The Italian Job (2003)


İtalya'da yaptıkları 35 milyonluk külçe altın hırsızlığıyla rahata eren ekip, kadeh kaldırmaya dağın başına gider. John Bridger, usta, planı yapmış, ekibi kurmuş bir kaçak mahkum; bu işten sonra tövbe edip güzel kızına iyi bir baba olmaya çalışacak. Ekipte Charlie var, Handsome Rob, Left Ear, Steve ve Lyle.. Hepsinin bir hayali var parayla ama Steve'in yok, o birazdan soyacağı arkadaşlarını düşünüyor. Steve'in oyununa gelen ekipte usta ölüyor öbürleri soğuk nehri boyluyor. Steve hepsini öldü sanıyor. İntikam: Soğuk İçiniz!


Ekip birkaç yıl sonra Steve'in izine rastlıyor. Kasa konusunda yetenekli Stella Bridger da babasının intikamını almak için ekipte yerini alıyor. Sonrası güzel bi aksiyon, planlamalı, koşturmalı, soygun filmi. Çok efsane bir hikaye değil fakat şu kadroya bir baksana sen: Mark Wahlberg, Charlize Theron, Jason Statham, Seth Green ve Donald Sutherland. Kötü adamımız Steve'i de Edward Norton oynuyor. Yıldızı bol bu filmin yönetmeni, daha sonra Law Abiding Citizen (2009)'i yapacak F. Gary Gray.. The Italian Job (2003), Peter Collinson'ın 69 yapımı aynı isimli filminden uyarlanmış, senaristi Troy Kennedy-Martin.. Tabii o halinde trafik ışıklarını kontrol edebilme lüksü yoktu muhtemelen ekibin..

Çocukken izlediğim ve aksiyonlu film dediklerinde aklıma ilk gelenlerden olmasıyla tarihime geçmiş bir filmdir. Şimdilerde izleyince bazı filmler büyüsünü kaybediyo gibi ama bunu mesela eskiden izlediğimde efsaneydi, muhteşem filmdi. Ya biz hiç teknik bilmediğimizden böyle geliyodu ya da bu kadar fazla film yoktu piyasada ve bunlar da dönemin en iyisiydi. Yani düşünüyorum da, o zemini muntazam patlatıp hop diye kasayı bi alt kata almalar, trafik ışıklarını kontrol edip şehri kilitleyip kendine yol açmalar.. Büyüleyici numaralar tabii..

Neyse, filme puanım 7'dir, izlemeyene tabii ki tavsiyedir..

310716
Oku..

Karaağaç [2013]


Bu sefer de kendi yaptığım bir film üzerine yazı.
Muhtemelen Eylül 2013'te, kesinlikle İskenderun Karaağaç'ta çektiğim bir hikaye.. Kuzenlerle denize gelmişiz, annemle teyzem goygoyun dibine vurmuşlar; ben de elimde kamera, sağı solu çekiyorum. Annemin anlattığı bir hikaye, hikayeyi anlatış tarzı tam da üzerinde konuşulacak cinsten çıkıyor. Çektiğim onca plandan bu hikayeyi kırpıyorum.

Şunu diyor annem: Bizim mahallenin çocukları olan Aykut ve Beyazıt Bestami, belki birkaç çocuk daha. Bunlar denize gelmişler, Karaağaç'a (İskenderun'dan dolmuşla yarım saat).. Denizde eğlenceye dalmış gençler, bi çıkmışlar sahilde bıraktıkları eşyalardan paralar çalınmış. İskenderun'a yürüyerek dönmek zorunda kalmışlar. Fakat gözden kayboldukları süre uzayınca mahalle ayağa kalkmış çocuklar yok diye, polis molis aranmış. Çocuklar gelince de bütün telaş renk değiştirmiş ve çocuklar dayaklanmış. Annem bunu gülerek anlatıyor teyzeme.


Kaydettiğim bu hikaye, film, tarzı sorulursa galiba belgesel. Oyunculuk yok, hikaye anlatan bi kadın var. Anlattığı hikaye gerçek, kurmaca bi durum yok ve film bitince bi mesaj vermek istiyorum işte.. Diyorum ki, yahu niye dövüyosun çocuğu. Ve bu dayak o kadar olağan ki, başkası anlatırken gülebiliyo. Bu filmin olayı bu, "neden?" diyor film.

Teknik açıdan kendimi gömmeme çok gerek yok, durum ortada. Sesler kameranın aldığı kadar, rüzgarlı müzgarlı; diyaloglar tam anlaşılmıyor. Bir de hırt gibi İngilizce altyazı yazdırmıştım Şirin'e, keşke Türkçe altyazı olsaydı ama olan oldu, düzelmez. Hamı mamı yok filmin, harddiskim çalındı. Ama bunlar hep tecrübe, sonraki filmlerde yapmamaya çalışırım aynı hataları. İzleyince hala hoşuma giden şey ise, sahne geçişleri, annemin anlatışındaki doğallık. Kamera önünde bu kadar rahat konuşabilmesinin sebebi, dibinde bi saattir zaten bir sürü şey çekiyo olmam muhtemelen. Planlanmamış güzel hareket yani.


Temmuz 2013'ü kısa film ayı ilan etmiş ve o ay sadece kısa film izleyip, yazmıştım. Aklıma geldi, neden her Temmuz yapmadım ki dedim, kısa filme ben hakkettiği değeri vermezsem milletten istemeye yüzüm olmaz dedim. Onun için Temmuz'un sonu gelmişken en az bir kısa film daha gireyim istedim. Ve bundan sonraki Temmuz'ları kısa film ayı yapabilmeyi diliyorum ve hatta her ay en az üç kısa film yazmayı planlıyorum. Beni buna teşvik edin. Filmimi de buyurun buradan izleyin: Karaağaç [2013]..

Filmime puanım 10 üzerinden 8.. Normalde dört beştir hakkı ama enayi değilim herhalde, kendime torpil geçiyorum..

300716
Oku..

Ulak (2008)

Konuk Yazar // İrem Tamer


imdb puanı 6.8 olan, -görsel efektleri evlere şenlik- iç güveysinden hallice bir Çağan Irmak filmi.

Başrol Zekeriya’yı Çetin Tekindor canlandırıyor. Çok şaşırdınız değil mi; (Babam ve Oğlum (2005)'un başarısından sonra..) neyse çok da yakışmış.. Sevdiceği Meryem var, onu da Hümeyra oynuyor. (Zaten Çağan Irmak'ın değişmezi bu ikili)

Hiç oluyor mu adam köye gelir gelmez.. Kadını muhallebi yemeğe değil hikaye dinlemeye çağırıyor. Köy de öyle bir köy ki ne ararsan var. Kötü adamımız Adem, gözü sürmeli Yetkin Dikinciler olarak rüyada görülünce korkulan cinsten bir şekilde karşımıza çıkıyor. Bir de geçimini sağlamak için geçmişte kendini şimdi de kızını pazarlayan mahallenin kötü kadını Esma - o da Şerif Sezer. Bakalım bakalım başka kim var: Ha Ömer, kahvehanecinin oğlu, okumayı yazmayı seven, yaşadığı çevreden nefret eden bir delikanlı. O da Kaya Akkaya (Ne  kadar da uyumlu bir isim..) Bir de onun uzaktan uzaktan bakıştığı -bir zamanlar adı çıkmış- fıstıklar fıstığı Emine. Tabii ki bu övgülerim Melis Birkan’a. Ahanda olayları çıkaran Ulak İbrahim, Cemal Hünal. Bir kereliğine de olsa başkasından atraksiyon bekliyoruz.. (Bu filmden hemen sonra Issız Adam (2008) yapılıyor ya..)

Olaya gireyim artık. Şimdi bu Zekeriya bir köye geliyor, giriyor köyün kahvesine. Gözüne hemen kitap karıştıran kahvehanecinin oğlu Ömer’i kestiriyor. Sonra kötü adamımız Adem sürmeleriyle karşımızda. Adem’in artistliği karşısında Zekeriya çıkıyor kahveden. Bir bakıyor, çocuklar.. Topluyor çocukları, anlatmaya başlıyor hikayesini. Diyor ki "Her karakteri gözünüzde canlandırın, bir tek Ulak İbrahim’i canlandırmayın". Bir Ulak var, bir kuyunun yanından geçerken su içiyor, bir haller oluyor adama. Güç bela köye gidiyor, orada yaşlı bir teyze yardımcı oluyor hemen. Burada kesiliyor hikaye. Aileler çocukları çağırıyor çünkü, işlerin aksamasından şikayetçiler. Küçük yerde çocuk demek işçi demek. Ömer-Zekeriya işbirliğiyle gece, çocuklara -ailelerden gizli- bir toplantı organize ediliyor. Hikayeye devam.


Köyün kötü adamı, Ulak'la bi atışıyor.. Sonra o melun kuyudan su içiriyor ona Ulak. Kötü adamımız hayaller görüp kendini asıyor. Ölümüne köy pek bi seviniyor ama sonra adamın yancılarına da bir şeyler oluyor..

Sonra bir çocuğun hayalindeyiz: Adem’in kötürüm oğlu da ayakta olmak üzere, tüm köy meydanda. Bir ses geliyor. Ulağın sesi.. Hikayeyi bilenler anlıyor hemen. Kendi köylerindeki kötülükleri de savuşturacağından hepsi emin. Kötüler kaçışıyor, iyiler meydanda kalıyor. Sonra köye bir hastalık geliyor - daha doğrusu kötülere. İyiler evde, kötüler cüzzamlı halde sokaklarda.. Sahneler zombi istilası gibi, yine görsel efektlerin harikalığından başımız dönüyor. Zombilerden en kötü halde olan da köyün kötüsü, Adem. Bir de karısı adama el sallayıp gitmez mi.. Abooo.. Neyse iyiler, cüzzamlı yakınlarına baka baka uzaklaşıyor bu diyarlardan, gerilerinde ise bitik vaziyette kötüler kalıyor.

İki bey vardı, belden aşağısı tutmayan, yazarla babası, onlar Zekeriya ile oğluymuş. Bu Ulak hikayesi de adamın oğlunun ölümü üzerine içine su serpmek için uydurduğu hikayeymiş. Köy köy gezip anlatıyormuş.

(Bu yazıyı benim isteğim üzerine yazdı İrem. İrem, benim kardeşim. Bana gelen bu yazıya biraz düzelti yapıp paylaşıyorum. Sadece nereye gideceğini görmek istiyorum; birkaç yazı daha istemeyi düşünüyorum abişten. Yazmasını istediğim filmleri belli bir sistematikle seçeceğim, bakalım nasıl bir gelişme olacak..)

270716
Oku..

Victoria (2015)


Üç ay önce oynadı galiba ama bi türlü izleyememiştim. Niye gitmek istediğimi de bilmiyorum ha, öyle işaretliyorum ismine afişine bakıp, buna gidiyim buna gidiyim diye.. Ama buna gidemedim işte.. Yaz ayı İstanbul boş diye, Temmuz'da, senenin en beğenilen filmlerini oynatalım, hatta bileti de 10'a çekelim, geliri de ev sahibimiz Beyoğlu Sineması'na bırakalım demiş Başka Sinema.. Ve Temmuz programına bi baktım, Victoria (2015).. 22-28 Temmuz, 14:00 ve 18:30'da olmak üzere bi hafta oynuyo.. Kaç gündür diyorum millete, bi erkek iki kız, ısrarla teklifimi reddediyolar bi bahaneyle.. En son tek gittim artık bugün, gelmeyenler çok şey kaybetti, efsane filmdi..


Dil İngilizce, Berlin'de geçiyo hikaye. Kız İspanyol, bi kafede çalışıyo. Barda tek başına dans ediyo kız, Victoria. Barmen'le muhabbete girmeye çalışmasından anlıyoruz ki çok yalnız bi kız. Bardan çıkıyo ve kapıda dört kişilik bir erkek grubuyla, Harbi Berlinliler'le tanışıyo. Biraz kekolar, belalı tip gibiler ama eğlenceli çocuklar. Hıyarlık etmeden ilgileniyolar kızla, kız da seviyo muhabbetlerini.

Bu dakikalarda durumu anlamaya çalışıyorum, baştan beri plansekans mı gidiyo, yoksa ben mi görmedim kesmeyi.. Galiba plansekans aktı baya hikaye.. Derken muhabbet ilerledi, kız, elemanlarla iyice tanıştı, güzel muhabbet dönüyo. Grupta İngilizcesi en iyi olan elemanla kız arasında elektriklenme var. Ters giden bi durumlar grubu aksiyona çekiyo. Hiç gereği yokken kız da kendini veriyo duruma.. Yalnız film hala plansekans, kafayı yiyecem galiba.. Nasıl içine alıyo var ya, gruptan biri gibi oluveriyo seyirci, onlarla oturup kalkıyosun.. Bambaşka bi kafa..

Ve olaylar gelişiyor. Sakin hatta sıkıcı bir yaşamı olan Victoria sabah işe gitmesi gerekirken, çalıntı bir araçla bankanın önünde soygun yapan arkadaşlarını bekliyor. Film baştan sona gerçek zamanda geçiyor ve tek planda. İki buçuk saate yakın film Victoria'nın sabaha karşı iki buçuk saatini anlatıyor. Bu film nasıl çekilmiş bilmiyorum, düşünemiyorum; hala izlemeyen nasıl izlemez onu da anlamak mümkün değil.


Film bitip ekran kararınca, çat diye "Kamera / Sturla Brandth Grovlen" yazdı. Hakkı verildi sezarın, yönetmen Sebastian Schipper; başrolümüz Victoria ise Laia Costa diye bi güzellik, Björk gibi kız.. Elemanları da Frederick Lau, Franz Rogowski ve Burak Yiğit oynuyor. Filmde genelde -kızla konuşurken- İngilizce, bazen -kendi aralarında- Almanca, çok az da İspanyolca ve Türkçe konuşuluyor. Türkçe konuşan da tabii Burak Yiğit'in canlandırdığı Blinker: "Kusura bakma abi", "Tamam abi" falan diyo barın korumasına.. (Benzer muhabbetler için bkz. Hollywood'daki Türkçe..) Bu arada Burak Yiğit, Mustang (2015)'te de ufak bir rolle belirmişti ekranda, at hırsızı bi tip..

9 verdim filme 9, yok daha ötesi.. Film varmış internette, bakın, bulun, izleyin ve siz de etkilenin bi zahmet.. "Yetenekli insanlar için teçhizat çok da önemli değildir" gibi bi şeyi Woody Allen tam da şu üstteki fotoğraf için söylemiş olabilir..
Oku..

The Runaways (2010)


'75 senesi, Los Angeles Amerikası.. Gençler rock'n'roll hastası.. David Bowie ve Suzi Quatro gibi isimlerin etkisinde olan kızlarımız var. Joan Jett ve Cherie Currie.. Cherie, henüz reşit olmayan, yaşıtlarına göre fazla karizmatik, tarz sahibi bir kızdır. David Bowie'nin stilinden etkilenip onun gibi farklı olmaya çalışır -ona benzeyerek-, şarkı söyler kendi kendine.. Joan ise tam bir rock'n'roll müzisyenidir ve deri ceketini giyip elektrikli gitarıyla erkek işine bulaşır. Joan bi partide müzik yapımcısı Kim'e denk gelir. Kim birkaç müzisyen kızla tanıştırır Joan'ı ve Joan'ın kafasındaki kız grubu kurulur: The Runaways. Bir de star lazımdır gruba, tarzıyla olay yaratacak, güzel şarkı söyleyecek: Cherie de böyle dahil olur.


Sonrası grubun kurulması, ufak konserler, büyük konserler, albümler, kavgalar ve kapanış.. Cherie'nin tarzı tek başına grubun önüne geçince çok meşhur olan grup dağılıverir. Grubun çıkış ve en meşhur şarkısı 'Cherry Bomb'tır. Grup dağıldıktan sonra Joan Jett, Velvet Underground'un 'Rock & Roll'unu farklı yorumlayarak, bambaşka yaparak yine çok meşhur olmuştur. Cherrie ise müziği bırakıp -yalandan- oyunculuk yapmaya başlamıştır. Hatta bu filmin senaryosu da, onun o dönemlerini anlattığı kitabından uyarlanmıştır.


Senarist ve yönetmen, Floria Sigismondi diye bir kadın. Daha önce ve sonra müzik konulu belgeseller ve klipler yönetmiştir. Bu tek uzun metraj sinema filmidir, o açıdan bakarsak muhteşem bi ilk film. Sinematografik anlamda harikalar yaratılmamış belki ama kötü bir durum da yok; sanat yönetimi tabii ki Hollywood standartları işte. Oyunculuklara bayıldığımı da ekleyerek biraz hikayeyi darlayayım. Arkada kalan karakterlerle hiç etkileşimimiz olmadı neredeyse, basçı Lita kavga çıkarmasa adını hatırlamayacak halde oluyoruz. Yani çok silinmiş grubun diğer üyeleri ama Joan ve Cherie çok güzel anlatılıyor. Dönem ve müzik meraklısı zaten izlemeli..

Kadro ise şu şekil kızlardan: Kristen Stewart, Dakota Fanning, Michael Shannon, Stella Meave, Scout Taylor-Compton, Alia Shawkat ve Cherie'nin kız kardeşi Marie'yi de Riley Keough oynuyor..

250716
Oku..

Twilight BoxSet


Bugün ne oldu, dün akşam başladı aslında, asker yönetime el koymaya çalıştı. Önce İstanbul'da köprüleri, havalimanını kapatıp, tanklarla yol kesip; Ankara'da TRT, Genelkurmay ve Meclis Binalarına el koydular. TRT 1'de yayını kesip, yönetime el koyan bir askeri grup olduklarını söylediler. Tayyip, görüntülü konuşmayla canlı yayında halkı sokağa çıkmaya çağırdı, "Hadi bakalım n'apacaklarsa yapsınlar, çıkın sokağa" dedi, duydum. Millet de çıktı ve hakikaten askere engel oldu. Olay çıktı yani..

Tam da bugünün anlam ve önemine uygun bir film bulsam, sonuçta olayım film, tarihe bir not da böyle düşülse dedim; ne yazsam acaba derken vampirler aklıma geldi. Bilmeyen etmeyen kalmadı zaten artık bu filmleri. Stephenie Meyer'in yazdığı 4 kitaplık gençlik romanı serisi. Tabii ki seri film kuralına göre son kitap ikiye bölündü ve 5 filmlik bir set çıktı ortaya. Meyer'in kitaplarından senaryoları hazırlayan isim, yıllarca televizyona yazarlık yapmış Melissa Rosenberg oldu.


Twilight (2008)
The Twilight Saga: New Moon (2009)
The Twilight Saga: Eclipse (2010)
The Twilight Saga: Breaking Dawn Part I (2011)
The Twilight Saga: Breaking Dawn Part II (2012)

İlk film, meşhur gençlik dramı Thirteen (2003)'in de yönetmeni olan Catherine Hardwicke yönetiminde. İlk film olduğu için diğerlerinden daha derli toplu, Bella'nın Edward'la tanışmasını, aynı mikroskoba baş koymalarını anlatıyor. Bella'nın babası polis, Edward'ın babası doktor. Jacob Bella'ya vurgun, Edward vampir. İkinci film, Chris Weitz; üçüncü film Hard Candy (2005)'nin yönetmeni David Slade ve son iki film de Bill Condon idaresinde. Teknik olarak büyük bir numarası olmayan filmler genel itibariyle hikayenin hizmetinde. Ha, nasıl teknik numarası yok, kurtlar var, güzel efekt..

Ortada bir üçlü aşk var, kurtadam Jacob'la vampir Edward'ı karşı karşıya getiren bu aşk üçlemesi Bella'ya yarıyor. Buz gibi ve güneşte parlayan bir tene sahip Edward, üşüyen Bella'nın, Jacob'ın sımsıcak kaslı vücuduna sarılmasına dişlerini sıkarak razı geliyor. Bu tarz ergen hareketlerle süslü hikayenin en civcivli kısmı kurtadam soyuyla vampir soyunun savaş halinde olması. Son filmlerde kurtadamlarla sulh yoluna gitmeye yeltenen Edward gibi vampirlere savaş açan radikal diğer vampirler ortalığı karıştırıyor.


Kadroda dikkat çeken isimler: Kristen Stewart, Robert Patinson ve Taylor Lautner önderliğinde: Billy Burke, Ashley Greene, Anna Kendrick, Christian Serratos, Nikki Reed, Elizabeth Reaser, Michael Sheen, Dakota Fanning, Maggie Grace ve azıcık Bryce Dallas Howard..

Sonuçta pazardır, niye böyle filmler, hikayeler üretiyorsunuz denilmez. Bir alıcısı vardır, yazar, çeker, para kazanırlar. Çok vaktim vardı eskiden oturup izledim, fanatiği olamadım ama Kristen'ı sevdim. Liberal Arts (2013) filminde, eleman vampir kitaplarından nefret ettiğini söylüyordu, kız da okumadığı bir şeye karşı bu tavrını mantıksız buluyordu. Eleman inat yapıp, oturup okudu bu tarz kitaplardan birini ve kıza gitti "Okudum ve nefret ediyorum, al" dedi.. Güzel filmdi..

Vampirlerle kurtadamlar bir şekilde beraberce yaşamanın yolunu bulmuşlarken bir takım başka vampirlerin savaşı körüklemesi.. Günün mesajı bu idir.

160716
Oku..

The Lost Thing [2010]


İlüstratör Shaun Tan'ın 2000 senesinde yayımladığı The Lost Thing, bir hikayeli fotoğraf albümüdür. Gazoz kapağı koleksiyonu yapan kahramanın, her halinden kayıp olduğu belli olan 'şey'i bulmasıyla başlar hikaye. Bu sahipsiz, üzgün 'şey'le tam ne yapacağını bilemeyen kahramanımız, televizyonda gördüğü bir ilanla, kayıp veya işe yaramaz eşyalardan kurtulma kurumunu bulur. Bu yere gittiklerinde, 'kayıp şey'in orada pek de rahat edemeyeceğini anlar ve daha iyi bir yer arar.
Sonunda tam da yeri bulunur ve 'kayıp şey'den kurtulunur. Kahramanımız, bir daha da sahipsiz herhangi bir şeye rastlamadığından bahseder.

On beş dakikalık hikaye, her bir karesinde büyük sistem eleştirisi yapıyor gibidir ama aslında öyle bir derdi de yok gibidir. Yaratılan fantastik dünyada her harekete bambaşka anlamlar yüklenebilir fakat en bariz mesaj: Hayat gailesi denilen koşturmaca, duyguları ve duyuları köreltiyor, çevremizde olup biteni göremeyebiliyoruz.


2010 senesinde bu albüm film yapılmaya karar verildiğinde, Andrew Ruhemann ve Shaun Tan beraber çalışıyor. The Lost Thing [2010], o sene En İyi Kısa Animasyon dalında Oscar kazanıyor. Anlatıcı olarak Tim Minchin'i dinlediğimiz filme puanım 5... O sene Oscar için yarışan diğer kısa animasyonlara baktım da, Pixar'dan Day & Night [2010] varmış mesela, çok daha güzel iş aslında..

Shaun Tan'ın Türkçe'ye de çevrilmiş toplam üç albümü var. Kızıl Ağaç ve Uzak diğerleri.. Uzak, 2006'da hazırladığı son albümü ve inanılmaz güzel.. Çizimlere hayran hayran bakarken anlatılan duygusal göçmenlik hikayesinin büyüsüne kapılmamak elde değil.. Uzak'ı da film yapsın..

140706
Oku..

Batman v Superman: Dawn of Justice (2016)

Konuk Yazar // Seçkin Sürücü


Batman v Superman nedir arkadaş, Arka Sokaklar v Kurtlar Vadisi birleşsin bence...

Öncelikle THY'nin bir Hollywood filmine ana sponsor olması çok güzel bir durum, ama bu, 'reklamın iyisi kötüsü olmaz' denilen türden bir reklam olmuş çünkü film, Batman Serisinin en kötü filmi. DC Comics'in "Marvel yaptı oldu, hadi biz de yapalım, parayı vuralım" mantığı ile yaptığı, yaparken de içine senaryo koymayı unuttuğu film, tam anlamı ile sanki bir Türk Filmi.

Dağılan inci kolye klişesi ile başlayan (ama ben bu klişeyi çok severim), Bruce Wayne'in yarasa mağarasına düştüğü, daha önceki The Dark Knight Rises (2012) filminden araklanmış yarasalı sahne daha ilk dakikalarda 'Acaba yanlış filme mi geldim' etkisi uyandırıyor insanda. Sonrasında Superman 1 [Man of Steel (2013) kast ediliyor] filminden alıntı sahnelerle Superman savaşırken aşağıdan olan biteni anlattığı sahneler gerçekten çok iyiydi. Ama filmin buradan sonrası tam bir rezalet.


Batman'in obsesif bir şekilde Superman'e düşman olması, hatta rüyalarına girmesi rüyalarında buna "Luis, Luis" diye seslenmelerine ben anlam veremedim. Aaaa galiba Luis'den Superman'e ulaşacak diyoruz. Yok, o da olmuyor. Bu arada filmin kötü adamının ilerleyen serilerde Joker'e dönüşeceği çok belli. Ama karakter ve konuşmalar yine Nolan'ın yönetiği The Dark Knight (2008)'tan çakma.

Sonrasında, ne oluyor bitiyor, bizim Batman'le Superman kapışmaya başlıyor. Tabii Batman daha güçsüz ya... 20 ton zırh yaptırmış kendine, Maslak Oto Sanayi'de daha güzelini yapar, üzerine de kamyon yazısı yapıştırırlardı. (Tek Rakibim THY) Superman bir dayak yiyor, bir dayak atıyor. Bir pestili çıkmış bir 'Man of Steel'. Ulan ne oluyor derken Batman Superman'i tam öldürecek, o da ne, Superman'den bir ses "Martha!" Batman şokta, Batman anlam veremiyor, Batman duygusal (dokunsan ağlayacak), Batman soruyor: "Bu ismi nereden biliyorsun?" Superman'de konuşacak hal bırakmadın tabii, araya Luis giriyor ve sanki olayı başından beri izliyormuş gibi "Annesi, annesi!" diyor. Bizim Türk Kızı olsa orada bile Superman'e "Martha kim?" diye sorardı. Sonra 'minareden at beni, in aşağı tut beni' hızında Batman ve Superman kanka oluyorlar. Hoooop kötü adamla savaşa. O da ne kötü bir adam, Godzilla yapmış. Yanlış okumadınız Godzilla, salıyor bunların üstüne...

Reeklamlaaar... İşte burada gururumuz THY görünüyor, içinde de, hiç alt metin yazılmamış başka bir süper kahramanımız. Ekranlarda Godzilla görünüyor. Bak DEMO demiyorum GODZILLA... Alıyor bagajlarını, -nereden aklına geldiyse- bagajlarla iniyor uçaktan. Tabii purser arkadan bağırıyor, "Hanımefendi durun, durun!" Eee, purser haklı, kadın kafasına göre indi uçaktan, şimdi bagaj ID yap, harekata haber ver, uçak üç saat gecikmede.

Ne olduğu, ismi cismi belli olmayan, aşırı sexy süper kahramanımız da olay yerine varınca, başlıyorlar savaş. Ama ne savaş.. Yapılan special effectleri, iki çakmak, kibrit ve kız kaçıranla biz de yaparız. Zaten sırf bu yüzden gece dövüşüyorlar ki bu Hollywood'un en tembel numarasıdır.

Neyse çok uzattım, Superman ölüyor. Al bir klişe daha, Superman'in mezarındaki yazıya bak, kesin Gotham'a çalışmaya giden bir Türk yazdı onu: "Superman'i Görmek İstiyorsanız Etrafınıza Bakın!" Yani diyo ki, Superman içimizde... Aa bu arada THY'nin filmin sonundaki subliminal reklamı harikaydı. Ama ne olduğunu söylemeyeceğim. Sonuç olarak o kadar beğenmedim ki, bu yazıyı yazdım...

Sevgiler :))


Yönetmen: Zack Snyder
Senaryo: Chris Terrio ve David S. Goyer
Oyuncular: Henry Cavill (Clark Kent / Superman), Ben Affleck (Bruce Wayne / Batman), Gal Gadot (Diana Prince / Wonder Woman), Amy Adams, Jesse Eisenberg, Diane Lane, Michael Shannon, Jeremy Irons, Laurence Fisburne ve azıcık Kevin Costner..

(Seçkin Sürücü bu yazıyı facebook'undan paylaşmıştı filmi izlemesinin ardından.. Martın sonlarıydı işte, film vizyondayken.. Ben filmi sinemada izlememeye zaten kararlıydım; DC filmerine para vermezsem kendimi daha marvelist hissediyorum.. Film internete düştü ve hemen indirdim.. Ama çok da istemiyorum ha izlemeyi.. Bi de baktım üç saat.. Neyse başladım, olacak gibi değil, çok kötü, ilk bi saatinde bıraktım filmi.. Dedim ki böyle olmaz, iki gün sonra kaldığım yerden devam, bi bi saat daha.. Ertesi gün son bi saat.. Anca yani, tahammül sınırlarında izledim.. Sonra yaziyim diye oturdum başına.. Hiç istemiyorum, yazsam çok küfür edecem.. Sonra dedim ki, dur, Seçkin Abi yazmıştı zamanında, onu paylaşayım.. Bu oldu.. Seçkin Abi'nin işi film yazmak değil, fotoğrafçı kendisi; ama anlatıyor derdini yazı..)

040716
Oku..

Bad Motherfucker [2013]


Biting Elbows, 2008'de kurulmuş Rus rak grubu.. Bad Motherfucker ise 2013 senesinde hazırladıkları ve Ilya Naishuller'in çektiği muhteşem kliple piyasaya sunulan bir parçaları. Klip, tekniği ile dikkatleri çekiyor ve şarkıyı da, grubu da sırtlayıp göklere çıkarıyor. E tabii bu kadar ilgi gören bir klip olunca yönetmenine de yarıyor ve aynı teknikle Hardcore Henry (2015) filmini çekecek finansmanı sağlıyor..

Klip, bir adamın, bir grup takım elbiseli silahlı adam tarafından esir alınmasını anlatıyor. Sıvıyla temasta ışınlanma aletine dönüşen bir aparat başrolde..  Adamımız esir halden kurtularak o aparatı ele geçirmeye çalışıyor. Bu uğurda onlarca adamla dövüşüyor, çatışıyor, atlıyor, zıplıyor.. Saf bir aksiyon izliyoruz hem de kahramanın gözünden. Şarkının temposuna da çok uygun olarak montajlanmış.. Filmin çekim tekniği, tam bir GoPro reklamı.. Valla da olabilir, olmaz değil.. GoPro çektiriyo olabilir böyle şeyleri, çok güzel reklam oluyo çünkü.. Gerçi elemanlar Rus; Amerikalı olsalar bu senaryo kesin de, Rus olunca başka.. Klibin görüntü yönetmeni Sergey Valyaev..


Filmi direkt olarak grubun youtube sayfasından izleyebilirsiniz, link burda.. Yönetmenin uzun metrajı Hardcore Henry (2015)'yi ise izleyip izlememe tereddütü yaşıyorum, klip beş dakika bi şey sonuçta ama film olunca, bi buçuk saat olunca sıkabilir komple GoPro, komple aksiyon.. Ama merak da etmiyo değilim.. Zaman gösterecek..

040716
Oku..

Wristcutters: A Love Story (2006)


Öykücü Etgar Keret'in Kneller's Happy Campers öyküsünden uyarlanan Wristcutters: A Love Story (2006) filminin yönetmeni Hırvat Goran Dukic. Yönetmenin kariyerindeki tek uzun metrajı bu, bunun dışında tıpkı Keret gibi kısadan yürüyor. Film için, öykünün uyarlaması demek de çok doğru değil aslında, sadece o öyküden esinlenip, oradan yola çıkıp yazılmış bir senaryo var karşımızda. Filmden üç beş sene sonra da çizgi romanı yapıldı mesela. O uyarlama tam..


Zia'nın hayatta sadece çok sevdiği sevgilisi Desiree vardır, başka da bi şey yoktur. Desiree ise bu durumu çok umursamaz, Zia intihara meyleder, hatta eder, ölür, bileklerini kesmiştir. Gözlerini tekrar açtığında intihar edenlerin gittiği bir yerde olduğunu görür. Önceki hayatı çok iyi değildi ya, bu daha beterdir; Zia pişman olur, tekrar intihar etmeyi düşünür ama daha da kötü bi yere gitmekten korkar ve burada yaşamaya karar verir. Sahnede intihar eden Rus kökenli eski amatör şarkıcı Eugene'le tanışır, onlar ailecek buradadırlar. Markette eski bi arkadaşını görür, Desiree'nin, yokluğuna dayanamayıp kendisinden bir ay sonra intihar ettiğini öğrenir. Eugene'le beraber Desiree'yi aramaya çıktıkları yolda, yanlışlıkla buraya geldiğini düşünen Mikal'la tanışırlar; Mikal, yetkili birilerini bulup, durumu açıklayıp geri dönme peşindedir. Ve gecenin bi vakti yolun ortasında Kneller ile karşılaşırlar, bizimkileri kampına götürür Kneller.


Hikayenin bi kafası var, o kafaya girebilirsen çok eğleniyorsun, ilk izlediğimde olmamıştı diye hatırlıyorum; ikinci üçüncü onuncu harikaydı.. Epey kere izledim bu filmi, çok da beğenirim, yönetmenin başka filmi olmaması bunu iyice değerli bir parça yapıyor. Mümkünse yani film yapmadan hayatına devam edebiliyorsa yapmasın başka, efsane olsun, biri ona bu temennimi iletsin.
Filmi çok beğenmemdeki diğer etken, kadro: Patrick Fugit, Shannyn Sossamon, Shea Whigham, Leslie Bibb ve Tom Waits..


Shannyn Sossamon bebeğime bir dönem fena aşıktım, 40 Days and 40 Nights (2002) filminde Türkiye tişörtüyle kalbimi kazandı ilk, sonra Kiss Kiss Bang Bang (2005)'teki ufacık rolüyle.. Ama bu filmle efsane oldu kendisi.. Leslie Bibb de Iron Man (2008)'deki ufacık gazeteci kız rolüyle çok popüler oldu ama ben onu çok farklı işlerde beğenerek izledim, bu da onlardan biri.. Ve Tom Waits.. Müzik kariyeriyle beraber oyunculuk ÇAP yapan Waits'in, bunun gibi on on beş filmde karakter oynamışlığı var, baya oyuncu da yani bi yandan.. (ÇAP: Çift Anadal Programı)

Çok sevdiğim filmlerdendir, puanım 8, neden 9 değil bilmiyorum, çok da hakkediyor ama..

020716
Oku..