Loving Vincent (2017)


Vincent van Gogh'un ölümünden bir sene sonrada geçiyor hikaye. Kardeşi Theo'ya yazdığı bir mektup teslim edilemeyip geri gelmiş. Ancak Vincent da o arada intihar ettiği için, mektup öyle sahipsiz kalmış. Daha önce kulağını kesip bir fahişeye vererek adını deliye çıkaran Vincent, kendini karnından vurmuş ve yaralı halde yaşadığı pansiyona dönmüş, bir süre sonra burada, yatağında ölmüş, yitmiş.


Kardeşine sık sık mektup yazan Vincent'ı tanıyan postacı Joseph Dayı, mektubun zayi olmasını istemiyor, oğluna neredeyse yalvararak, Theo'yu bulup mektubu vermesini söylüyor. Armand'ın yolculuğu böyle başlıyor. "Delinin birinin mektubundan bize ne, neden uğraşıyoruz ki?" dese de babasını kırmıyor. Theo'yu bulmak için çıktığı yolculukta Vincent'ın hayatına dokunmuş pek çok kişiyle tanışıp, Vincent'ı farklı bakış açılarından tanıma imkanı buluyor. Ve bize de aşırı derecede keyifli bir hikaye sunuyor. Bir de böylesi bir teknikle birleşince..

Dorota Kobiela ve Hugh Welchman'ın yönetmenliğindeki animasyon filmde pek çok ressam, sayfalarca çizim yapıp, boyayarak oluşturmuşlar filmi. Önce oyuncularla filme alınan hikayenin kareleri, plan plan van Gogh tarzında resmedilerek birbiri ardına konup hareketlendirilmiş. İzlemesi inanılmaz keyifli bu görsel fantezinin sonunda, muhteşem bir albüm yer alıyor. Albümde görüyoruz ki, filmde izlediğimiz karakterlerin hepsi, 8 senede 800+ eser üreten Vincent'ın daha önce resmettiği kişiler. Yani filmdeki postacının gerçekten van Gogh tarafından yapılmış portresi var, arkadaşı Dr. Gachet'nin de mesela. Çok meşhur tablolar hatta ama filmi izlerken fark etmedim onlar olduğunu.


Doğa manzaralarını tuvallerine taşımayı sevdiği kadar insanları da -özellikle çevresindeki insanları- da ölümsüzleştirmiş dahi Hollandalı. Kadroda yer alan isimler: Douglas Booth, Helen McCrory, Eleanor Tomlinson, Jerome Flynn ve Saoirse Ronan.. Akademi Ödüllerinde En İyi Animasyon Film adaylığı bulunmakta, bana kalsa.. keşke bu alsa.. Tören 4 Mart'ta.. 8/10

27 şubat 2018
Oku..

Black Panther (2018)


Olmayan bilmez, bir evde küçük kız kardeş varsa o evin enerji seviyesi yüksektir. Var bizde bi tane, yatılı okuyor liseyi, haftaiçi evde yok, haftasonu oluyor, eve neşe geliyor. Bıdır bıdır konuşur, sürekli güler, herkese bi şey sorar, herkese bi şey anlatır. Konuşacak bi şey bulamazsa çaktırmadan sataşır, kudurmak ister. Bugün bu neşe kaynağıyla gittik sinemaya. Tesadüfe bakınız ki, bir tane de perdede vardı aynısından.

Neşesaçar Shuri'nin kral babası öldü bir süre önce, abisi kral olacak. (Captain America: Civil War (2016)'da izledik bu acı kaybı!) Wakanda diye bir Afrika ülkesinin kralı olacak T'Challa. Sosyal sorumluluk mücadelecisi sevgilisi Nakia, ülkenin teknoloji uzmanı, yetenekli, eğlenceli ve patavatsız kız kardeşi Shuri ve de hanım sultan anneleriyle beraber güzel bir yuvası var kral kardeşimizin.


Ülkenin çok değerli bir madeni olan Vaybrenyum'u sömürgeci ülkelerden korumak için, nesiller önce, gizli bir toplum olma kararı almışlar. Kararı almak çok kolay olmamış, savaşlar çıkmış ve o sırada oradan geçen bir siyah panter içlerinden en güçlüsünü lider belirlemiş ve ona kendi ruhundan bir parça ve dolayısıyla süper kahraman güçleri vermiş. Ama yanlış anlaşılmasın, Black Panther olunca kral ve güçlü olunmuyor, en güçlüysen eğer, kral ve devamında Black Panther oluyorsun. Black Panther'in görevi de Wakanda'yı ve Wakanda'yı Wakanda yapan Vaybrenyum'u korumak, kollamak. Vaybrenyum, Wakanda'nın teknolojide bütün ülkelerin çok ilerisinde olmasını sağlamış.

Krallıkla beraber sorumluluklar da beliriyor hemen, mecliste ve hatta Nakia gibi daha da yakınlardan sitem işitiyor: "Teknolojik imkanlarımızı insanlığa sunsak, kimsesizlerin kimi olsak" temalı söylemlerin yanında, "Çok kuvvetli silahlarımızı ezilen siyah kardeşlerimizle paylaşsak" gibileri de söyleniyor. Fakat bu gizli imkanların duyulması, Wakanda için tehlikeli olabilir. Ve kötü adamlar her an üşüşebilir..


Düşük beklentiyle gittiğim her Marvel filmi gibi bu da baya güzel çıktı. Hiç beklemezken çok eğlendik. Çizgiroman uyarlaması olduğunu belirtme ihtiyacı duymadığım, animasyon dizisi haricinde ilk defa Captain America: Civil War (2016)'da gördüğümüz Black Panther'i, Chadwick Boseman oynuyor. Kadrodaki diğer isimler: Letitia Wright, sempatik çikolatayı henüz birkaç ay önce Black Mirror'ın en son bölümünde izledik; Lupita Nyong'o, 12 Years a Slave (2013)'le Oscar kazanmıştı; kötü adamları oynayan Michael B. Jordan'ı Creed (2016)'ten, Andy Serkis'i ise efektle yaratığa dönüştürüldüğü herhangi bir filmden tanıyabilirsiniz, gerçi baya kilo almış tanıyamayabilirsiniz de; Daniel Kaluuya, Get Out (2017)'taki performansıyla bu sene Oscar adayı; son olarak da Martin Freeman, Hobbit Serisinin Bilbo Baggins'iydi.. Serkis de Gollum'du zaten.. Yönetmen: Ryan Coogler..

Black Panther, çok arayı soğutmadan, iki ay sonra Avengers: Infinity War (2018)'la yeniden karşımızda olacak. Bu arada -gelecek programı verince aklıma geldi- sene oldu bak bilmem kaç hala daha Marvel filminde jenerikten sonra sahne olduğunu bilmeyen seyirciler var. Çok tatlı bi sahne kaçırıyor bunu bilmeyenler, haberiniz olsun!

24 şubat 2018
Oku..

Inception (2010)


Rüyanızdaki kişilerle iletişim kurduğunuzda, konuştuğunuzda veya beraber bir şeyler yaptığınızda o an çok normal gelir bu durum. Dünyanın en saçma şeyi bile rüyadayken çok normaldir. Mesela çok samimi olmadığınız bir komşunuzun birkaç kez gördüğünüz annesiyle beraber ata binebilirsiniz rüyanızda ve uyanana kadar bunun saçma olduğunu düşünmezsiniz. Her şey mümkündür. Küçük bir kalabalığa bilimsel bir konuşma yapabilirsiniz ve ben bunları nereden biliyorum diye düşünmezsiniz. Daha önce hiç görmediğiniz bir kiliseyi gezerken bulabilirsiniz kendinizi. Rüyanızdaki gördüğünüz her şey sizin tasarımınızdır ve her şeyi bilebilirsiniz. Bu fikir benim aklıma geldiğinde lisede falandım. Normalde %3'ünü falan kullandığımız söylenen beynimizin, rüyalarda tamamını kullanıyor bilinçaltımız diye düşünmüştüm.


Bir süre sonra da, -daha doğrusu kitap okuma alışkanlığımın geliştiği dönemlerde Tanrı kavramına başka açılardan bakan hatta bazen sorgulayan nitelikte metinler okuduğumda- farklı şekillerde düşünmenin mümkün olduğunu buldum. Dedim ki, rüya gibi düşün. Şu an gördüğüm her şeyi ben uydurdum, sabah okula gittiğimde ders anlatan bir öğretmen olmasını kurguladım ve oradaydı, onu oraya ben yerleştirdim. Öğretmenin derste anlattığı her şeyi ona ben söyletiyorum, tıpkı rüyadakiler gibi. Peki neden bu ben her şeyi bilmiyor o zaman, sınavlardan düşük not almalar falan neden?!  Çünkü böyle olmasını istiyor, her şeyi bilmemem gerektiğini düşünüyorum. Neden çok zengin değilim? Tamam hadi değilim de neden çok zenginler var?

Şöyle cevaplamıştım bu sorularımı: Diyelim, çok beğendiğim bir film var, inanılmaz çok aşırı keyif alıyorum onu izlerken. Ya da bir müzik olsun. İşte bu tarifsiz keyfi almak için böyle bir rüya tasarladım. Tam da o anda, bu zeka seviyesinde, bu maddi imkanlara sahip ve bu tarz kıyafetler tercih ettiğim için o keyfi alıyorum. Onun için rüyamın böyle olması gerekiyor. O an için ne daha zengin olmalıyım, ne de bir tık daha yakışıklı bir hal almalıyım, yoksa denge bozulacak. Atıyorum beş sene sonra da başka bir şeyden aldığım keyif için geçerli olacak o anki ben. Ve buna hayat, hatta kader deniyor.

Aşık olduğum ama benimle ilgilenmeyen kızı, ailemi, okul üniformamı, telefonumu, hepsini ben tasarladım ve yerleştirdim buraya. Daha iyi olamaz mıydı, tabii ki olabilirdi, başkalarında gördüğüm daha iyilerini de ben kurguladım zaten ama o zaman bu ben olmazdım. Peki bu rüyadan uyanabilir miyim?! Bu haliyle, basit bir yaradılış teorisi gibi duruyor di mi..


Evet şimdi film hakkında yazabilirim. İleri psikolojiyle mimari bilgisini birleştiren tipler var filmde. Teknikte boğulmadan hızlı geçiyorum, birinin bilinçaltını ele geçirip, yarattığınız rüyasına girmenizin mümkün olduğu bir ortam. Mesela, müşteri geliyor, "unutmak istediğim anılarım var" diyor. Müşterinin bilinçaltını kullanarak, mimari tasarımını yaptığınız, her detayını kurguladığınız rüyasına giriyorsunuz ve o anıyı yok ediyorsunuz. Müşteri uyandığında sadece rüyasını bile hatırlamadığı bir uykudan uyanıyor ve öyle bir anısı olduğunu unutuyor. Peki tam tersi istenirse, birinin aklına bir fikir gelmesi gibi basit bir şeyi, kendi duygularıymış gibi göstermek gerekirse.. Buna fikir ekimi diyorlar, bir fikrin başlaması, inception..


Rüya içinde rüya diye, zamanında çok konuşuldu film. Çok başarılı bir Nolan Sineması örneği: Felsefesi iç gıdıklayıcı, tekniği göz doldurucu! İnanılmaz bir dünyada, sürükleyici bir aksiyon izletiyor film. Hikayenin yeterince derinliği yokmuş gibi başrol Cobb'un eski eşiyle mücadelesi de filmin dram yönünü yükseltiyor. Size başta anlattığım 'gerçek, aslında rüya olabilir' fikri, filmde de ortalığın karışmasına sebep oluyor..

İyice kavramak için birkaç kez izlenmesi gereken filmlerden belki, zira izledikten sonra kafasının yandığını söyleyenlerin sayısı pek az değildi. imdb.com'un En İyi 250 Film listesinde 14. sırada yer alan, 4 teknik Oscar sahibi -En İyi Film dahil 4 de ödülsüz adaylığı olan- filmin kadrosu da yıldızlar geçidi: Leonardo DiCaprio, Marion Cotillard, Joseph Gordon-Levitt, Ellen Page, Tom Hardy ve Cillian Murphy.. Muhteşem film..

22 şubat 2018
Oku..

Newness (2017)


"Ne de güzel gidiyordu, çok mutlulardı, n'oldu şimdi" temalı filmler yapan ikilinin, beraber üçüncü filmi bu; daha önce Like Crazy (2011) ve Breathe In (2013) filmlerini Ben York Jones yazmış, Drake Doremus yönetmiş. Newness (2017)'ın başrollerinde Nicholas Hoult ve Laia Costa var. Hoult, Mad Max: Fury Road (2015)'taki performansıyla popüler olmuş acayip donuk bakışlı bi çocuk; Costa ise Victoria (2015) gibi efsane bir filmle tatlılığını bütün dünyaya göstermiş bir İspanyol güzellik. Bu isimlere, Danny Huston, Courtney Eaton, Pom Klementieff ve Jessica Henwick eşlik ediyor. Ben boş isim saymam he, filmdeki güzel kızları yazdım buraya, ayık olun!

Akıllı telefon uygulamasıyla karşı cinsten bir çok tiple buluşup, tek gecelik hatta birkaç saatlik ilişkiler yaşayan Martin ve Gabi, bir gün birbirlerine denk gelirler. Gayet iyi anlaşır, çok tatlı bi çift olurlar. Birbirlerinden hiç sıkılmayacak gibidirler. Ama gibidirler işte, bir gece biraz uzaklaşırlar ve sanki sadakatsizlik hazır bekliyordur, o gece ikisi de başkalarıyla birlikte olur. İtiraflar gecikmez. İlişkilerine yeni bir şekil vermek isterler, "madem birbirimizi seviyoruz, başkalarını arzuladığımızda kendimizi tutmayalım ama yeter ki haberimiz olsun" derler. Ve open relationship dönemi başlar.


Bak ciddi söylüyorum, elime geçirdiğimi fırlatacaktım kafalarına. Arkadaş, siz ne güzel çifttiniz, nereden çıkarıyorsunuz böyle denemeli yanmalı işleri. Çok güzel film. Bir ilişki nasıl bok edilir onu anlatıyor. O kadar sevmiştim ki karakterleri, çevremden, arkadaşlarımdan gibi olmuşlardı ilk yarım saatte. Ben yanmiyim de kimler yansın!..

Teknik olarak çok büyük bir numarası olmasa da hikayesiyle dikkat çeken bir film. Ara ara çalan müzikleri de beğendim, Shazam hep açıktı. İzleyin ama benim kadar kaptırıp üzmeyin kendinizi..

21 şubat 2018
Oku..

La Casa de Papel (2017- )


Bir anda büyük sükse yapan dizi, tüm dünyada çok ilgi görüyor. Ama Mayıs'ta İspanya'da bir televizyon kanalında yayınlandığında bu kadar tutacağı tahmin edilemedi, ne zaman ki Aralık'ta Netflix'e yüklendi, pek çok kişiye ulaştı ve olan oldu.

Alex Pina'nın yaratıcısı olduğu dizi, tek sezon olarak kurgulanmış, 70-80 dakikalık 15 bölümden oluşuyormuş. Bir kısmı yayınlanan dizi o arada Netflix'le anlaşmış ve Netflix'e yükleneceği zaman tekrar kurgulanmış, süreleri kısaltılıp 19 bölüm olacak şekilde ayarlanmış ve 13+6 şeklinde iki sezon sunulmuş. Kimse de niye ki dememiş, "Zaten hepsini birden yükleyiveriyorsun Netflix, niye iki sezon?!" Gerçi ben Netflix'te izlemedim, diğer dizi sitelerinde gördüm, açtım. Bu arada Rusça dublajı var galiba piyasada, dikkat edin, ben düştüm birkaç bölüm, siz düşmeyin! Hala emin değilim gerçi, İspanyolca mıydı Rusça mıydı diye..


İspanya'da darphane soygunu! Darphane ki para basılan yer demek!.. 5 yıl bu plan üzerinde çalışan Profesör lakaplı genç dahimiz, ekibi topluyor. Ekiptekiler, çeşitli özelliklere sahip kriminal tipler. Büyük vurgun yapılacak, kaçılacak, güzel bir kaçış planı hazırlanmış. İçerde rehineler olacak, kapıda polis olacak ve ekip içerde para basacak. Plan bu! Hazır parayı almayacaklar, kendi paralarını basacaklar ki seri numarası takip edilemesin. Bu sebeple dışarıdaki polisi ne kadar oyalarlarsa o kadar fazla para basabilirler.

Geçen haftalarda bir gün, havalimanındayım, uçağa bineceğiz, bilet kontrolünde sırayla alıyorlar ya, arkamdaki liseli grup bu diziyi konuşuyor. Pijler susmadı uçağa girene kadar, her detayını anlattılar birbirlerine. Lan daha izlemedim de diyemedim, dinledim baya. Sonra açtım diziyi, alakası yok anlattıklarıyla! Yani şöyle, "Dali maskesi takıyolar abi, hepsinin bi manası var, çok felsefesi olan dizi.. Felsefe de felsefe.." falan diye konuşuyolar böyle.. Ben izlerken, evet Dali, tatlı detaymış, deyip geçtim. Tabii ki hoşuma gitti, felsefesi var, evet ama o kadar. Yani onları dinledim diye diziden zevk alamama diye bir şey de olmadı. Bazısı çok korkuyo sürprizbozan/spoiler'dan ya, sözüm onlara..


Muhteşem bir ekip, harika bir plan, şahane bir kurgu! Büyük heyecanla takip edilecek bir macera.. Dil İspanyolca, trankela puta.. Kadro yerel lezzetlerden oluşuyor, başrol Alvaro Morte. Ekipteki kızların hepsinin burnu maşallah: Itizar Ituno, Ursula Corbero ve Alba Flores; ilki polis, diğer ikisi soygun ekibinden.. Rehinelerde de efsane tatlı tipler mevcut: Maria Pedraza, Esther Acebo ve Clara Alvarado..

Dili ve dinamizmiyle izlenebilir, herkese önerilir bir dizi. Hem çıtırcık, 19 bölüm, aç-bitir dizi..

20 şubat 2018


Çok aşırı tuttu ya, beklenen oldu, 3. sezon çekileceği duyuruldu geçen günlerde Netflix tarafından! Haydi bakalım.. Heyecanla bekliyoruz!..

21 nisan 2018


3. sezonu çok severek izledim. 2. sezonun sonundaki çapraşık aşk hikayesi herkesin tadını kaçırdıysa da bu sezon çok beklendi. 3. sezondan bir paragraf bahsedeyim.

Muhteşem kaçışın ardından ikili ikili dünyanın çeşitli yerlerine dağılan ekip için acil durum planı da düşünülmüş. Kimse kimsenin nerede olduğunu bilmeyecek, ancak bir şeye ihtiyacınız olursa bir takım akıl zorlayan yöntemle Profesör'e ulaşılabilecek ve gerekirse o toplayacak ekibi. Nitekim birinin başına bi şey gelmesi sonucu ekip tekrar toplanıyor. Herkesin sakin sakin hayatına devam etmesi gerekirken Tokio her zamanki orospuluğunu yaparak, eğlenmelere çıkıyor ve olan oluyor. Rio'yu polis yakalıyor. Rio'nun serbest bırakılmasını sağlayacak bir planı var Profesör'ün.


8 bölümlük 3. sezon trank diye en heyecanlı yerinde bitiveriyor. 4. sezon için izin çıkmasa çok yazık olurdu gerçekten. Bu sezon devreye giren ve izlemekten zevk alacağınız bir polis yetkilimiz var: Alicia Sierra (Najwa Nimri). Bu tarz karakterleri izleyince, iyi ki kötü adam değiller, yoksa nice olurdu dünyanın hali diyeceğimiz geliyor. Hani oluyor ya böyle kötü davranışlı iyi niyetliler.. Öyle..

18.08.2019


4 gelmiş hoş gelmiş, gelmese zaten ortalarda kalırdık, neydi o öyle aksiyonun ortasıdna sezon mu bitirilirdi. Rio'yu kurtarma planı olarak ortaya konan İspanya Merkez Bankasının altın rezervi temizliği devam ediyor. Zınk diye bite 3. sezon zort diye kaldığı yerden devam ediyor 4'te.. Ne bi özet ne bi bişey.. İşin acayibi 4'te öyle bitiyor, salladıkça sallıyorlar finali.. Sallıyolar derken sıkıcı geçmiyor bölümler ama durduk yerde aksiyonlarla kendilerine hikaye çıkarıyorlar..

Bu büyük altın soygunu için her bölüm biraz daha detay öğreniyoruz. Her zora düştüklerinde, aslında bunlar düşünülmüştü bakın planımız bu, aslında o da düşünüldü şimdi de şunu yapıyoruz diye iş iyice dallanıp budaklanıyor. Plan yoksa da o an ortaya yeni planlar konuyor ve durum kurtarılmaya devam ediliyor. Kim tarafından: El Profesör!..

4 Nisan 2020
Oku..

American History X (1999)


Eşitlik diyerek siyahlara pozitif ayrımcılık yapıldığını düşünen, toplumun saf-beyaz anarşist gençlerinin birbirlerini gaza getirmeleriyle ortaya çıkan çeteler, tüm dünyanın cani dediği Hitler'e sempati duymaya evrilirse ne olur?!. Neonazizm deniyor buna, Dazlaklar.. Bu filmde Amerikan karşılığını izliyoruz. Pek çok ülkede, kültürde kendine yer bulmuş bir akım bu, ırkçılık temelli farklı kabullenemeyişler. Fakat unutulmasın, aşırıya kaçtığında zararlı oluyor bu kabullenemeyiş. İlber Ortaylı'nın bir lafı var, "En az milliyetçi yine Türkler, o kadar da olması lazım zaten!" diye. Film 90'lı yıllarda geçiyor. Hala daha devam etmiyor mu sanki?!. En basit, en yakınımızda ve bu yüzden de en yakıcı olan örneği vereyim hemen, -artık kimlik aldıkları için şöyle de diyebiliriz- Suriyeli Türkler!


Derek Vinyard, genç yaşta itfaiyeci babasını kaybetmesinin ardından, içinde bastırılmış milliyetçi duygular açığa çıkmış. Fakat iyi eğitimli olması ve düzgün bir ailede büyümesi bu aşırı duygularını frenlemesini sağlıyor. Gün geliyor, fren tutmaz oluyor; gençlik ateşiyle anarşist eylemlere kalkışıyor arkadaşlarıyla. Asya-Amerikan bir sahibi olan ve Asya-Amerikan işçiler çalıştıran bir markete saldırıyorlar: "Bizim mahallemizde, biz iş bulamazken siz burada ne ayak!" diye dalıyorlar cam çerçeve. (Suriyeli Türkler örneğini hatırlatmam gereken nokta burası!) O saldırıdan sonra çete, 'çete' oluyor ve toplantılar düzenleyip, silahlanıp, çeşitli gaz verici konuşmalarla aşırıya yönlendiriyorlar birbirlerini. Bir gün arabasını soymaya çalışan Afro-Amerikan üç kişiye silahını doğrultan Derek, ikisini öldürüp hapse giriyor.

Film bundan sonra başlıyor asıl. Hapse girmiş abisini rol model edinen Danny Vinyard ve hapiste bambaşka bir adam dönüşen Derek Vinyard. Öncesinde Derek'in, şimdi de Danny'nin öğretmeni olan gayretkeş siyahi Dr. Sweeney'nin, Danny'ye hastalıklı görüşleri konusunda yardımcı olma çabası takdir edilesi.

David McKenna'nın yazdığı Tony Kaye yönetimindeki film, 'ırkçılık yapmayın' diyemiyor. Gösteriyor ki bazen eşitlik diyerek pozitif ayrımcılık yapılıyor olabilir, bunun engellenmesi de gerekiyor olabilir ama bunu yaparken hırslarınıza kapılıp insanlıktan çıkmak doğru değildir. Nefret duygusu çoğu zaman sahibine zarar verir. Bu duyguya sahip bireylerin çoğalması da toplumu yozlaştırır. Film söyleyeceğini söylüyor, çekiliyor kenara. Peki gerçek hayatta ne oluyor?! Dün akşam haberlerde vardı, artık Türk vatandaşı olan Suriyeli bir delikanlı, İstanbul'da genç bir kıza saldırmış, taciz etmiş. Bir önceki haber de Suriye'de şehit düşen Türk Askeri haberi. Annem diyo ki "Al, buyur!" Kim, nasıl demesin, "Al, buyur!"..


imdb.com'un En İyi 250 Film listesinde 31. sırada yer alan American History X (1999)'in başrolü Edward Norton, o sene Oscar'a da aday gösterilmiş ama ödüle -İtalyan filmi olan- La Vita e Bella (1999) ile Roberto Benigni'yi daha layık bulmuş Akademi. "Al, buyur!"

20 şubat 2018
Oku..

Philomena (2013)

Konuk Yazar // Kadir Akbulut


İngiltere menşeli olup Hollywood’da üretmeye devam eden birinci sınıf yönetmenler arasında Stanley Kubrick, Alfred Hitchcock ve Ridley Scott gibi ustaları sayarken, Stephen Frears’ı vizyon sahibi oluşu ve samimi hikayeleri ile bu yönetmenlerin yanında saymamak için bir sebep yok. Doksanların başından bugüne değin yaptığı kalburüstü işlerin çoğunlukla kendi coğrafyasına dair olması adını saydığım yönetmenlerden onu ayıran bir özellik. Philomena / Umudun Peşinde filmi usta yönetmenin maharetli elinden çıkan en son iş.

Philomena Lee’nin henüz çok gençken tek seferlik denilebilecek bir ilişki sonrası hamile kalıp manastırda soluğu almasının akabinde, çocuğunun, Amerikalı varlıklı ailelerden birine kendi rızası olmaksızın evlatlık verilmesinin hikayesini, yıllar sonra bir umut çocuğunun peşine taa Amerikalara kadar gidiş sürecini izliyoruz.

İşinden ayrılmak durumunda kalmış bir gazeteci olan Martin Sixsmith ve yıllarca çocuğuna olan özlemi içinde derin bir yara açmış emekli hemşire olan Philomena Lee soluğu Amerika’da alırlar. Sixsmith, editörünün bir siparişle onu gönderdiği bu yolculukta aslında yapmak zorunda olduğu iş ile yaptığı işin manevi boyutu arasındaki anlam katmanı filmin anlatısının itici gücü. Kaybeden hallerinin ortaklaştırdığı şekliyle yola çıkmışlarsa da asıl tutku ve özlemin kaynağı olan Lee’nin dilemma durumları yolculuğun akıbetini belirliyor.


Martin, dinsel bir olayla bağ kuramıyorken Philomena’nın dinsel bir ritüele olan bağlılığı, Martin ve Philomena’nın genel kültür bağlamında farklı bir altyapı barındırmalarına karşın temelde birbirlerine olan benzerliği dikkat çekici. Martin, deneyimlediği durumlar sonucunda bazı aydınlanmalar yaşayıp dinsel hassasiyetlere girse de Philomena kadar affedici bir kimlik kazanmış olmuyor.

Tesadüflerin işin içinde bariz şekilde oluşu olayların gelişiminde de yer buluyor. Bütün bu hikayenin ilgi çekiciliği bir çok hayati durumu içinde barındırmasıyla da doğru orantılı. Rahibelerin korunaklı ve gizli politikaları ile aranan kişinin özgün halinin bir arada olduğu bu olayda, en çok da bir annenin kendi canından kanından olan varlığa dair özlemi ortaya çıkıyor.

İngiliz yönetmenlerle başlayıp İngiliz aktrislerle sonlandırayım. Maggie Smith, Vanessa Redgrave ve Judi Dench gibi yaşayan üç büyük İngiliz aktrist varsa, bunlardan belki de en kıdemlisi olan Judi Dench, Philomena Lee’ye hayat verip, seviyesi yüksek oyunculuğunu filmin her anına yayarken, ona eşlik eden Steve Coogan’ın sadece komediden ibaret biri olmayışını gösterip üstüne senaryoda klasını konuşturduğunu vurgulamalı.

Frears’ın bu gerçek hikayeyi elbetteki sinema için süslediği yerler vardır. Ama yine de başlı başına vurucu olan olayları, üstü kapatılan ve gerçeğin gizlenmesinin afişe edilmesi açısından da manası büyük bu isyan edilesi durumu sinema perdesinde izlemenin anlamı bir hayli fazla. Philomena Lee, umudunun peşinde giderken, düzen gibi gözüken düzenlerin içinde var olan düzmece yapıların ortaya serilmesi, aidiyet durumunun nelere kadir olabileceğinin kanıtlanması açısından yaşayan ve yaşama anlam katan değerli bir film.

(Bu yazı, iki sene önce yarın yani 14 Şubat 2016 tarihinde turkcealtyazi.org sitesindeki film başlığı altında incelemeler bölümünde yayınlanmıştır. Kadir Akbulut, paylaşıma izin vererek de yazılısinema'ya renk ve değer katmıştır, teşekkür..)

13 şubat 2018
Oku..

Phantom Thread (2017)


Her işini iyi yapan adam böyle değildir ama böyle adamlar genelde işlerini iyi yaparlar. "Nasıl adamlar" dediğinizi duyar gibiyim; bahsettiğim adamlar mükemmelliyetçi, disiplinli hatta zor insanlar olarak sıfatlanır, hadi yabancı yok burada, gıcık, kıl, uyuz da denir çoğu zaman.

50'lerde Londra'da geçiyor hikaye.. Memleketin meşhur elbise tasarımcısı Reynolds Woodcock, orta yaş üstü yakışıklı bir adam, evlenmemiş, ablasıyla beraber aile mesleği olan terzilik işini büyütmüş, bir çok ünlü ve zengin ismi hatta prensesi giydirmiş. Woodcock markasını zirveye taşımış. Bir gün bir restoranda garsonluk yapan Alma ile tanışır. Alma, Reynolds'un gıcıklıklarıyla çok geçmeden tanışır ama belli ki hoşuna gider bu tavırlar. Evet anlaşmak zordur bu adamla ama keyifli olan zoru başarmaktır. Mıdır?! Emin miyiz?!

Çok güzel hikaye, aman da nasıl efsane falan diyemem ama güzel, teknik olarak başarılı, seyir zevki kuvvetli bir film. Reynolds Woodcock rolüyle efsaneleşen bir Daniel Day-Lewis var orta yerde. Hani zaten beğenilmeyen performansı yok, çok iyi oyuncu ama bu havasını daha bi sevdim. Herkeste vardır o, yaparken fark edersiniz gıcıklık yaptığınızı ama onu yapmanız gerekiyordur, durdurmazsınız kendinizi. Bu, numara yaparsınız anlamında değil, olması gereken odur, normali odur diye yaparsınız. Yani Reynolds Woodcock, zor adam olduğunu bilir, çünkü böyle olmak lazım gelir ona.. Alma ise bunları bir zaman oyun olarak değerlendirir, patronluk taslıyor gibi yorumlar. Alma'yı Lüksemburglu Vicky Krieps oynuyor. Abla Cyril rolünde de Lesley Manville var.


Hikaye ilginç bir tepkiyle finalleniyor. Çoğu kimsenin beğenmeyeceği, anlamsız bulacağı bir tepki belki. Ama ben sevdim. Yazan yöneten Paul Thomas Anderson, ilginç bir sinemacıdır, Daniel Day-Lewis'le daha önce There Will Be Blood (2007)'ı yapmıştı. Lewis o filmle 2. Oscar'ını kazanmıştı. Phantom Thread (2017) ile de 4. Oscar'ını almaya çok yakın şimdi. Lesley Manville ise ilk defa Oscar'a aday gösterildi bu sene. Bu iki performans kategorisinden başka dört adaylığı daha var filmin: En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Kostüm Tasarımı ve En İyi Müzikleri.. Rakiplerini görmek ve kehanetlerimden haberdar olmak için buraya bakabilirsiniz.

Filmin müziklerini Jonny Greenwood yapmış, zaten bütün filmlerinin müziklerini ona yaptırıyor Anderson. Ama bu seferki başka olmuş, çok başarılı. İlk kez Oscar'a aday gösteriliyor Greenwood, bence tamamdır, olması gereken budur, heykelciği de alır bak yazıyorum buraya. Bi Greenwood, bi Day-Lewis; filmin yıldızları..

11 şubat 2018
Oku..

Ölümlü Dünya (2018)


Bu ara sinema salonlarında o kadar çok yerli film var ki, sevinsek mi üzülsek mi bilemiyor insan. İyi tarafı, bol bol yerli üretim olması, kötü tarafıysa gösterim fırsatı bulamayan kalitesiyle meşhur yabancı filmleri kaçırıyor olmak. Neyse ki yerli filmlerin de hepsi çok kötü durumda değil. Misal bu, Ölümlü Dünya (2018)!.. Dün arkadaşımla gidecez sinemaya işte, neler var, dedi, "Ölümlü Dünya, Cebimdeki Yabancı, Kayhan, Enes Batur.." dedim. Son ikisini duymamış olayım, tepkisi gecikmedi. Öyle diyoruz da, sabah Mesut Yar'da Enes Batur konuktu, "Filmi izlemeyenler beğenmiyor genelde, o acayip!" dedi çocuk, asdfghj, haklı abi! Ama şimdi bi filmin kötü olduğunu anlamak için iki saat işkence çekmeye de gerek yok, bazen hissedilir o, ve çok nadir patlar bu hisler.. Neyse, ölümlü dünya, çok kırmayalım çocuğu..

İşinde gücünde bir aile lokantası Anadolu Tat 1071. Babaları var, abiler, kardeşler, bir amca, bir yenge.. Ve bam bam bam! Aslında kiralık katil olan bu aile, yıllardır gizlilik içinde işlerini yürüten, tehlikeli bir şirketin uzantısı konumunda. Bir gün boş boğaz kardeşlerden birinin gizlilik ihlali yaptığı açığa çıkınca ortalık karışıyor.


Bi yerde okumuştum, başından sonuna kadar silahların susmadığı bir aksiyon filmi, diye tarif edilmişti. Unutmuşum bunu, filmin girişindeki lokanta sahneleri ve müzikler, İkinci Bahar tadında bir film izlicez havası yaratmıştı, silahlar çıkınca afalladım. Çok eğlenceli, güzel film olmuş. Tabii bazen işi basitleştiren küçük hareketleri görmezden gelerek yazıyorum bunları.

Mesela bazı yerde konuşmayı samimileştirmek için kullanılan bağlaç küfürler, olmamış mına koyim çok eğreti duruyordu. Ya da Sarp Apak bilmiyor küfretmeyi, bu da olabilir. Bi de İrem Sak, -bak normalde çok severim- böyle gülmemek için kendini tuta tuta oynamış, sanırsın Güldür Güldür sahnesinde.. Hoş değildi.. Bi de botoks yaptırmış galiba, o da hoş değil.. Aynı hoş değillik, filmin en sonunda rolden çıkan Mümtaz Taylan'da da vuku buluyor. Bi cümlecik daha sabretsen film diğer nesillere de kalsa keşke; anlık eğlenceleri için kültürel miras kavramını zayıflatıyorlar.. Hoş değildi.. He bi de Alper Kul'un karakteri biraz daha ciddi işlenseydi.. Yani biliyorum şimdi oturduğu yerden her şeye kulp takan tiplerden oldum ama biz de istiyoruz ki çok güzel filmler yapılsın be abi, bizim geleceğimiz lan bu filmler.. Sakin.. Bi Feyyaz'a bi şey demedim, o da Feyyaz zaten.. Doğu Demirkol, en iddiasız ama başarılı performanslardan biriydi filmde, tebrikler..

Ali Atay'ın Limonata (2015)'dan sonra yönetmenlik yaptığı ikinci filmi oluyor bu. Senaryosunu beş kişilik bir ekip olarak yazmışlar. E eğlenceli iş, eksikleri yok mu var, yani daha güzel olabilirdi ama işte o 'duymamış olalım filmleri'nin yanında bunlar efsane işler.. Sevgiler..

11 şubat 2018


Oku..

Selma (2014)


Filmleri internetten izlemek, ulaşım hızı ve ev konforu konularında cazip gelse de seyir kalitesi olarak çoğu zaman sınıfta kalır. Üstelik genelde yasal değildirler. Şartlar böyleyken, özellikle içinde bulunduğumuz Oscar döneminde, çoğu zaman ülkemizde vizyona girmemiş filmlere ulaşıp izlemek icap edebiliyor. Yabancı sitelerden, torrentlerden araklayıp, Türkçe altyazısını ekleyip, sitelerine yükleyen adminler çok hayır duası alırlar. Yalnız bilinir ki dua karın doyurmaz. Tık peşinde adminler, bazen bu yana yana aranan filmleri sitelerine yükleyemeseler de yüklemiş gibi yapıp tıkları topluyorlar. Beddua ile birlikte tabii.. Dua duadır, mesele dua artı tık..

Bu sene Oscar'da dört kategori için aday gösterilen Mudbound (2017) filmini izlemeye çalışıyordum. Film hakkında okumadım, etmedim. Afişini gördüm bi, siyah-beyaz çatışması diye yorumladım hemen, çok izlemek istemedim önce. Sonra işte dün, izleyecek film düşünüyorken, dedim açiyim onu, yazdım google'a çıktı hemen. Afişten hatırladığım, dolgun suratlı siyahi bi adam başrol, tanıdık biri değil. Neyse film başladı.


Martin Luther King'in, siyah insanlara vatandaşlık haklarını, hakkıyla kullanmalarını sağlamak için verdiği mücadele anlatılıyor. Memleketin bi ucunda Malcom X, bir ucunda bu yardırıyorlar. (X, o sene, King de ondan üç sene sonra suikaste uğrayacak) Yasaya girmiş, 'siyah vatandaşlar da oy kullanabilir' yazıyor ama yerel beyaz yönetimler sklemiyor yasayı. Onun mücadelesi. Düzenlenen eylemler çoğu zaman kanlı bitiyor. Dr. King eylemcilere, "Sakin olun, şiddete karşılık vermeyin ki olay büyümesin, biz sesimizi duyuralım yeter" diyor. Selma kentinden Montgomery'ye yürüyecekler, köprüden geçmeleri gerekiyor. Köprünün öbür ucunda atlı polisler bekliyor. 1965 senesinde o köprüde yürümek olay oluyor. Akıllı eylemlerin akıllı öncüsü olarak tarih yazıyor Luther King. Kafasını kullanarak azmedenin neler başardığını bütün dünya görüyor böylece.

Film bittikten sonra oyumu vermek için imdb.com'a girdim, bakıyorum, kadroda Carey Mulligan var. Alla alla, siyahı mı oynatmışlar acaba, ben mi atladım, nasıl bir makyaj ustalığı lan bu diye bi saniyede binlerce ihtimal dolandı kafamda. Sonra jeton düştü, admine hayır duamı göndererek Selma (2014) yazdım arama çubuğuna, ona verdim oyumu: 7/10.. Zamanında da hiç çekici gelmemişti, ondan izlememiştim bu filmi, böylece izlemiş oldum. Güzel film! Ama hala çekici değil. Yani şunu mu izlesem bunu mu izlesem seçeneğim olsaydı bunu seçmezdim. Yine de pişman mıyım, değilim, bir sürü şey öğrendim sonuçta! Mesela, internet üzerinden film izlerken önce kontrol etmek gerektiğini..


King'i David Oyelowo, sevgili eşini Carmen Ejogo, aktivist acılı bir anneyi Oprah Winfrey, dönemin Amerikan Başkanı Lyndon Johnson'ı Tom Wilkinson oynuyor. Kadrodaki diğer dikkat çeken isimler, Tim Roth ve Tesa Thompson.. Filmin yönetmeni, genelde siyah haklarını sinemaya taşımaya gayret eden, aynı zamanda yapımcı da olan Ava DuVernay hanımefendi.. Film döneminde En İyi Film ve En İyi Film Şarkısı Oscarlarına aday gösterildi, Glory Oscar kazandı.

Yani sonuç olarak Mudbound (2017)'un bi sahnesini bile izleyemedim henüz..

11 şubat 2018
Oku..

Darkest Hour (2017)


Bu sene bi acayip oldu, aynı mevzu birkaç koldan işlendi. Önce Avustralyalı yönetmen Teplitzky'den Nisan ayında Churchill (2017) yayınlandı, sonra Temmuzda İngiliz Nolan'ın Dunkirk (2017)'ü gösterildi. Son olarak da bu, Darkest Hour (2017), Eylülde ilk gösterimini yaptı, yönetmeni yine İngiliz, Joe Wright.. Anlatılan da İngiliz tarihi.. Dunkirk Limanı Efsanesi ve Çılgın Churchill..

Tuzlu Limonlu Sodaya Churhill deniyor; bunun Winston Churhill'in çok alkol tüketmesiyle bir alakası var mı diye düşünüyordum film başladığında. İngiliz Prensi, çok da heveslisi olmayarak, biraz mecburiyetten -yani alternatif olmadığından-, Winston'ı yanına çağırır ve İngiltere Başbakanı ilan eder.. Hitler almış yürümüş, birçok ülke Alman olmuş, Fransa da teslim olma noktasına gelmiştir, sene 1940.. Churchill göreve gelir gelmez, Fransa'ya destek gönderir. Fakat işler umduğu gibi gitmez, binlerce İngiliz askeri Dunkirk Limanında sıkışır kalır, üstelik üstlerinde savaş uçakları cirit atarken.

Daha önce, 1916'da, Çanakkale'de, Gelibolu'da bozguna uğrayan Churchill'in askerleri bu kez de Dunkirk'te denize döküleceklerdir. Ramak kalmıştır. Winston'ın karar vermesi gerekiyordur. Zorba Nazi anlaşmasını imzalamayı kabul edip, Hitler'in köpeği mi olunacaktır; yoksa Dunkirk'tekiler başta olmak üzere bütün İngilizlere savaşma emri verip özgür ölmeleri mi sağlanacaktır?!. Winston bir kez daha binlerce askerinin öldürülmesini kaldıramayabilir. Kafası çok karışıktır. Bir türlü karar veremez. Meclise gidiyorken bir anda makam arabasından inerek kalabalığa karışır, metroya iner. Vagona girdiğinde şaşkın gözler onu izlemektedir. O da halka danışma fırsatı bulduğu bu konuyu hemen meclise yetiştirir: "Anlaşma manlaşma olmayacaktır. Gerekirse çoluk çocuk herkes ölecek ama memlekette Alman işgaline izin verilmeyecektir. Bu arada Dunkirk'teki askerleri de yine halk kurtaracaktır."


Nolan'ın Dunkirk (2017)'ü direkt olarak savaş alanında, uçak sesleri altında, ölümü bekleyerek geçiyorken, söz konusu diğer iki film de Winston Churchill'in yönetimindeki mecliste, savaş alanındaki akıbeti belirlemeye ayrılan sıcak saatlere odaklanıyor. Olaya farklı açılardan bakma keyfi sundular işte. Churchill (2017)'i izlemedim gerçi ama Dunkirk (2017) ardından Darkest Hour (2017) izlemek eğlenceli bir deneyim oldu. Her iki film de çok güzel, ikisine de puanım 8.. Bi de çok zıt karakterli filmler, Wright'ın filmi çakır çakır; Nolan'ın ki potur potur!..

Darkest Hour (2017), Oscar'da bu sene, En İyi Film ve En İyi Görüntü Yönetimi yanında, En İyi Saç & Makyaj, En İyi Kostüm, En İyi Prodüksiyon Tasarımı kategorilerine de aday gösterildi. Ayrıca Churchill rolüyle Golden Globe kazanan Gary Oldman, tabii ki Oscar'da da bu kategorinin güçlü adaylarından. Tüm adayları ve kehanetlerimi görmek için buraya bakabilirsiniz..

8 şubat 2018
İskenderun-Beylikdüzü
Oku..

The Florida Project (2017)


Epeydir böyle eğlenceli bir drama izlememiştim. Genç ve hayatın ciddiyetinin farkına varamayan -veya bunu umursamayan- bir anne olan Halley, küçük kızı Moonee ile bir otel odasında yaşamaktadır. Mahalle gibidir otel zaten, çoğu sakini uzun zamandır oradadır. Moonee'nin bir sürü arkadaşı vardır. Bütün gün koşup, zıplayıp, türlü yaramazlıklar yapan okul çağına gelmemiş çocuklardır bunlar. Halley de lokantada çalışan arkadaşının aşırdığı yemeklerden yiyor, illegal parfüm ticareti yaparak da kirasını ödüyor, böyle takılıyordur. Bunun uzun süre böyle devam edemeyeceği çok bellidir.


Otelin yöneticisi Bobby, düzeni sağlamak ve -çoğunluğun taktığı isimle- çöplüğün, eksiklerini gidermekle meşguldür. Bobby tam bir 'işinde gücünde adamı'dır. Ve Willem Dafoe o kadar güzel oynamış ki, hayran hayran Bobby izledim, herkes bu adam gibi olsa diye düşündüm. Bakmayın Halley de aslında kötü anne değil ama çok toy ve bir sürü zorluk yaşamış belli, kim bilir o nasıl büyüdü. Halley, Bria Vinaite'nin ilk sinema filmi performansı, epey başarılı; küçük yıldız Brooklynn Prince'le uyumu muhteşem. Sean Baker yönetimindeki film, Willem Dafoe'ya Golden Globe ve Oscar'da adaylık getirdi, bence Oscar'da kategorinin favorisi kendisi.

Çocuk oyuncuların olduğu her film zaten bir tık önde gibi. Çünkü zor başarılmış oluyo kafadan, çocuk oyuncuyla çalışmak çok zor. Çocuk oyuncu kötü demek değil bu, hatta çok daha iyi performans gösterebiliyorlar çoğu yetişkinden ama ayarını bilmek lazım çocuğun. Bir anda küsüp durabilir, yorulur, uykusu gelir.. Çok zordur ve Brooklynn Prince muhteşem bir iş çıkarmış, tebrikler Sean Baker, sırf bu cesaret bile filmin kalitesine etki ediyor.


Filmi izlerken çok beğendiğim, heyecanlandığım bazı sahneler oldu, hemen çekip çekip paylaşıyordum ama paylaştığım kişi izlemediği film hakkında bırak sahneler görmeyi, filmin adını duyunca geriliyor. "İzlemedim ben onu daha" diyerek. Ben de inadına yapıyor gibi, attıkça attım, buradan tekrar özür dilerim, sori bitanecik! Gerçi anca filmi izledikten sonra okur bu yazıyı da ama olsun.

Çocuklar gökkuşağını görünce heyecanlanıyor, hadi gidip altındaki altınları alalım diyor biri. Diğeri de altınların koruyucusu canavar Leprikon'dan bahsediyor. Vazgeçiyorlar. Çok tatlılar.. Filme puanım 8..

6 şubat 2018
Oku..

The Disaster Artist (2017)


Özellikle belirtilen bir şey bu, kocaman yazıyo girişte, 'GERÇEK BİR HİKAYE' diye! Çünkü inanması güç ama gerçek yani.. Mahallenin -ne mahallesi komple Hollywood'un- delisi falan gibi bi şey.. Tommy Wiseau'nun inanılmaz hikayesi! Greg Sestero'nun çok içinde bulunduğu bu inanılmaz durumu Tom Bissell ile beraber 2013 senesinde kitaplaştırmasıyla ayyuka çıkan hikaye, James Franco yönetiminde sinemaya uyarlanıyor.

Tommy ve Greg, oyuncu olmak isteyen tipler. Greg biraz çekingen biri, sevimli çocuk ama; Tommy ise tam zıttı, gereksiz bir özgüven, korkunç bir tip.. Eksi kutuplar birbirini çekiyor işte, arkadaş oluyorlar. Tommy diyor ki "Benim Los Angeles'ta evim var, gel gidelim orada Hollywood kasarız, hayallerimizin peşinden gidelim." Greg de çok gaza geliyor, haydi kalkıp gidiyolar. Greg yine yakışıklı bi tip diye ümidi var gibi ama Tommy ne yapsa olmayacak, çok başarısız! Neyse, çok bunalıyolar. Greg diyor ki: "Keşke kendi filmimizi yapacak paramız olsa, kimseye kendimizi ispatlamakla uğraşmasak!" Tommy'nin çok aklına yatan bu fikir hemen sancılı bir senaryo yazma süreciyle devam ediyor.


İlginç bir şekilde Tommy'nin çok parası var. İlginç bir şekilde ekip kurup, olmayan vizyonuyla dünyanın en iğrenç filmini yapıyor Tommy.. The Room (2003).. Ve bu saçmalığıyla zaman içinde ilgi görmeyi de başarıyor. Başarmış yani. Olacak şey değil. Yani film o kadar kötü oluyor ki, bir insan böyle bir film yapmış olamaz herhalde, olsa olsa absürt bir eleştiridir, kiçtir, komedik bi şeydir, diyerek izleniyor herhalde. Ama yine izlenmez be abi.

Tommy Wiseau'yu James Franco oynuyor, kardeşi Dave Franco ise Greg Sestero'yu. Kadrodaki diğer isimler, Seth Rogen, Alison Brie, Ari Graynor, Sharon Stone, Kelly Oxford, Zoey Deutch ve Judd Apatow.. Film Golden Globe'ta Komedi dalında En İyi Film adayıydı ve James Franco En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandı. Oscar töreninde ise En İyi Uyarlama Senaryo kategorisinde ödül için yarışacak. Rakiplerine bakınca çok kazanma ihtimali yok gibi duruyor gerçi: bakınız kehanetler.. Güzel filmdi aslında evet ama Tommy o kadar itici bir tip ki kimsenin bunu en sevdiği filmler arasına koyacağını sanmıyorum. Ama puanım 7, iyi yani.. En sonda, filmde çekilen filmle, gerçekteki filmin beraber oynatıldığı hali çok iyiydi hem..

5 şubat 2018
Oku..

The Post (2017)


Gazetecilik çok acayip meslek. Dergicilik yaptım hasbelkader ama gazete kısmet olmadı henüz. Mühendislik okurken aklımdaydı gerçi, bırakıp gazetecilik falan okusam diye ama nereye bırakıyosun. Hayır bi de inat edip on senede anca bitirmek nedir, bıraksana işte. Kıbrıs'ta iş ararken gittim başvurdum bi gazeteye, dergiciliğe benzemez dediler, almadılar.
-Hey, evlat! Gazeteci mi olmak istiyorsun, git kendini becer?!
-Ogey!

Meryl Streep'e 21. kez Oscar'da performans adaylığı almasını sağlayan filmde, Tom Hanks'in yanı sıra Alison Brie, Sarah Paulson ve Bob Odenkirk gibi isimler yer alıyor. Steven Spielberg yönetimindeki filmin bu sene Oscar'daki diğer adaylığı ise Yılın En İyi Filmi kategorisinden. Film cidden başarılı, hele iki sene önce ödüllere doymayan Spotlight (2015)'la ruh ikizliğine bakılırsa kazanması da şaşırtmaz kimseyi. Filmin hiçbir yerinde 'True Story' yazmıyo ama anlatılan şey gerçek; isimler, kurum ve kuruluşlar, vakalar..


İstifa eden tek ABD Başkanı unvanı taşıyan Nixon'ın görevi bırakmasına sebep olan Watergate Skandalı konu ediliyor. Nixon'ın telefonlarının dinlendiği ve yazılı kayıt altında olduğu öğrenilince skandal ortaya çıkıyor. O dönem Amerika Vietnam'a özgürlük getirmişti. İşte konuşmalar da Vietnam'a neden girildiği üzerine olunca bir anda dikkat çekici bir hal alabiliyor.

Washington Post gazetesi, geleceği çok da parlak olmayan bir yerel gazetedir. Kocasının ölümünden sonra Kay Graham yönetimi ele almış ama önemli kararlar vermekte hatta fikirlerini dile getirmekte zorluk yaşamaktadır. Gazetenin müdürü Ben Bradlee de cevval bir adamdır ama epeydir ellerine sağlam bir haber geçmemiştir. Sonra bu Nixon belgelerinin bir kısmı çıkar ortaya, ama New York Times herkesten önce davranmıştır, sayfalarca metinden oluşan belgeler gün gün yayınlanacaktır. Olay olur tabii, eylemler başlar, hükumet konuyla ilgili yayın yasağı getirir. Bu arada Bradlee'nin ekibine de başka belgeler ulaşır. Yayın yasağına rağmen haber yaparlarsa, hapse girebilirler ama bu hem basın özgürlüğü, hem vatan sevgisi içeren bir davaya dönüşmüştür. Graham'in bi karar vermesi gerekir.

Muhteşem heyecanlı, çatır çatır ilerleyen bir hikaye. Tom Hanks çok tatlı adam bi kere; sanki oynadığı karaktere bürünmüyor da, karakter zaten var, o Tom Hanks'in bazı huylarına sahip gibi oluyor. Anlatabildiğimden pek emin olamadım, rol yapmıyor gibi, samimiyetini hiç kaybetmiyor gibi demek istedim. Mesela Meryl Streep için aynısını söyleyemem, o da çok iyi oyuncu ama bambaşka oluyor işte. Neyse. Bu, bu sene izlediğim iyi filmlerden. Mesela prodüksiyon tasarımı konusunda en az The Shape of Water (2017) kadar iyiydi, neden adaylığı yok?!. Neyse. Oscar'da aday olduğu kategorilerdeki rakiplerini görmek ve kehanetlerimden haberdar olmak için buraya bakabilirsiniz.

5 şubat 2018
Oku..

Coco (2017)

Konuk Yazar // Sevcan Özbek


Coco ve Coco gibi animasyonları izlediğim zamanlar, sanırım iç dünyama huzur getiren, kendimi hikayenin içinde bulduğum zamanlar. Tam da hayal ettiğim dünya. Başrolde iyilik vardır, zaman zaman ona karşı çıkan kötülük ve onu alt etmeye çalışan yine iyilik. Bir başkaldırı hikayesi. Sonucunda hep bir sevimlilik, hep bir güzellik. Sanırım en iyi romantik filmde bile ağlamazken, Yeşilçam'ı tenzih ederim, böyle animasyonlarda gözlerim dolar. Keza bu filmde de kendimi tutamadığım, çok tutulduğum anlar oldu.

Beni bilen bilir, filmleri yorumlamayı, fikrimi sunmayı pek tercih etmem. Ancak burada yazıyorsam, yazacaksam, sitenin içeriğine uygun olmalı elbette. Kendimce film hakkında ufak tüyolar vererek ortama ayak uydurmuş olacağım.


Film, Miguel isimli çocuğumuzun, Dante isimli köpüş arkadaşına seslenmesiyle başlıyor. Benim kedimin adı da Dante idi. Ama filmdeki köpüş pek bir alık, benim Dantemle alakası yok. İsim, malumunuz büyük İtalyan şair Dante Alighieri'den geliyor. 13. yy'dan bu yana bütün Dantelerin adı bu Dante'den geliyodur bence. Ondan önce de, Moğolca kökenli bu isim, dayanıklı, dirayetli kişiler için kullanılırmış.

Coco, hikayesiyle, bizleri fantastik ve keşke bizde de böyle olsa dediğim harikalar diyarına sürüklüyor. Filme başlamadan önce, haliyle, 'Coco bir karakterdir ve bu karakter başroldür' tahmin ederiz. Ancak başrol on iki yaşındaki, Miguel Rivera'dır. Coco adının önemi ise, tüm hikaye çözüldüğünde yani son sahnelere gelindiğinde ortaya çıkıyor.

Film, aile bağlarının önemini vurgulayan, büyüklerimize saygıyla yaklaşan, hayvan sevgisi barındıran, ölmüş olana minnetimizi eksik etmemek gerektiğini savunan, inandığımız şeylerin ardından gitmemizi söyleyen, kötülere ve yalancılara da 'gün olur devran döner' lafını hatırlatan, pek cici bir animasyon. Tam da özlenen cicilikler bunlar.

Sayfa sahibi beyim olsaydı size, filmin ödüllerinden, hikayeden, müziklerden, yönetmeninden, harcanan bütçeden bahsederek, sizi bu engin bilgilerle epey bir doyururdu; biliyorum çok iyi yapıyor. İşte bense, minnoş minnoş dünya şöyle olsa böyle olsa falan.

Evet ne diyordum. Benim naçizane yorumum böyle filmle ilgili. Zahmet edip okuduysanız, müteşekkir olmuşumdur.


Bahsi geçen Danteciğimi sizlere göstermek istedim. Ne yazık ki şu an da hayatta değil. Ama türlerinden, türlü türlüsü evimizdedirler. Eksik olmasınlar.. Eksik etmeyin..

Kıbrıs'tan Sevgili'ye Sevgilerimle..

01.02.18
KKTC 22:57 - TR 23:57

(Bakın bakın saatine kadar yazmış, tatlılıktan ölmese bari, bitanecik. Yazsana dedim yazdı, çok güzel yazmış bence. O güzel ellerine sağlık. Bir süreliğine uzağız da, duygusallık var üstümüzde belki. Ondan yani.
Hiç ellemeden paylaşmak istedim ama çok canım çekti, Dante'li paragrafa son iki cümleyi ekleyiverdim, bir iki tane de küçük dokunuş, tamamdır. Ayrıca normalde yazmazdım belki ama benim hakkımda şu şu bilgileri verir demiş, vermeden olmaz şimdi, yalancı çıkarmayalım..
Toy Story 3 (2010)'ten Oscar'lı animatör Lee Unkrich yönetimindeki filmin bütçesi 200 milyona yakınmış, zaten artık yıldız isimlerin seslendirdiği filmlerin bütçesi hep böyle aşağı yukarı. Bi de emekçisine de hakkı veriliyor yani, bir film için birkaç bin kişi çalışıyor bilgisayar başında, bütçe normal. He kazanmasa harcanmaz tabii bu paralar, o ayrı; ABD sınırlarını aşmadan, ilk üç günde 50 milyonu bulmuş zaten film. Şimdiye kadarki Türkiye hasılatı da 7,5 milyonda. Oscar'dan sonra tüm dünyaya izletirler bunu bi de. Ohoo daha ne. Oscar demişken; En İyi Animasyon Film ve En İyi Şarkı kategorilerinde adaylığı var filmin. Golden Globe'u zaten kazandı, duymuşsunuzdur. Filmin seslendirme kadrosunda Gael Garcia Bernal var. Of ne çok konuştum. Yeter. Ben şu üstteki yazıyı bi daha okuyacam.. Çok tatlı.. Bi de iki noktayla bitirmiş son cümleleri, te allam..)

2 şubat 2018
Oku..