La Vie d'Xavier BoxSet


Xavier (Şavyer) kardeşimiz, bizden biri; baya baya sen, ben, o, biz yani.. Fransız kardeşimiz, aynı hepimiz gibi bir öğrenci, Ekonomi okuyor ve hiç anlamıyor.. Peki ne olmak istiyor, onu da bilmiyor.. Ne istediğini tam bilmese de yaptığı şeyi istemediğini biliyor.. Hayır, okul bitiyor yine bilmiyor, sevgililik, evlilik, çocukluluk falan, yok yine bilmiyor tam ne istediğini.. Bu da böyle bir adam işte..

Başta sadece bir filmdi, Erasmus Filmi, eğlenceli, romantik.. Sonra o çok tuttu devamı geldi, Xavier kendine bir iş hayatı yaratmak için uğraşıyordu, kızlar girip çıkıyordu hayatına, yaş otuz olmuştu; ilk filmdeki dertlerini özlüyordu.. Üçüncü filmde kırkına gelmiş Xavier'in iki hatta üç çocuğu vardı, ne istediğine hala karar verememiş ama New York'a taşınmıştı..

Cedric Klapisch, 40 yaşına geldiğinde birkaç uzun metraj film, birkaç kısa metraj film, biraz belgesel ve birkaç bölüm de televizyon dizisi yönetmiş bir Fransız sinemacıydı. Ama belli ki asıl anlatması gereken hikayeyi henüz anlatmamıştı. Biraz düşününce Xavier'i buldu, kendiydi o aslında, biraz süsleyip, biraz abartıp, belki bazı eklemeler yapıp anlatabilirdi. Öğrenciliğe döndü.


L'auberge Espagnole (2002): Ekonomi öğrencisi Parisli Xavier (Romain Duris), babasının bi arkadaşından mesleki bir tavsiye alır, "İspanyolca öğrenirsen okul bitince seni bizim bi arkadaşın yanına yerleştiririz" der adam. Xavier, Erasmus programıyla Barselona'ya gidip okuluna bir dönemliğine orada devam edecektir ve İspanyolca öğrenmiş ve belki biraz da eğlenmiş olacaktır. Barselona'ya gidince sevgilisi Martin'le (Audrey Tautou) 'uzun mesafeli ilişki' sorunu yaşayacaktır. Bir grup öğrenciyle, kaldıkları evde kalmak için görüştüğü sürede uçakta tanıştığı bir çiftin evine misafir olur. Anne-Sophie (Judith Godreche) ile böyle tanışır. Öğrenci evinde de görür görmez Wendy'ye (Kelly Reilly) vurulur; bir de lezzo kankisi Isabelle (Cecile de France) olur. Bir Erasmus'lunun yapması gereken her şeyi fazlasıyla yapar Xavier. Paris'e döndüğünde İngilizce'sini ve İspanyolca'sını ilerletmiş olarak vaadedilen işe girer.


Les Poupees Russes (2005): Xavier, o işi yapamamış, bırakmıştır. Yazarlık yapabileceğini düşünmektedir, hikayeler anlatabildiğine göre birilerine, oturup yazabilir belki de. Kendine geldiğinde boktan televizyon dizilerine senaryo yetiştirerek zaman geçiriyordur. Bir roman yazarak işe yarar bi şeyler yapmak ister. Ne yazacağını bulamaz. Eski sevgilisi Martin'in bir çocuğu vardır ve baba çoktan kaybolmuştur. Xavier yazdığı şeylerde Martin'in fikrini alır ve Martin hiç beğenmez. İspanya'da tanıştıkları Wendy'nin erkek kardeşi Paris'e gelir, Rus bir kızla evleniyordur ve Xavier'i düğüne davet eder. Bu arada çalıştığı kanal uluslararası bir şey yapmak istediklerini söyler ve Londra'da Wendy ile çalışma fırsatı bulur Xavier. Yetmiyor gibi bir süpermodel olan Celia (Lucy Gordon) hayat hikayesini anlatacak Xavier onu kitap yapacaktır. Celia çok güzeldir. İspanya ekibi düğün için beyaz geceler şehri St. Petersburg'da bir araya gelir.


Casse-tete Chinois (2013): Ne iş konusunda ne aşk konusunda randımanlı bir hayat süremeyen Xavier, hayatı sorgular. Aradan on sene geçmiştir. Wendy'den iki çocuğu vardır ve mutlu bir on seneden sonra ayrılma kararı almışlardır. Xavier artık başarılı bir yazar olmuştur, ya da olacaktır işte.. Boşanmalarının ardından Wendy New York'a taşınmak istediğini söyler, çocuklarla beraber. Bu hayatı iyice zorlaştırır Xavier için. Dayanamayacağı bir noktaya gelince o da gider Amerikalara.. Lezzo kankisi Isabelle'de kalır bir süre, onun kız arkadaşı Ju (Sadrine Holt) ile beraber.. New York'ta ev bulmak zordur, hele çalışma vizesi almak iyice zor. Çin Mahallesi'nde bir eve taşınır, bir kızla sahte bir evlilik yapar ve Isabelle'in anne olması için gerekli malzemeyi tedarik eder. Martin de bi iş için New York'a geldiğinde Xavier'de kalır. Finale yakın Wendy'den şu söz gelir: "Senin mutlu olman için üçümüzün karışımı bir kıza ihtiyacın var Xavier!"

Seri devam eder mi bilinmez ama etmese etmez, bu bile yeter, Xavier'in hayatı aşağı yukarı bizim hayatımızdır. Herkesin kendinden bi şeyler bulması işten bile değil. Ustaca işlenmiş bir karakter, eğlenceli bir anlatım dili ve 'her başarılı hikaye gibi dramdan beslenen' bir hayat. Linklater'ın Before Serisi'yle kafa kafaya gider, çok başarılı, takipçisiyim bu saatten sonra Cedric Klapisch'in..

Notlar: La Vie d'Xavier, Fransızca Xavier'in Hayatı demek oluyor. L'auberge Espagnole, İspanyol Pansiyonu; Les Poupees Russes, teknik olarak Matruşka'ya denk geliyor, Rus Oyuncak Bebekleri; Casse-tete Chinois de Çin Bulmacası demek.. Yazıda kullanılan görsellerin hepsi son filmden..

300916
Oku..

L.A. Confidential (1997)


Şöyle eskilerden, güzelliği garantililerden lililililerden bi film izleyeyim dedim, aylardır izlenecek listemde olan bu filmi seçip oturdum başına, hakket efsane filmmiş.. Film bitince "Bunun kitabı olsa ne okunurdu ha" dedim, tabii ki varmış, roman uyarlamasıymış.. Hatta Los Angeles Dörtlemesi diye bir serinin macerasıymış; -yine efsane olmuş filmlerden- The Black Dahlia (2006) da bu seriden uyarlanmış. James Ellroy'un yazdığı ve herhangi bir devamlılık arz etmeyen maceralarda farklı karakterler yer alıyor, baktım..

Kaliforniya Eyaleti'nin en kalabalık şehri olan Los Angeles, Hollywood dolayısıyla artistleriyle meşhur bir şehirdir. Artistin bol olduğu yerde parti, partinin bol olduğu yerde uyuşturucu, uyuşturucunun bol olduğu yerde de polis olur. LAPD, -bir NYPD olamasa da- baya meşhur bir polis departmanıdır. Hikayemiz de bu departmanda görevli üç dört aynasıza odaklanıyor.


Asabi olmasına rağmen doğru bildiğinden şaşmayan ve 'kötü polis' olmaktan çekinmeyen, suçlunun cezasını çekmesi için elinden geleni yapan bir Bud White (Russell Crowe) var. Tecrübeli polislerden Jack (Kevin Spacey) de, herkesle arasını iyi tutan, yeri geldiğinde rüşvet yemekten çekinmeyen ama genel hatlarıyla iyi tarafta olan bir karakter. Bambaşka bir kafada olan, sınıfın inek çocuğu Ed Exley (Guy Pearce) ise kanunları çiğneyeceğine ölmeyi tercih edebilecek, tam bir adalet adamı. Ve tecrübeli yönetici Dudley (James Cromwell) ise ekibin başındaki isim, herkesin akıl hocası..

Bir takım olaylar sonucu, iyi polis kötü polis kavramı birbirine karışır, polis departmanı içinde görevini suiistimal edenler tespit edilir ve işler büyür.. Sonra işler daha da büyür.. Soluk soluğa izleniyor gerçekten, film iki saati az geçiyor, efektlerde nostalji duyuluyor. Filmin alametifarikası olan ünlü benzeri porno yıldızları kısmında Kim Basinger'ı, Hush-Hush dergisi muhabiri rolüyle de Danny DeVito'yu izliyoruz.


Filmin yönetmeni Curtis Hanson'ı, bununla ve Eminem'li 8 Mile (2002) filmiyle biliyoruz, çoğumuzun bilmediği şey ise Hanson'ı geçen hafta 71 yaşında Los Angeles'ta Hollywood Hills'teki evinde kaybetmiş olduğumuz, Allah rahmet eylesin.. Bu filmle En İyi Yönetmen Oscarı adayı olmuştu, En İyi Uyarlama Senaryo Oscarı'nı kazanmıştı. Film o sene En İyi Film dahil 9 dalda adaylık kazandı, ikisini ödüle çevirdi. Bunlardan biri de Kim Basinger'a gitti. Film şu sıralar imdb.com'da top250 #97.. Benim puanım 8/10.. Niyeyse bu paragraf 8 mil 9 oscar derken rakama boğuldu biraz, bari tarihi de buraya atiyim: 260916..
Oku..

23. Altın Koza Ödülleri


En İyi Film: Koca Dünya (2016)

En İyi Senaryo: Mehmet Can Mertoğlu - Albüm (2016)

En İyi Yönetmen: Mehmet Can Mertoğlu - Albüm (2016)

En İyi Kadın Oyuncu: Gizem Erdem - Rüya (2016)

En İyi Erkek Oyuncu: Menderes Samancılar - Babamın Kanatları (2016)

En İyi Müzik: Bajar - Babamın Kanatları (2016)

En İyi Görüntü Yönetmeni: Florent Herry - Koca Dünya (2016)

En İyi Sanat Yönetmeni: Meral Efe ve Yunus Emre Yurtseven - Albüm (2016)

En İyi Kurgu: Umut Sakallıoğlu - Babamın Kanatları (2016)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Kübra Kip - Babamın Kanatları (2016)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Musa Ekici - Babamın Kanatları (2016)

Jüri Özel Ödülü: Tarla (2016)

Adana İzleyici Ödülü: İftarlık Gazoz (2016)

SİYAD En İyi Film: Babamın Kanatları (2016)

Film-Yön En İyi Yönetmen: Reha Erdem - Koca Dünya (2016)
Oku..

We're the Millers (2013)


Bazen böyle dersin ya, "Hiçbir şey yapmak istemiyom, bi film oynasın şurda, öyle bakiyim, arada güleyim; yormasın beni ama, imge içinde kalıp kafamı azıcık dahi çalıştırmam gerekmesin", hah, öyle bi film işte.. Çok aşağılanıyo bu filmler ama valla gerekliler.. Bunların olayı da o kafa boşaltmak istediğimiz zamanlarda devreye girmek işte.. Tabii bunların da izlenebilir ve görevlerini yapabilir kıvama gelmeleri için diğer filmler gibi teknik ve estetik olgunlukta olması icabediyor.

Senaristler Bob Fisher ve Steve Faber'in yine beraber çalıştığı Wedding Crashers (2005)'ı izlemiştim, o da tatlıydı; yönetmen Rawson Marshall Thurber'in başka üç uzun metraj filmi daha var, belli ki hep aynı ayarda..


Kadroda Jason Sudeikis başrolde, Jennifer Aniston, Emma Roberts ve Will Poulter'le beraber.. Ed Helms ve Molly Quinn de yan tipleri oynuyor.. Sudeikis'i Horrible Bosses (2011)'la biliyoruz, Aniston'ı zaten..
Emma Roberts, sanki çok tanıdık gibi isimden falan ama çok izlememişim baktım da filmlerine; Ed Helms, Hangover Stu..

Hikaye de şu: David, torbacı.. Bu bi olayla sırt çantasındaki bütün malı, yetmiyo gibi bütün parayı çaldırıyo.. Modern mafya Brad, David'i bi şartla affedeceğini söylüyor, Meksika'dan gelmesi gereken yüklüce bir uyuşturucu malzemeyi getirmek. Bu işi becerirse hem affedilecek hem de zengin olacak baya.. Ama nasıl yapılır diye düşünürken ailece çıkılan bi tatil süsü verilirse, kolayca sınırdan geçebileceklerini planlıyor ve paraya ihtiyacı olan striptizci Rose, sokak kızı Casey ve salak komşu çocuğu Kenny ile sahte Miller Ailesi ortaya çıkıyor.. Bu sahte ailenin uyuşturucu kaçakçılığı macerası yani..

Belki size hiçbir şey katmayacak ama tatlı bi bir buçuk saat geçirmenizi sağlayacaktır. Bu hiçbir şey katıp katmama durumu da görecelidir ha, yoksa bu filmi izleyip hayatı değişecek olan yok mudur, vardır elbet.. Azdır ama vardır yani.. Ne hayatlar var olum..

240916
Oku..

Cafe Society (2016)


Geçen ay, vallaha fırsat bulmak için çok kastım ama gidemedim. Artistlik olsun diye demiyom lan.. Geçen okuduğum bi yazıda bu 'işten güçten fırsat bulup da izleyemiyoz ki' tayfasına laf sokuyordu bir genç yazar.. Harbi film izleyicisi izlemek istediği film varsa sabahın körü seansı da olsa kalkar gider diyodu. E haklıydı da, eskiden zaman yaratırdım gerekirse ama bu aralar var bi hımbıllık üstümde.. Neyse, izleyemedim yani bunu sinemadayken, hop bir ay sonraymış meğer kısmet, torrent..


Woody Allen'ın teknik olarak kötü filmlerinden.. Hikayesi tatlı aslında ama daha güzel finallense daha güzel not alırmış benden.. Ama yine eğlenceli film canım, müzikleri -özensiz ama- güzel, atmosferi sevecen, karakterler sıcak, espriler dozunda.. Kristen Stewart'ı sevdim aslında bu rolde, Steve Carell da yakışmış Woody hikayesine, ikisi de ilk defa Woody Allen filminde bu arada ama Jesse Eisenberg, To Rome with Love (2012)'la beraber ikinciye çalışıyor efsane yönetmen ile..

1930'larda geçiyor hikaye. New Yorklu Bobby, baba mesleğini devam ettirmek istemeyen bir genç. Hollywood'da film yapımcısı dayısının yanına giderek o sektöre girmek niyetinde. Dayısı, evli ama sekreteriyle gizli aşk yaşayan, alemin şartlarına ayak uydurmuş bir adam. Sekreter kız Vonnie, o ortamda kendi gibi kalmayı başarmış nadide bir güzellik ve ilk görüşte Bobby'yi kendine aşık ediyor. Dayı-yeğen-sekreter kız üçgeninde bir aşk hikayesi..


Tatlı yan rollerdeki kıymetli isimler ise, ilk defa Woody Allen'la çalışan Blake Lively ve Anna Camp güzelleri.. Ve Midnight in Paris (2011)'te muhteşem Hemingway performansıyla gönüllere taht kurarak ikinciye Woody'yle çalışan ve niceler çalışmasını istediğim Corey Stoll..

Filme puanımı 5 olarak açıkladıktan sonra Woody Allen'ın hayatında ilk defa yaptığı televizyon dizisinin de haberini vermek istiyorum: Crisis in Six Scenes (2016) dizisi altı bölüm olarak çekildi ve 30 Eylül'de yani on gün sonra yayınlanacağı duyuruldu. Heyecanla beklemeyip n'apacaz?!

200916
Oku..

Ssa-i-Bo-Geu-Ji-Man-Gwen-Chan-A (2006)


Türkçe adı, Ben bir Robotum Ama Sorun Değil (2006) olan Kore filminin orijinal adındaki o tireler robot gibi konuşma efekti olarak konmuş sanıyorum. Aslında 'Ssai' robot değil 'Siborg' yani daha rahat bilinir haliyle 'Cyborg'a karşılık geliyor ve Sibernetik Organizma tanımına giren insansı robotları tarif ediyor. Zaten filmin İngilizce çevirisi Cyborg olarak yapılmış ama bizimkiler de haklı, oraya Siborg yazsan kim ne anlayacak, bas robotu..

İsmi ilginç, kendi daha ilginç filmin yönetmeni Chan-wook Park; Oldeuboi (2003) ile bilirsiniz siz onu.. Senaryoyu ise başka birkaç filminde daha çalıştıkları Seo-Gyeong Jeong'la beraber yazmış. Oldeuboi (2003) güzel filmdi, bu da güzel ama bu kendi içinde güzel, fazla janjanlı bu mesela.. Hah, Amelie (2001) gibi, Fransız gibi.. Gerçi Kore filmleri zaten -rüyaya yakın- rengarenk olur.. Bilemedim şimdi, ama içime sinmeyen bi şeyler vardı, bi Oldeuboi (2003)'unu izlediğim için o ayarda aradım demek.. Bu sene de iki buçuk saatlik Ah-Ga-Ssi (2016) diye bi film yapmış, bi de ona bakıp öyle konuşalım..


Bir kız var, Young-Goon, daha küçükken kendini siborg bellemiş, işte bilgisayarın faresi, elektrik kabloları, antenler falan ona sürekli bunu hissettirmiş ve bir siborg olduğu için yemek yemesine gerek yokmuş. Bir gün işte, kendini şarja taktığı bi ara elektrik çarpıyor bunu ve hastaneye kaldırılıyor, burada da doğru düzgün beslenmediği ve psikolojisinin sağlıklı olmadığı görülüyor. Ve akıl hastanesi macerası başlıyor. Hepsi birbirinden çatlak bir sürü karakter. Ve bir aşk hikayesi.

Film bir noktadan sonra aşırı sıkıcı bir hal alıyor, ki bu da o rengarengin dozunu ayarlayamamadan galiba, yoruyor bir süre sonra. Hele bir de Korece dinlemeye alışık değilseniz benim gibi, sürekli karate efektiyle dolaşıyolar, "huaa, puaa, juuu, kinaa" diyerek..


Kızı, 80'li, Su-Jeong Lim oynuyor; aşık olacağı çocuğu da gerçek adı Jeong Ji-Hoon olan 82'li Rain oynuyor. Rain, meşhur, genç kızların sevgilisi, Ninja Assassin  (2009) ve The Prince (2014) gibi Hollywood işlerindeki yakışıklı Koreli boşluğunu dolduruyor.

Yer yer çok efsane sahneler ve efsane planlara denk geleceğiniz filmin müzikleri baya başarılı, puanım bu hatırlardan 6.. Filmde en dikkat çeken olaylardan biri de Rain'den Yodel Song icrası, linki burada efenim..

180916
Oku..

Şaka ile Karışık (1965)


Yazan yöneten Osman Seden, rahmetli Tarık Akan'lı Ateş Böceği (1975)'nin yönetmeni, efsane Kemal Sunal'lı İnek Şaban (1978), Bekçiler Kralı (1979) gibi filmlerle Şaban karakterinin ve daha da önce Cilalı İbo karakterinin yaratıcısı bir filmci abi. Ya, kaç film yazıp yönetmiş sayamadım, çoğu da mutlaka bilinen filmler, listesini merak eden buyursun: Osman Seden Filmografi.. Çok çok değerli, fakat insanın içinden geçmiyor değil 'keşke daha seçici davransaymış da her fikri film etmeseymiş, nasıl izlenecek bunlar' diye.. Hep kendini düşünüyor insan.. Değerli Osman Seden kadar değerli bir başka -ve daha ünlü- isim Sadri Alışık başrolde..

Sadri Alışık, Ofsayt Osman diye bir karakteri oynuyor; hayatta karşısına çıkan her pozisyonda ofsayta düşmüş, şansı hiç yaver gitmemiş bir serseri. Serseri ama serseriliği de ofsayttan, elalem harbiden serseri bizimki bildiğin gariban serseri. Bir arkadaşı var, aslında gazeteci ama çaktırmadan güzel roman konusu bulmak için sızmış Ofsayt'ın yanına.. Neden Osman'ın yanında, çünkü harbi delikanlı o, en roman olacak hikaye onda.. Gün geliyor iki zengin Adanalı iş adamı, serserilerin dürüstlüğü üzerine inatlaşırken iş iddiaya gidiyor, bir serseriye milyon lira emanet edip harcayıp harcamayacağına bakıyorlar. Osman bu, harcar mı, sığar mı delikanlılığa?!


Filmde üç tane kadın karakter var. Bir, iş adamlarından birinin Avrupa'da eğitim görmüş kızı; iki, yan köşkteki adamın aşüfte karısı; üç, küçük hasta kardeşinin Amerika'da tedavi görmesi için paraya ihtiyacı olan mazlum şarkıcı.. Girişte yazan üç kadın ismi de: Filiz Akın, Ajda Pekkan ve Çolpan İlhan.. Hangisi kim inan anlamak çok zor filmde - siyah beyaz diye sanırım bi de eskiden kadınlar ne kadar aynıymış, dedim Pekkan'daki estetiği unutup.. Gerçi mazlum şarkıcı büyük ihtimal Filiz Akın..
Serseri reislerinden biri de Vahi Öz, yani ya.. Bu kadar önemsiz tipe bu kadar güzel oyun yazmak da işin eğlencesi galiba. Hikayeye katkısı çok az ama çok göz önünde, yani ya..
Tatlı bi kız buldum, dedim ki, izledin mi sen bu filmi, hee ağlamalı o film, dedi.. Doğru, ağlamalı ama sonu ağlamalı bi tek, gerisi komple gülmeli gibi..


Bu film ve esas oğlanı Ofsayt Osman karakteri klasikleşmiştir artık.. Peki nereden anlaşılır bi filmin klasikleştiği, nihayetinde, çok çok efsane ama unutulan, kimsenin muhabbetini etmediği filmler de vardır?..
Bi filmin klasikliği o filmin güncelde bahsi geçiyor olmasıyla ölçülür; bence. "Bu da mı gol değil hakim bey?" feryadı Osman'ın, bkz. Cem Yılmaz filmleri...
Aynı sahneyi birkaç dizide daha gördüm mesela. Bi televizyon varsa ve eski Türk Filmi açıksa o ekranda, ya Ofsayt Osman'ın o feryadı ağlatıyordur karakteri, ya Şaban'ın, Şener Şen'in bi repliği güldürüyordur. Yeşilçam denince akla gelen sahneler bunlar olur zamanla. Bu da bi iki işle olmaz, zamana yayar kendini. G.O.R.A. (2004)'yı izleyince demezsiniz ki "Cem Yılmaz demek ki hasta oluyo Sadri Alışık'a", ilk aklınıza gelen "Yeşilçam filmi bu!" olur. Ve hafızalara kazınır, klasik olur.

Cem Yılmaz bizzat şahsen kendi diyor bu filmi çok sevdiği için filmlerinde sık sık gönderme yaptığını bir röportajında.. Hangi röportaj lan o, diyen varsa, Mağara dergisinde, Ekim sayısında!..

170916
Oku..

Perişanım (1980)


Bu yazı, Mağara dergisindeki Cem Yılmaz Söyleşisi dolayısıyla yazılmıştır. Orada adı geçmese hayatta aklıma gelmeyecek bir film.. Yeşilçam'da gördüğünüz en büyük 'kötülük' neydi sorusuna verilen cevap, Narcos (2015- )'da Escobar yapmaz diye anlattığı; adamın kamyonun arkasına bağlanıp sürüklene sürüklene köye getirildiği sahne.. O sahne de bu filmde.. Peki söyleşi nerede?


Bir köy ağası, bir sürü bağlar, tarlalar.. Her şeyi olan ağanın bir de hayırsız evladı var, sadece hayırsız olsa neyse, bildiğin kötü adam; Eray Özbal.. Tarlaya işçileri -kamyonla- getiren götüren Ercan da, hem ağanın hem köyün göz bebeği, delikanlının önde gideni; Ercan Turgut.. Ağanın oğlu ve aynı ayarda arkadaşları, bir gün tarla dönüşü, güzelce bi kızı, kıstırıyolar ve Fatmagül ediyolar oracıkta.. Yazık, kızın dünyası başına yıkılıyor; Canan Perver..

Olayı öğrenen ağa, zaten adı çıkmış oğlunun bu vukuatı da duyulursa köylüler işi bırakır, hasat yanar, gider paracıklar diye düşünüp olayı Ercan'a kitliyor.. Vefa borcu olan ağasına karşı çıkamayan Ercan, tecavüzü üstlenip, kızla evleniyor.. Kızın babası, kızın namusu kurtuldu diye rahatlıyor ama ne kız, ne Ercan memnun bu durumdan.. Fakat bu orta gol getiriyor, aşk başlıyor..


Erdoğan Tünaş'ın yazdığı filmin yönetmeni Temel Gürsu.. Filmde, ağa, anne, amca falan gibi rollerde: Hüseyin Peyda, Yıldırım Gencer, Aliye Rona ve Reha Yurdakul gibi kallavi isimler yer alıyor.. Filmdeki esas kızımız Canan Perver'in -çok da kalabalık olmayan- filmografisine bi göz atınca Perişanım (1980)'dan önce şöyle filmlerde oynadığı görülüyor: Derbeder (1977), Çaresiz (1978), Yanmışım (1979)..

Söyleşide söz konusu sahne zikredildiğinde, hareketin kötü adam tarafından yapılıyor gibi düşünülmesi kaçınılmaz.. Ama aslında hiç de öyle değil ya.. Filmi merak edip izlemek isteyen için link burada.. Peki söyleşi nerede?

Cem Yılmaz Söyleşisi de Ekim'de 1. sayısıyla piyasaya girecek Mağara'da..

070916
Oku..

Pulp Fiction (1994)


Quentin Tarantino'nun, hikayesini -genelde ismi anılmayan- Roger Avary ile beraber yazdığı Pulp Fiction (1994), sadece gösterildiği dönemde değil günümüze kadarki geniş zamanda çok beğenildi, çok izlendi, Tarantino'yu Tarantino yapan film oldu. Bırak Tarantino'yu, L. Jackson'ı, Travolta'yı, hepsini ya, bütün kadroyu bu film aldı götürdü.

Son dönem FETÖ hileleriyle ün yapan kült bilgisayar oyunu GTA Vice City'nin esin filmlerinden oldu. Düşün bak, kült bi işe esin olmuş daha da kült bi iş bu.. Pulp Fiction (1994) kült ötesi bi konumda artık. Her sahnesi ezbere bilinen, her karesinden ayrı 'keps' yapılan, bir sinema şaheseri.


Kurgusu ve hikayesi çok basit olduğu için bu kadar sevildiğini düşündüğüm bir yapım. Galiba çıkışı Haldun Taner'e ait olan şu laf geldi hemen aklıma: Sadelik en üst mertebedir. Haldun Taner değilse bile usta tiyatroculardan biriydi, ne fark eder, her türlü güzel laf, şahane tespit. Her işimizde uygulayabileceğimiz bi düstur.

Filmi anlatmama gerek yok bence ama bi küçük geçeyim: Bi zenci patron var, iki adamını bi emanet almak için bi adrese gönderiyor. Kendi de bi boksörle şike için anlaşma yapıyor. Ve olaylar gelişir. Girift kurgunun en sadesi uygulanmış. Komple film on sahne falan herhalde.. Bi kafede ortasından başlayan hikaye, bi başa bi sona derken sonuyla devam ediyor ve başa dönüyor ve ortasına geri gelerek bitiyor.


Filmde, Tarantino diyalogları, Tarantino açıları, Tarantino kanları ve Tarantino'nun kendisi görülüyor. Kadroyu da çabucak yazıp sizi -her izlediğimde başka bir ayrıntısını görüp hayran olduğum filmle- tekrar baş başa bırakmak istiyorum. Vakit buldukça izlenecek, unutulmasına fırsat verilmeyecek bi film.. Samuel L. Jackson & John Travolta, Bruce Willis & Maria de Medeiros, Ving Rhames, Uma Thurman, Tim Roth & Amanda Plummer, Eric Stoltz & Rosanna Arquette, Angela Jones ve Christopher Walken ve Harvey Keitel..

Film, imdb en yüksek puanlılar listesinde 7. sırada ve o sene Oscar'da 7 kategoride ödüle aday gösterildi; En İyi Senaryo Oscar'ı sahibi.. Benim puanım 9/10..

040916
Oku..