyim zamanın Rusya'sında, yerinde çekebilsem.. falan dediğiniz oldu mu? (Benim kafa Hollywood çünkü)

-Yok, yok hiç olmadı. Ben zaten günümüz sorunlarıyla ilgilenmeyi istiyorum, hep öyle istedim. Olduğu gibi çekebilecek prodüksiyon gücüm olsa da yine böyle çekerdim. (....) Hikayelerin özüyle ilgileniyorum ben, nerede geçtiği çok önemli değil. (yanlış bir şey yazmamak için özet geçtim size cevabı, çok özet oldu belki ama olsun artık..)


-Peki şey.. sinemacısınız ama hep edebiyattan, etkilendiğiniz edebiyatçılardan bahsediyorsunuz; etkilendiğiniz sinemacı yok mu?

-Yok. Öyle etkilendiğim bir sinemacı yok. Hatta öyle çok geniş bir sinema kültürüm de yok, burda bulunan bir çok arkadaş benden daha bilgilidir bu konuda. Ama izlemekten zevk aldığım yönetmenler var tabii.. (dedi ve burada beş altı yönetmen ismi zikretti ama Allah sizi inandırsın aklımda tek kalan isim Haneke..)

Teşekkür ettim oturdum yerime, iki buçuk saat süren bir söyleşinin ardından kendisiyle ilgili olumlu görüşlerle ayrıldık zirveden. Muhabbeti tatlı, kısa boylu, kır saçlı, Beşiktaşlı, 2001 içen -ve çok sık içen-, alkol kullanmayan bir abimiz olarak kalacak akıllarda. 

Saygılar.

26.04.2012
Oku..

2 Fast 2 Furious (2003)


Bence Fast & Furious serisinin en güzel iki filminden biri.. Diğeri de ilkiydi.. Öbürleri de güzel zaman geçirtiyo ama bunların hikayesi güzeldi.. Ne biliyim diğerlerine çok ısınamadım..


İlk filmin sonunda camiada polis olduğu ortaya çıkan Brian'ı başka bir görev için kullanıyolar.. Yanına da birini almasını istiyolar.. O da eskiden yakaladığı ve işinin ehli bir mahkum olan Roman'ı alıyo yanına.. Önce ikna etmesi lazım.. "Ben polislerle çalışmam seni aşağılık herif, al o beyaz poponu ve defol git burdan" modunda bir siyah kendisi.. Peşinde oldukları adam büyük bir uyuşturucu şebekesinin başında.. (Hatırlamıyom ama kesin öyledir..) Anca yarışçı olarak yanaşabilirler yanına.. Yani yine arabalar, kızlar..


Filmin senaryosunu kalabalık bir ekip yazıyor ama asıl hikaye Gary Scott Thompson'a ait. Yönetmen John Singleton, Samuel L. Jackson'lı Shaft (2000)'ın yönetmeni.. Kadro da ise, Paul Walker, Tyrese Gibson, Eva Mendes, Devon Aoki ve Ludacris var..


Ayretten bu hafta 2. sezonunun 4. bölümünü izlediğimiz Game of Thrones, gittikçe daha fantastik daha izlenesi olurken bir yandan da beni sinir etmeye devam ediyor. 2. sezonun ilk bölümünde Caligula (1979)'dan araklanan sahneyi izlemiştik. Bu hafta da 2 Fast 2 Furious (2003) filminden hatırlayacağımız fareli-kovalı işkence sahnesini izledik.


Kovanın içine fare koyup, kovayı ısıtıp; farenin kaçmak için işkence edilenin karnını kemirmesi sonucu acı çekmesi olayı.. "Klasik bir işkence yöntemidir, ne olmuş hem orda hem orda aynı sahne varsa?!" diyebilirsiniz ki diyen oldu :) Size cevabım, "Ben olsam başka bi şey bulurdum.."

23.04.2012
Oku..

Equilibrium (2002)


Law Abiding Citizen (2009)'ın senaristi Kurt Wimmer'ın yazıp yönettiği bilim-kurgu aksiyon türünde olan filmin başrolünde Christian Bale'i izliyoruz. Sonra da Sean Bean'i..

21. yy ortalarında, hissetmenin yasaklandığı bir dünyada geçiyor hikaye. Bir ütopya kurulmuş, bir yönetici var; tanrı muamelesi gören 'peder', onun dışında herkes eşit, herkesin evi aynı, insanların çalışma masaları aynı düzende; kimsenin bu duruma bir itirazı yok çünkü kimse bir şey hissetmiyor, kötü hissetmiyorlar, iyi hissetmiyorlar, düştüklerinde acı hissetmiyorlar. Tabii bu hissizliği sağlamak, kontrol altında tutmak gerekiyor. Güvenlik güçlerinden ayrı bir de ajanlar yetiştiriliyor, peder için çalışan 'rahip'ler.. Hissetmemeleri için insanlara verilen ilaçların kullanılmaması halinde verilen ceza ölüm, yakıyorlar milleti.


Tabii bu duruma karşı çıkanlar oluyor, ilaç kullanan insanları bilinçlendirmeyi amaçlayan asiler güvenlikle sürekli bir çatışma halinde. Günlerden bir gün rahiplerden biri ilaç almayı bırakıp hissetmeye başlıyor ve isyan kuvvetleniyor.


Filmin çatışma sahnelerinde kullanılan koreografilerde, 'gun-kata' dövüş sanatından yararlanılmış. Bu filmden 4 sene sonra Wimmer yine yazıp yönettiği Ultraviolet (2006)'te de gun-kata'yı tekrarlamış. Takmış herif..

Equilibrium imdb.com'da 7.6 alırken, Milla Jovovich'in oynadığı Ultraviolet'in puanı 4.1'de kalmış.

23.04.12
Oku..

Bir Zamanlar Osmanlı: Kıyam (2012)


TRT, Osmanlı dönemi dizileri furyasına ortak oluyor ve zor bir işe girişiyor. Bir Zamanlar Osmanlı: Kıyam, 18. yy ortalarına doğru baş gösteren Patrona Halil İsyanı'nı ve beraberinde Osmanlı'da Lale Devri'nin sonunun gelmesini anlatıyor. Bu arada ben merak ettim baktım, siz de merak ettiyseniz diye; kıyam, isyan demekmiş.. 'Patrona' da isyancı Halil'in lakabı, amiral gibi komutan gibi bir ünvanmış..

Güzel dizi ama ne de olsa yerli dizi işte, reklamsız 90 dakika..


Dizinin yönetmenliğini, daha önce reklam filmleri yönetmiş Altan Dönmez üstlenmiş. Senaryo için bir yazar grubu toplanmış, kadro bir de tarihçilerle desteklenmiş. Oyuncu kadrosu da hiç fena değil: Aslı Tandoğan, Cemal Hünal, Türkan Şoray, Fırat Tanış, Öykü Çelik, Hazım Körmükçü ve Tolga Karel.. Baya sağlam kadro di mi?!



Zaten dizi daha yayınlanmaya başlamadan Yunan ve Araplara büyük paraya satılmış..

Ben ilk 5-6 bölümünü izleyebildim, sonra boka sardı bıraktım.. Bir süre sonra kadroya Özcan Deniz falan da girmiş zaten, iyice çekilmez olmuş dizi.. 20. bölümde yayından kalkmış..


Ama STV bonservisi elinde olan diziyi almış ve ne yapmış.. Af edersin götüne sokmuş.. TRT'de izlenmeyen dizi STV'de izlenir mi?! Osmanlı'da Derin Devlet adıyla 13 bölüm de orada oynamış -kadronun çoğu değişerek tabii- sonra o da bitmiş..

22.04.12 güncelleme 12.01.14
Oku..

Once (2006)


Uzun zamandır izlenecekler listemde olan bir filmdi. İzlemeden önce de bir ön araştırma yapmadım, nedir ne değildir, oyuncuları kimdir, yönetmeni daha önce ne yapmış, ödül kazanmış mı, kim ne yorum yapmış film hakkında... Güzel film izleyen bir arkadaşımdan almıştım sadece ve bodoslama daldım filme.


Sokakta gitar çalan bir eleman var, gündüzleri herkesin bildiği sevdiği şarkıları çalıyor; geceleri de kendi bestelerini.. Gün içinde babasının yanında çalışıyor, elektrikli süpürge tamir ediyor. Ha İrlanda'da geçiyor olay bu arada. Gecelerden bir gece kendi bestelerinden birini çalarken bir kız dinliyor bunu, çok beğeniyor ve bozuk bir elektrikli süpürgesi varmış onu tamir ettirmek istiyor. Kız da sokaklarda çiçek satarak para kazanmaya çalışan bir Çek kızı. (Çeklilere ne deniyordu ki, Çek di mi?) Neyse işte bunlar sohbet muhabbet laf lafı açıyor, kızın babası zamanında piyano çalmayı öğretmiş buna; bunlar müzik aletleri satan bir yere gidiyorlar beraber bi'şeyler çalıyorlar. Sonra işte oğlan kıza vuruluyor, kızın sorunları var falan.. Çocuk meşhur olmak için bir demo hazırlayıp Londra'ya gitmek istiyor.


Müzikler güzel ama hikaye biraz basit geldi bana, derinlik açısından. Hikaye, elemanın stüdyoya girip çok güzel kayıtlar alıp gelecekte de meşhur olmasıyla devam edecektir.
Yalnız filmde çok çok beğendiğim sahneler de vardı mesela otobüste gitar çaldıkları sahne, mesela stüdyo sahnesi, mesela stüdyodan sonra sahil sahnesi..

Film 2006'da gösterime girdiğinde büyük ses getirmiş ve 'en iyi beste' Oscar'ını kazanmış. Filmin yönetmenliğini John Carney yapmış; gitar çalan çocuğu Glen Hansard, piyano çalan kızı Marketa Irglova oynuyor. İkisinin de ilk ve son oyunculuğu diyebiliriz ama filmden sonra beraber The Simpsons'ın bir bölümünde seslendirme yapmışlar, büyük ihtimalle kendileriyle ilgili bir bölümdür zaten.
(The Simpsons s20e14, seslendirdikleri bölümü izledim. Simpsonlar İrlanda'ya gezmeye gidiyorlar sokakta gezerken gitar çalan bir adama falan denk geliyolar, yani küçük bir bölümde seslendirme kadrosuna girmişler, güzel olmuş bence :)


Hatta 'The Swell Season (2011)' diye bir devam filmi yapılmış aynı kadroyla, albümden sonrasını anlatan turneler falan.. Demek ki tutan bir film, baksana devam falan.. İrlanda sinemasının güzel bir örneği olarak geçsin madem kayıtlara..

20 Nisan 2012
Oku..

Yönetmenler: Darren Aronofsky..


NewYork'ta, 1969'un şubatında doğmuş yazar-yönetmen bir şahsiyet.. 91'de Harvard Üniversitesi: Aksiyon ve Animasyon bölümünden mezun oldu. Tarzı olan yönetmenlerden biridir, her filmi izlenir.

96'da Pi (1998)'yi çekti, bundan önce de öğrenciyken 2-3 tane kısa film çekti. 98'de yayınlanan Pi, Sundance Film Festivalinde 'en iyi yönetmen' ödülüne layık görüldü. Pi'nin senaryosunu, başrolü Sean Gullete ile beraber yazdı.

Bir sonraki filmi Requim for a Dream (2000) uyuşturucu bağımlılığıyla ilgili, etkili bir filmdir. Bu filmin senaryosu ise 2004'te yaşamını yitiren Hubert Selby Jr.'ın aynı isimli romanından uyarlamasıyla oluşmuştur. Ayrıca filmde Jennifer Connelly diye bi'şey var.

2002'de, yazıp yönetip yapımcılığını üstleneceği The Fountain (2006)'i çekmeye başladı. Başrol oyuncusuyla bir anlaşmazlığa düşen Aronofsky filme 2005'te tekrar başlayıp 2006'da da gösterime sokabildi. Başrolünde de Hugh Jackman'ı izledik.

Sıradaki filmi The Wrestler (2008)'ı gerçek bir hikayeden esinlenmişti diye hatırlıyorum. Bir amerikan güreşçisinin hayatının anlatıldığı filmin senaryosunu Robert D. Siegel yazmış, başrolünde de Mickey Rourke'yi izlemiştik.

Ve 2010'a gelindiğinde sinemalarda Black Swan (2010)'ı izledik. Senaryosu için üç kişilik bir yazar grubu çalıştı, başrolde Natalie Portman vardı. Film o sene 5 dalda Oscar'a aday gösterildi ve 'en iyi kadın oyuncu' ödülü Portman'a gitti. Filmde Portman'la beraber muhteşem bir oyunculuk sergileyen Mila Kunis de vardı. Otoriteler, Black Swan'ı ödüle boğdular. Bütün filmlerinin iyi olmasının yanında bence de en iyi filmi budur zaten.

2014'te gösterime hazır hale geleceğini tahmin ettiği Noah (2014)'ın kadrosunda ise Russell Crowe ve Jennifer Connelly var. Merakla bekliyoruz.

17.04.12
Oku..

Yeraltı (2012)


Demirkubuz'un, Dostoyevski'nin 'Yeraltından Notlar' romanından esinlenerek yazdığı yönettiği Yeraltı (2012) bugün vizyona girdi.

Filmin başrolünde Engin Günaydın var, Rus Klasik Edebiyatının bir klasiği olan 'memur'u oynuyor. Kadroda daha önce Demirkubuz'la Kıskanmak (2009)'ta beraber çalışan Serhat Tutumluer var, Çalgı Çengi (2011)'den tanıyacağımız Murat Cemcir var, İsmail abi var, İsmail abi.. (Leyla İle Mecnun'un İsmail abisi Serkan Keskin) Bir de bu arkadaş grubunun dördüncüsü olan uzun saçlı, film boyunca itici bulduğum biri var, tanımıyorum onu. Otelde tanıştığı kadını Nergis Öztürk, eve temizliğe gelen kadını Nihal Yalçın oynuyor.


Ankara'da memurluk yapan Muharrem'in, ödüllü-yazar arkadaşını hırsızlıkla suçlaması ve bu arkadaşının ödül aldığı kitabın adının 'Ankara Sıkıntısı' olması bende fazlasıyla Nuri Bilge Ceylan çağrışımı yaptı.

Bi'ara okuduğum bir yazıda; Demirkubuz'un 'Küf' isminde bir senaryo çalıştığı hatta bu filmin çekimlerine başladığı ve bu sıralarda NBC'nin Üç Maymun (2008)'unun Cannes'da gösterime girmesiyle filminin çekimlerini durdurduğu ve Ceylan'ı hırsızlıkla suçladığını yazmışlardı. Tabii bunlar dedikoduydu. Filmde Muharrem'in "İki ödül aldın, kendini Shekaspeare mi zannettin?" diye bağırmasını buraya yoranlar olacaktır.


Filmin en merak ettiğim sahnelerinden olan 'yemek masası' çok başarılı olmuş. Gerçi o uzun saçlı çok rahatsız etti beni orada ama Engin Günaydın ve Serhat Tutumluer beraber çok güzel bir sahne çıkarmışlar. Açıkçası bu ve başka bir kaç sahnesi dışında filmi çok beğendiğimi söyleyemem. Sebebi de tamamen Demirkubuz'un oyuncuyu rahat bırakmamasıdır: yönetmen sineması işte. Çok basit duran şeyler de vardı ama iyi şeyler de vardı.


Toparlarsak, fena değildi bence, Zeki Demirkubuz marka sonuçta, yılların tecrübesi.. Bir de Türk sinemasına katkıdır sonuçta gidin izleyin ki daha güzel filmler yapmaya paraları olsun.. Peki vizyon.. E, ona ben n'apiyim?! Anca kendi filmimi yaparım..

16 Nisan 2012
Oku..

X (2011)


Jon Hewitt'in yönetmenliğini yaptığı ve yazarken de aktris Belinda McClory ile beraber çalıştığı X (2011), biri çömez iki fahişenin tanışmalarını ve kendilerini bir aksiyonun içinde bulmalarını anlatıyor. İkisi beraber bir otel odasında zengin bir adamı mutlu etmeye çalışıyorlar. Biri gelip adamı öldürüyor, bunlar kaçıyor, katil görgü tanığı istemiyor olsa gerek bunların peşine düşüyor.


Filmde çömez fahişeyi, Spartacus: Vengeance'de Seppia rolüyle gördüğümüz Hanna Mangan Lawrence oynuyor. Tecrübeli fahişe ise yine Spartacus: Vengeance ve dizinin ilk sezonu olan Spartacus: Blood and Sand'de Ilithyia rolüyle izlediğimiz Viva Bianca.

Bianca 2010'da Spartacus kadrosuna girmişti zaten, sonra dizinin başrolü Andy Whitfield'a kanser teşhisi konduğunda diziye bir ara verildi. Bianca, o arada Lawrence ile birlikte X (2011)'te oynuyor. Whitfield ölüp yerine Liam McIntyre seçildiğinde Spartacus yeni sezona başlayacaktır. Spartacus'ün bu yeni kadrosunda Hanna da kendine yer bulur. Ne yazık ki dizinin 9. bölümünde Seppia ölür. Gerçi 10. ve son bölümde ise herkes ölüyor, Ilithyia dahil.

Viva neyse de Hanna daha çok kereler izlemek istediğim bir oyuncu. Gerçi onda o güzellik olduğu sürece oynatırlar onu her yerde. Zaten aynı yönetmenin Acolytes (2008) filminin kadrosunda da Lawrence ismine rastlıyoruz ama henüz izleyemediğimiz bir film o.


Yani yazının genelinden de anlayacağınız üzere bu oyuncular oynadığı için oturup izledim filmi, açıkçası pek bir beklentim yoktu filmden ama kötü bir film de değildi. Kah konusu gereği kah oyuncuların rahatlığından kaynaklı açık sahnelerin bolluğu filme heyecan katmıyor değil. Haberiniz olsun..

11 Nisan 12
Oku..

Yönetmenler: Derviş Zaim..


''Sinemada sıkmak çok büyük günahtır. Seyirciyi sıkmamanın erdemine inanmak lazım.''

'64 Kıbrıs doğumlu yazar, yönetmen. Üst satırda kendisine ait olan, benim de çok inandığım bu sözü bir röportajından aldım. Başka bir röportajında da sinemayla ilişkisinin nasıl başladığını sorusuna şu cevabı veriyor: "Çocukluktan beri yoğun ilgim vardı. İyi bir izleyici olma gayreti içerisinde oldum. Ondan sonra edebiyatla olan bir rabıta söz konusu oldu. O bağ neticesinde hikaye anlatma teknikleri üzerine düşünürken senaryo, film yapma, filmin yapısı üzerine de düşünme gerçekleşti ister istemez. Sinema adı verilen ummanı böyle yavaş yavaş, tedrici bir surette keşfettim. Sonra denemek için küçük girişimlerde bulundum. Virüs gittikçe ölümcül hale geldi. Bugüne kadar süregelen serüven başlamış oldu."

Tabutta Röveşata (1996), Zaim'in ilk sinema filmi; gösterişsiz, doğal bir film. Yurtiçi ve yurtdışında hatta daha fazla yurtdışında ama belli bir zaman sonra çok beğenildiğini dinlemiştim bir söyleşide -konuşmacıyı hatırlayamadım- yani ilk çıktığı zamanlar pek dikkat çekmemiş daha sonra kıymeti bilinen filmlerdenmiş.
Bir sonraki filmde "Filler oynaşırken olan çimenlere olur." deniyor. Filler ve Çimen (2001)'de Haluk Bilginer, Bülent Kayabaş, Ali Sürmeli daha kimler kimler.. Sonraki filmi Çamur (2003)'u izleyemedim, bulamadım.


Ve sinemanın seyirciye bir şeyler öğretmesi gerektiği inancında bir yazar olarak Osmanlı kültürünü filmlerine yerleştiriyor. İlk olarak Cenneti Beklerken (2006)'de minyatür sanatıyla içiçe bir dönem filmi, gayet de başarılı. İkinci ayakta Nokta (2008) filmiyle hat sanatına bulaşıyor, 13. yy'dan kalma aile yadigari bir Kuran'ın satılmaya çalışılmasıyla başlayan vicdani aksiyon. Bu sefer Karagöz'ün gölgesinde, bir dönem Kıbrıs'ta yaşanan sıkıntıları anlatıyor Gölgeler ve Suretler (2010)'de. Böylelikle üçleme tamamlanmış oluyor. Geleneksel Türk Sanatları Üçlemesi..

Bu üçlemenin ortak noktalarından biri de sahne geçişlerinde belli birer şekil tutturulmuş olması. Mesela Cenneti Beklerken'de bir sahneden bir sonrakine geçerken aynaları kullanmıştı, Nokta'da zamanları bağlarken ya gökyüzüne ya yere dönüyor kamera ordan devam ediyor ve son olarak Gölgeler ve Suretler'de bazen kızın baktığı fotoğraflarla sahne geçişleri sağlanmış. Güzel olmuş yani şimdi anlatamamış olabilirim belki ama.. Zaten izleyince göreceksiniz.

Sıradaki projeleri ise Devir (2013) ve Balık (2014)..

09.04.2012
Oku..

Caligula (1979)


Roma'nın 3. imparatoru olan Caligula, ahlaksızlıklarıyla tarihe damga vurmuş bir puşt.. Yok efendim ben bu adamı sevmedim asalım, yok efendim düğün varmış gelini ilk ben çikilen.. Aşırı şarap tüketmek hatta saçmak da özelliklerinden.. Şehrin her yerinde seks var..


İşte bunun hikayesi anlatılıyor.. Çok kaliteli bir film değil, hatta pornografik, pardon erotik sahnelerinden dolayı normal filmler arasına alınmıyor. Gore Vidal'ın senaryosunu yazdığı filmi erotik sinemanın kralı İtalyan Tinto Brass yönetmiş. Erotik sinema için bu muhteşem hikayeyi kaçırmamış.. Gaius Julius Caesar Augustus Germanicus'u yani Caligula'yı (Hep uzun sülale isimleri Roma'da) Malcolm McDowell oynuyor.. Adamın oynamadığı şey yok.. 200'den fazla filmde rol almış, hala da devam yani..


Asıl meseleye gelecek olursak.. Son zamanların en beğenilen dizilerinden olan Game of Thrones, Roma'nın pornografik tarihi Caligula (1979)'dan sahne çalmış; resmen araklamış.


s02e01'de şeytan kral Joffrey, sarhoş bi askere "Sen sarhoş musun?" diyor.. "Yok efendim, olur mu.. Şey.. 2 kadeh şarap sadece.." diye geveliyor.. Sonra nöbetçiler adamı yakalıyor, ağzına huni dayıyolar, fıçıyı boşaltıyolar mideye.. Adamı şarapla boğacak yani.. E aynısı var Caligula (1979)'da.. Ama o Joffrey'den daha kötü ya da kafası daha çok ske çalışıyor.. Caligula'nın dedesi var, sarhoş asker getiriyolar buna, diyolar "Bu adam sarhoş kralım, ne yapalım?" Pek düşünmeden "Kendi ayakkabı bağcığıyla pipisini bağlayın, işeyemesin.. Verin şarabı da, ver ver ver... Madem seviyo.." 5 dakka sonra, şimdi biraz yer açalım midede diye karnına kılıcı saplıyo..


07.04.12
Oku..

Melancholia (2011)


Danimarkalı sinemacı Lars von Trier'in filmi.
İki kısımdan oluşan filmin ilk kısmının başrolünde, Spiderman'in sevdiği kız olarak tanıdığımız Kirsten Dunst 'Justine'i; ikinci kısmın başrolünde ise pek bir yerden tanımadığım Charlotte Gainsbourg, Justine'in ablası 'Claire'i oynuyor. Charlotte'u pek bir yerden tanımıyorum diye fil'm hafızası beni kabul etmemişti :) Ama tanımıyorum abi, yalan mı söyliim.. Bak Kirsten'i nasıl tanıyorum..


Ağır çekim filmden kesitlerle 'giriş' yapmış yönetmen, sonra filmin ilk kısmı başlıyor. Bir limuzin dağ yolunda, keskin bir virajda dönmeye çabalıyor, başaramıyor. Limuzin bir gelin arabası; gelin Justine, damat Michael (True Blood'ın Eric Northman'ı Alex Skarsgard; babası Stellan Skarsgard da kadroda).. Limuzin virajla cebelleşirken çift baya eğleniyor ve şoförü indirip teker teker limuzini çevirmeye çalışıyorlar. Düğüne fazlasıyla geç kalan gelin-damat yürüyerek katılıyor kendi düğünlerine. Düğün, Claire ve kocasının şatosunda; Claire ve kocasının organizatörlüğünde gerçekleştiriliyor. Düğün biraz gecikmeyle de olsa başlıyor ve gece boyunca Claire'ın 'aman bi sorun çıkmasın'cı çabasına karşı Justine ve anneleri Gaby'nin sorunlu kişilikleri sayesinde ortamda bir melankoli, bir huzursuzluk oluyor. Her şeye rağmen düğün sorunsuz bitiyor derken Justine, Michael'i kovuyor. Justine'nin Michael'i kovmasından daha tuhaf olansa Michael'in hiç itiraz etmemesi. Gerçi bir an için itiraz ediyor gibi yapıyor ama..


Filmin ikinci kısmı aslında filmin devamı olsa da, başka bir film gibi. Bu kısımda hastalığının dışında Justine'le pek ilgilenilmiyor; Şehirden uzakta olan evlerinde Claire, kocası ve oğlu hikayenin odağı olmaya başlıyor. Claire'in kocası John, yıldızlarla ilgilenen bir bilimadamı, gökbilimci. Dünyaya yaklaşmakta olan bir gezegen var ve bu çılgın bilimadamı dünyaya çok yakın geçecek bu gezegeni yakından görebilmek için hazırlıyor kendini. Başta, kalabalıktan uzakta olmalarının sebebi olarak 'yaklaşan gezegeni daha güzel görebilecekleri bir konum demek ki' demiştim kendi kendime. Ama belki de 'John, Melancholia'nın dünyaya çarpma ihtimali olduğunu, ailesinin de haberlerden falan bu ihtimali öğrenip korkmamaları için kalabalıktan uzaklaştırmıştır'. Paragrafa başlarken başka bir film gibi demiştim hatırlayın; Film romantik-dram başlayıp dram-bilimkurgu oluveriyor ikinci kısımda.


Filmi izlerken Terrence Malick'in The Tree of Life (2011) 'ına çok benzettim. Hani aynı yönetmen çekse bu kadar olur. Tarzları çok benzer değil normalde ama bu film için belki denebilir; planlar, kurgu, iki filmde de film boyunca bir ağırlık, bir sıkıntı var. Sıkılmadım ama pek de sevmedim ya.. Gerçi 'giriş' epey hoştu.. Kararsızım, hatta imdb.com'da 5 vermiştim, iki saat sonra 8 yaptım.

5 Nisan 2012
Oku..

Yönetmenler: Jason Reitman..


Ailecek sinema sektöründeler Reitman'lar; yani imdb.com'da annesinin, babasının, eşinin ve iki kız kardeşinin de sayfaları var. Babası Ivan Reitman, Ghost Busters (1984) ve geçen sene Natalie Portman'ın oynadığı No Strings Attached (2011) başta olmak üzere bir çok filmin yönetmeni ve aynı zamanda yapımcı; annesi ve kardeşlerinden biri de baya oyunculukla uğraşıyor.

Kariyerine kısa filmlerle başlayan Jason Reitman'ın ilk uzun metraj filmi Thank You for Smoking (2005). Film Christopher Buckley'nin aynı isimli romanından Reitman tarafından senaryoya uyarlanmıştır ve 2 dalda Altın Küre'ye aday gösterilmiştir.


Reitman, Diablo Cody isimli Chicago'lu bir hatunun ilk ciddi yazarlık denemesini filme çekmeye karar verdiğinde John Malkovich ona destek oldu ve filmin yapımcılığını üstlendi. Juno (2007), 4 dalda Oscar'a aday gösterildi (en iyi yönetmen, en iyi senaryo, en iyi film ve en iyi kadın oyuncu) ve senaryo ödülünü aldı. Sadece ABD'de 140 milyon dolar para kazanan film benim de en sevdiğim filmler listemde.
Çok genç yaşta hamile kalan bir kız var filmde, ailesiyle falan konuşuyo aldırmaya karar veriyolar sonra kız vazgeçiyor, doğurcam ben bunu diyo ama bakamayacağım için çocuk sahibi olamayan bir aile bulup onlara verebiliriz diyo. Ve muhteşem bir küçük anne adayı izliyoruz (Ellen Page). Jason Bateman ve Jennifer Garner bebeği evlat edinecek çifti oynuyorlar.

2007'deki başarılı işinden 2 sene sonra Walter Kirn'in romanını senaryolaştırıp, başrole de George Clooney'i oturtup yine çok güzel bir film yapıyor. Bu filmde yine Jason Bateman'la beraber çalışmış Reitman. Film, 6 dalda Oscar adayı oluyor 2010'da.
Up in the Air (2009), işi gereği zamanının çoğunu uçaklarda, havaalanlarında geçiren ve bundan zerre sıkıntı duymayan bir 'işten çıkarıcı'nın hikayesinin anlatıyor. İşten çıkarıcı derken yani bir şirket eleman çıkaracağı zaman bunu çağırıyor, bu da geliyor gayet profesyonel bir şekilde durumu anlatıyor.
Reitman bu filmde karısına da ufak bi rol vermiş.

Oscar ödüllü yazar Diablo Cody, Juno (2007)'dan sonra bi' kaç sene sikimsonik işler yapmış. 2010'un sonunda Young Adult'u yazmış ve Reitman da hadi çekelim demiş. Bu sefer de başrolde Charlize Theron'u görüyoruz.
Young Adult (2011), çocuk kitapları yazan bir hatunun, lisede aşık olduğu ama şu sıralar mutlu bir evliliği olan adamı elde etme çabasını konu edinen bir film. Diğer filmlerin yanına bile yaklaşamaz..

Reitman şu sıralar da Joyce Maynard'ın romanını senaryolaştırmış çekiyormuş.. Kate Winslet ve Josh Brolin'in oynadığı Labor Day (2013).. Hemen arkasından da Men, Women & Children (2014) Chad Kultgen'in romanından uyarlanacak..

1 Nisan 2012
Oku..