Okja (2017)


"Doğal dünyadan çok koptuğumuzu düşünüyorum. Birçoğumuz ben merkezci bir dünya görüşüne sahip olma suçunu işliyor, evrenin merkezinde olduğumuza inanıyoruz. Tabiata gidip kaynaklarını yağmalıyoruz. Feryatlarını duymamak imkansızken, kendimizde bir ineği yapay olarak dölleyip yavrusunu çalma hakkını görüyoruz. Sonra yavrusu için ürettiği sütünü alıp kahvelerimize, mısır gevreklerimize koyuyoruz." Bu Joaquin Phoenix'in Oscar konuşmasından bir parça... Konuşmada birçok konudaki adaletsizlikten bahsediliyordu aslında bu sadece hayvan hakları konusundaki serzeniş.. Aslında hepimiz biliyoruz bunu, tüm dünya farkında ama o hayvansal gıdaları tüketirken mezbahaları aklımıza getirmemeyi tercih ediyoruz.


Bu konuşmanın yapıldığı törende ilk defa İngilizce olmayan bir film Gisaengchung (2019) büyük ödülleri almıştı; gecenin ve senenin en çok konuşulan yönetmeni Güney Koreli Bong Joon Ho'nun bir önceki filmi Okja (2017).. Film, kesinlikle bilmediğimiz bir şey söylemiyor, bildiğimiz ama hatırlamak istemediğimiz bir konuyu tekrar tekrar hatırlatmak için izleyen herkesin öneri listesine girmeyi bekliyor, posterini her yerde görmemizi, gördükçe bir parça sesimizi çıkarmamızı bekliyor. İlle Oscar konuşması yapmamıza gerek yok, birkaç kişiye hatta kendimize mırıldansak bile yeter. Bir anda olacak şey değilse bile en azından satışları azaltılarak birçok canlının sebepsiz çoğaltılıp katledilmesine vesile olabiliriz.


AFL (Animal Liberation Front / Hayvani Kurtuluş Örgütü), Seul'den New York'a gidecek olan Süper Domuz Okja'yı şirketin tırından kaçırıyor. Fil büyüklüğünde bu domuzun yanında bir de küçük kız vardır. Bu küçük kız 10 sene boyunca Okja'yla arkadaşlık etmiş, beraber büyümüşlerdir. Tabii Okja ondan çok daha fazla büyümüştür.

Bir şirketin çılgın patroniçesi, zamanında domuzların genleriyle oynayıp, Şili domuzu diye bir tür üretmiş. Bu özel üretim domuzları dünyanın çeşitli yerlerindeki çiftliklere dağıttırmış ve 10 senede nerede büyüyen domuz daha besili olacak diye bir araştırma istemiş. En büyüğü Güney Kore'deki Okja!.. Mija ve dedesinin büyüttüğü Okja!.. Süre dolduğunda bu dev domuzu New York'taki fabrikaya götürmek için çalışan ekip, dedeye teşekkür ediyorlar, Okja'yı yükleniyorlar ama Mija olanın bitenin farkında değil. Ekip önce Mija'yla sonra da bu AFL örgütüyle boğuşup duruyor.


AFL, hayvanat bahçelerindeki ve fabrikalardaki hayvanları özgürlüğüne kavuşturmak için ne gerekiyorsa onu yapmayı amaç edinmiş. Bu zorlu görevde de Mija'nın yanında Okja'yı kurtaracaklar. İnanılmaz bir macera, aksiyon ve drama hazır olunuz. Film bitince diğer canlar için ne yapabiliriz diye düşünmeye başlıyor insan. Bi izleyin-düşünün bakalım siz ne bulacaksınız.

Üstelik kadroda her zamanki gibi rolünün hakkını veren bir Tilda Swinton bulunuyor. Paul Dano, Jake Gyllenhaal (neden bu kadar absürt, neden?!), Shirley Henderson, Lily Collins ve Seo-hyun Ahn kadroda yer alan isimler.. Kusursuz bir film değil ama hatırlattığı şeyler sebebiyle çok önemli ve özel bir film.. Netflix ortaklığıyla..

31 Mart 2020
Oku..

He's Just Not That Into You (2009)


Erkekler Ne Söyler Kadınlar Ne Anlar Türkçe ismiyle bütün amacını belli eden film, bu evrenin bütün güzelliklerinin saklandığı, uzaya ve uzaylılara bırakılacak en nadide bir not adeta. Günümüzden bi 10-12 sene öncesinden birkaç gönül olayı aktarılıyor ve kadınların, erkeklerin söylediklerinden veya yaptıkların neler çıkarması gerektiği yönünde fikirler ortaya atılıyor.


Size filmden bir monolog aktarayım: "Mesajla çekici olamıyorum. Ama mesele sadece mesaj değil ki. E-posta, sesli posta, mektup postası. Neyse işte, hiçbiri işe yaramıyor. İş yerine sesli mesaj bırakan bir adam vardı, onu evden aradım. Sonra benim BlackBerry'ye e-posta attı ve ben de onun telefonuna mesaj gönderdim. Sonra evdeki hesabıma e-posta attı ve her şey kontrolden çıktı. Sadece bir telefon numaran ve bir telesekreterinin olduğu günleri özlüyorum. Bu telesekreter bir teyp kaseti içeriyordu ve o teyp kasetinde bir erkekten gelen mesaj vardı veya yoktu. Ama şimdi yedi farklı teknoloji aracılığıyla reddedilmek için tüm kapıları gezmek zorundayım. Bu çok yorucu."

Bakın henüz ne Facebook var, ne Instagram ne de WhatsApp, Tinder'ı mindırı zaten geç.. Günümüzde hoşlandığımız biriyle iletişim kurabileceğimiz onlarca kanal var, ya da kurulmasını beklediğimiz.. Bir de darlananları düşünün, ayrılmışsınız, laftan anlamayan bir eski sevgiliniz var, her yerden mesajlar atmaya devam ediyor, resmen kabus di mi..


Gigi, Conor'dan hoşlanıyor ama Conor pek ilgilenmiyor, Gigi'yi bu duruma ayıktıran Alex oluyor ama ne kadar faydası olabilir ki. Ben ise güzel eşi Janine'i seviyor ama markette tanıştığı afet Anna bir türlü aklından çıkmıyor, Anna da evli olduğunu bile bile Ben'den hoşlanmaya, ona bariz iş atmaya devam ediyor. Beth ve Neil çifti ise her şey çok güzel giderken evlilik konusu açılmasıyla ayrılıveriyorlar, zaman gösterecek ki evlenmek değil birlikte olabilmek bütün mesele..


Aslında standart romantik komedi öğelerle dolu bu filmi diğer filmlerden ayıran inanılmaz kadrosu. Hani uzaya gönderilen mekiklerde çeşitli ses ve müzik kayıtları varmış ya, Dünya'daki yaşamın temsili olarak, hani birilerinin eline geçerse diye, girişte dediğim oydu, uzaya bırakabileceğimiz en güzel şey bu film olabilir belki çünkü içinde, Scarlett Johansson, Drew Barrymore, Jennifer Aniston, Jennifer Connelly, Ginnifer Goodwin, Busy Philipps ve Jocelin Donahue var... Şeker gibi çocuklar da var, Bradley Cooper, Ben Affleck, Justin Long falan.. Yıldızlar karması yani, uzaylıların Dünya'ya saldırmak gibi bir düşünceleri varsa bu filmden sonra vazgeçebilirler mesela..

Bu tarzı sevenlere, benim tarzım yok her şeyi izlerim yeter ki kaliteli olsun diyenlere önerilir. Merak eden için bonu bilgi, Netflix'te var!..

30 Mart 2020
Oku..

True Detective (2014- )


Netflix yokken HBO vardı! Televizyon denen şeyle beraber ortaya çıkan bu paralı film/dizi kanalı '72 senesinden beri kaliteli eğlencenin değişmez adresi olmaya devam ediyor. The Sopranos (1997-2007), Game of Thrones (2011-2019) ve Chernobyl (2019) gibi efsane işlerin de yayıncısı olan kanalın belki de en takdir toplayan dizisi True Detective (2014- )'in son yayınlanan 3. sezonunu izledim şimdi. 1 sene kadar gecikmeli izledim, bir türlü zaman ayıramıyordum ama neyse ki Korona var da, izlenecekler listemde ilerleme kat edebiliyorum.


Her seferinde ayrı bir kadroyla, ayrı bir psikolojik-polisiye hikaye anlatan 8'er bölümlük sezonlardan oluşan dizinin ilk sezonu 2014, ikincisi 2015 ve üçüncüsü 2019'da gösterildi. İlk sezonla inanılmaz ilgi görüp ikinci sezonuyla beklentileri karşılayamadığı düşünüldü sanırım. Ve bu da 3. sezonun hazırlanmasını bir süre askıya aldırdı belki. Bilemem, ancak tahmin ederim. Ne olduysa 3-4 sene sonra ortaya çıktı dizi tekrar, önceki senenin Oscar'ını kapan Ali'yi baş role yerleştiren ve inançlarını yitirmeyen ekibin yüreğine sağlık, çok çok başarılı bir 3. sezon izliyoruz. Ben 2.'yi de beğenmiştim aslında, sadece biraz ağır ilerliyordu o kadar. Biraz da konusu dağılıyor gibiydi.. 9-7-9..


True Detective (2014- ), işinde başarılı ama bir yerden sonra kendini kaybetme noktasına gelen takım elbiseli polisleri -dedektifleri- ve onların ilgilendikleri ve gayet kişisel hale getirdikleri vakaları merkez alıyor. Her sezon bir dedektif çifti görüyoruz; ilk sezonda, Detective Rust Cohle (Matthew McConaughey) ve Detective Marty Hart (Woody Harrelson); ikinci sezonda, Detective Ray Velcoro (Colin Farrell) ve Detective Ani Bezzerides (Rachel McAdams); üçüncü sezonda ise Detective Wayne Hays (Mahershala Ali) ve Detective Roland West (Stephen Dorff) adeta bir zaman makinasındaymışçasına bir kurguyla, çözülmesi çok zaman alan fakat zamanında üstü kapanmış davaları kovalıyorlar. Geçmişteki bakış açıları ve şartlar gelecekte değişebiliyor.


Diziyi diğerlerinden ayıran, özel yapan şey, dedektif karakterlerin peşinde oldukları davalarla beraber deforme olan psikolojilerinin sinematografik yansımasını başarıyla vermesi; gerek kamera kullanımı gerek renk-efekt çalışmalarıyla inanılmaz bir görüntü-kurgu iş birliği var. Hikayelerin ve karakterlerin dramaturjik başarısı çok net! Hatta ilk sezonda izlediğimiz performanslar McConaughey ve Harrelson'a çok sayıda ödül ve adylık getirdi. Bu arada bu iki isim, dizinin sonraki sezonlarında oynamasalar da yapımcı olarak projenin içinde olmaya devam ediyorlar. Ha bir de müzikler var, tam bir Amerikan, tam bir "hadi şu lanet işi çözelim kahrolası" müziği.. Dizinin yaratıcısı Nic Pizzolatto..


Kadroda yer alan çok sayıda taşaksız önemli isim var: Carmen Ejogo, Michelle Monaghan, Kelly Reilly, Sarah Gadon, Mamie Gummer, Dana Gourrier, Abigail Spencer, Yara Martinez, Adria Arjona, Madison Wolfe, Bea Santos, Erin Moriarty ve Deborah Ayorinde..

Şu hayatta kaç tane böyle efsane diziye denk gelebiliriz ki.. Tavsiye gibi tavsiye! Yalnız Netflix'te olmayan bir dizi önerince artık çok ilgi görmüyo galiba bu aralar.. Siz bilirsiniz, izlemeyen, kaybedersiniz!..

29 Mart 2020
Oku..

Freud (2020)


Netflix Avusturya iftiharla sunar, orijinal dil Almanca..

1. Bölüm Hysteria
Sarışın bir kız öldürülür, polis cesedi Dr. Sigmund Freud'un evine bırakır. Aa. Kahramanımız Sigmund, henüz başarabilemediği ama inandığı hipnoz çalışmalarının desteklenmesi için düzenden bir bilimsel sunuma hazırlanır. Hocaların huzurunda hastası olarak tanıttığı hizmetçisine defalarca tekrar ettirdiği gibi numaradan hipnoz olmuş gibi yapmasını bekler ama kadın bu sefer gerçekten hipnoz olur. Ama umduğu gibi olmadığı için anlattığı şeyle çelişen Sigmund'a sigturd git derler. Benim bu şaka diye yaptığım şey de düpedüz ayıpturd. Sonra katıldığı bi davette yanlışlıkla evin hanımının güzel kızının yatak odasına dalan Sigmund eli alışmışken onu da hipnoz eder.


2. Bölüm Trauma
Hanımın güzel kızının adı Fleur'muş, ay canım, Sigmund'a tekrar işi düşüyor bu kızın. Çünkü ilk bölüm küçük bir kız kaybolmuştu, ilk hipnotize ettiğinde o kızın bulunmasını sağlamıştı Freud. Şimdi o kızı kimin niye kaçırdığını beraber çözecekler. Bir de Fleur'un annesi olan evin hanımı aslında Macar ajanıymış ve belli ki o da bu hipnoz işlerinde usta ve.. Hasta etmiş Fleur'u kaltak!.. Sigmund'un evine ceset getiren polis şefi de o cinayetin peşinde, şüphelendiği kişi pislik eski komutanı. Gerilimi acayip sarıyor, zamanın Viyana'sının karanlık tekinsiz sokaklarından kareler, evlerde oymalı işlemeli mobilyalar bana Sherlock Holmes dünyası hissi veriyor.


Bu tempoda ilerliyor ve 8 bölüm sürüyor dizi. Bana ikinci sezonu çekmeyeceklermiş gibi final yapıldı gibi geldi ama tutarsa devam ederler gibi.. Ama devam etmesinler bence, en azından devamı gelirse ben izlemem muhtemelen. Sevmedim değil ama bu tarz bir hikayeye ayırabileceğim süre budur diye düşünüyorum, fazlası zarar.

Bir arkadaşımla konuşuyodum, "nasıl gidiyo dizi" dedi, "Sherlock Holmes hikayesi gibi" dedim ona da, "aman herkes de öyle söylüyo" dedi. Aklın yolu bir elin parmaklarını geçmiyor yine görüyoruz ki.


Gizem-suç hatta bazı bölümlerde korku-gerilim tarzına bürünen hikaye anlatımı fena değil. Hikayede ve teknik anlamda -özellikle devamlılıklarda- tutarsızlıklar yok değil ama sonuçta bizim Muhafız (2018- )'dan daha kaliteli bir iş olduğu kesin. Şimdi durduk yerde Muhafız (2018- )'la kıyaslamaya da gerek yok tabii, iyi taraflarından bahsedeyim mesela; kostümler, genel sinematografi, renkler, hikaye kurgusu falan gayet başarılı, çok keyifle izleniyor. Öğlen başladım akşam oldu bitti işte.

Robert Finster, Ella Rumpf, Georg Friedrich, Anja Kling ve Brigitte Kren isimlerinin yer aldığı kadroda dikkat çekeni hemen söyleyeyim, Ella Rumpf, Grave (2016)'de izlemiştim, güzel kadın, ama bu Avrupalı kızların koltuk altı kıllarını n'apcaz ya?!.

Rumpf'un can verdiği karakter Fleur finalde tarihe geçecek bir laf ediyor Freud'a: "Beni anlatan bir kitap yazma, benden öğrendiklerinle kitaplar yaz!"



Netflix Türkiye dün paylaştığı bir Instagram gönderisinde "Freud İzlemeniz İçin 5 Sebep" listelemiş:

1. 19. yy Viyana'sını ve gotik atmosferini keşfetmek için (Aslında çok o atmosferi keşfetmemizi sağlayacak gezİntilere çıkamıyoruz, daha çok sabit bir kaç açıdan güzel tablolar şeklinde..)
2. Psikanalitik kuramın kurucusu Sigmund Freud'un zekice tasarlanmış tekniklerini görmek için (Aslında büyüyü bozmak istemem ama tekniklerini şans eseri ortaya çıktıktan sonra geliştiriyor..) 
3. Suç ve polisiye temasını sevdiğimiz için (Aslında daha çok gerilim-psikoloji-korku teması ağırlıklı olarak hakim hikayeye..) 
4. Arthur Schnitzler, Theodor Meynert ve Jean-Martin Charcot gibi tarihin ünlü isimleriyle karşılaşmak için (Aslında bu sayılan isimler psikoloji tarihinin ünlü isimleri, hiçbiri bir Aleyna Tilki değil..) 
5. Robert Finster için (Aslında olsa olsa Ella Rumphf için..) 
Dipnot: Paylaşırken bu listeye bir de Almanca'yı eklemek istediklerini yazmışlar, onları mı kıracağız.. Almanca beni de en çok cezbeden tarafıydı ne yalan söyliyim.. 


28 Mart 2020 - 00:10
Oku..

American Factory (2019)


Bu sene Oscar kazanan belgesel, tarafsız hikaye anlatıcılığı nasıl yapılır onu gösteriyor. Steven Bognar ve Julia Reichert'ın hazırladığı film, büyük markalara otomobil camları üreten bir fabrikanın kapanmasıyla başlıyor. Birkaç yıl sonra o fabrika Çinli bir yatırımcı tarafından tekrar ayağa kaldırılmaya çalışılmış ve büyük Fuyao Glass şirketi kurulmuş ve enteresan bir şekilde her şeye tanıklık edilmiş. Film, komple bu süreci içindeymişiz gibi anlatıyor.

Önce bir sürü Amerikalı vatandaşın işsiz kalması, yaşanan maddi ve manevi sıkıntılardan bahsedilirken sonra fabrikanın yeniden açılacağı haberleriyle bir hareketlenme oluyor. İşçi alım süreci, fabrikanın yeniden yapılanması, bu süreçte yönetici tayfanın ve işçilerin düşünceleri. Hatta yeni Çinli patron Cho Tak Wong'un konuşmaları, istekleri... Her şeye tanık oluyoruz.


Bir Netflix yapımı olan bu belgesel bitince hemen arkasından bir röportaj videosu öneriliyor, -bu da ilginizi çekebilir- gibilerinden 10 dakikalık "American Factory: A Conversation with the Obamas". Ondan sonra da Pup Academy (2020) diye bir seslendirmeli köpecik dizisi öneriliyor nedense, hiç ilgimi çekmedi o. Neyse, videoda, belgeselin yönetmeni ikiliyle Obama çifti konuşuyor, hikaye anlatıcılığı şöyle önemli böyle güzel diye; Julia diyor ki "Cho Tak beyfendiye biz böyle bir şey yapmak istiyoruz dediğimizde kesinlikle fabrikanın tanıtımı olmayacağını söyledik, kesinlikle kötülemeye çalışmayacağımızı da söyledik ve bize güvendiler. En kritik toplantılarında bile bizi odadan çıkarmaya gerek görmediler, yanlış bir şey yapmayacağımızı biliyorlardı!" Ve bahsettikleri gibi tarafsız ve yönlendirilmeyen bir anlatım olduğunu görüyoruz filmde. "Ve sizlerin de desteğiyle bu hikayeyi daha çok kişiye izletebileceğiz hayırlısıyla!" diyor Julia. Eski Başkan da "Hala birkaç tanıdığımız var, izletebiliriz evet." diyor, gülüşüyorlar. Sadece ünlü oldukları için reklam kampanyası gibi mi yapmışlar bunu yoksa bir ucundan filme 'yapımcı' unvanıyla mı destek olmuşlar diye baktım künyede isimleri geçmiyor.


Çinli şirket bu işe başlarken Amerikalıları yönetici ve denetimci olarak yerleştiriyor daha çok. İşçiler ise Çinli-Amerikalı karışık. Ama çalışma kültürü çok farklı ve zaman zaman sorunlar çıkıyor. Çinliler için fazla mesai bir rutin, Amerikalılar ise mesai bitince bitsin istiyor. Sendika, sisteme müdehale etmeye çalışıyor ama Cho Tak en baştan beri söylediği gibi "Sendika gibi bir yapının bu fabrikaya girmesi işleri yavaşlatır, başka bir işe yaramaz."

Film bittiğinde Amerikalılar mı haklı Çinliler mi bilmiyoruz çünkü hiç yönlendirilmemiş sadece izlemiş oluyoruz. Çok güzel bir duygu bence, sonu muğlak, sonu seyirciye bırakılmış kurgu filmler gibi. Bence zaman ayrılabilir bir belgesel, hatta bitince bir de o Obamalarla olan videoyu da izleyin tabii. Ama o köpeklerin konuştuğu şeye gerek yok yani..


27 Mart 2020
Oku..

Murder Mystery (2019)


Netflix'in 'uçuk-kaçık' diye sınıflandırdğı bir orijinali.. Eğlenceli olsun, çok da boş beleş komedi olmasın, biraz da sevdiğimiz, bildiğimiz oyuncular olsun diye film arıyordum Netflix'te.. Bunu gördüm ama afişinden dolayı aşırı boş bi komedi olduğunu düşündüm, sonra biraz daha arandım ama kafama göre bi şey bulamadım, geri döndüm buna..

Adam Sandler'ı yakında Uncut Gems (2019)'le izlemiştim, artı puanlarını arttırmıştı. Jennifer Aniston'ı ise en son ne zaman izlediğimi hatılamıyorum bile, çok oldu.. İkiliyi daha önce Just Go with It (2011)'te izlemiştik, güzeldi o da; yani güzel derken standarttı, keyifli diyelim. Ad ve Jen'e Luke Evans, Gemma Arterton ve Japon Shioli Kutsuna eşlik ediyor.


15 yıldır evli Nick ve Audrey, sonunda Avrupa'ya balayına gidebileceklerdir. Polis memuru Nick, beceriksiz atışları ve geçemediği dedektiflik sınavıyla bilinir, belki de bilinmez; kuaför Audrey ise çok güzel gelin başı yapar ve polisiye romanlar okumaya bayılır. Sınırlı bütçeleriyle -tur otobüsüyle- hızlıca bir Roma görüp geleceklerdir. Ama uçakta tanıştıkları birinci sınıf bir yolcu olan Charles Cavendish'in davetlisi olarak milyonluk bir teknede süper lüks bir tura çıkarlar.

Aslen bir aile toplantısı olan bu turda cinayet işlenir ve teknedeki tek yabancılar bizim Amerikalı çiftimizdir. Sonra bir takım başka cinayetler de işlenir. Tatlı bir dedektiflik komedisine dönüşen hikaye keyifli bir seyir sunar.


Yine Netflix destekli ilk filmi Game Over, Man! (2018)'le uzun metrajlı filmler yapmaya başlayan Kyle Newacheck'in yönettiği filmi yazan James Vanderbilt. Fincher'ın roman uyarlaması Zodiac (2007)'ının da senaristi olan Vanderbilt, "katil kim?" oyunlarını seviyor belli ki. Zaten filmi eğlenceli kılan da zekice polisiye-gizem numaraları kullanılması ve bunun güzel bir kurguyla hikayeleşmesi. Aslında bu kadar büyük komedik oynamasalar çok daha değerli olacak böyle filmler. Ha bir de düzgün afiş kullanırlarsa...

24 Mart 2020
Oku..

The Defenders (2017)


Önce Daredevil (2015-18) sonra Jessica Jones (2015-19) girdi Netflix'le beraber hayatımıza, Marvel'in Netflix'le iş birliği bunlarla kalmadı Luke Cage (2016-18)'i de getirdi. Baktılar tuttu gidiyor, Iron Fist (2017-18) bir yandan Punisher (2017-19) öbür yandan geldikçe geldi. Size bunları kronolojik sıralı yazayım da izlemek isterseniz aklınızda bulunsun.

Daredevil 1. Sezon (Nisan 2015)
Jessica Jones 1. Sezon (Kasım 2015)
Daredevil 2. Sezon (Mart 2016)
Luke Cage 1. Sezon (Eylül 2016)
Iron Fist 1. Sezon (Mart 2017)
Punisher 1. Sezon (Kasım 2017)
The Defenders (Ağustos 2017)


Bu savunucular dizisi, Punisher Frank Castle hariç bütün kahramanların yer aldığı bir macera sunuyor. Ben bunu ilk yayınlandığı zaman izlemiştim ama çok beğenmeyip izlememiş gibi davranmışım, unutmuşum. Şimdi bu karantina günlerinde kaldığım yerden devam etmek istedim, Punisher 1. Sezon'la başladım ve The Defenders'a geçtim, ilk bölüm bitince fark ettim ki ben bunu izlemiştim.. Aşırı morelim bozuldu çünkü çok hazırdım 4 kahramanın ortak macerasına, bir yandan da rahatladım çünkü çok tırto bir şey olduğunu hatırladım. Afişinden belli zaten, hatta dizinin intro jeneriği bile serinin en kötüsü..

Serinin en zayıf halkası olan Iron Fist'teki bir hikaye üzerinden bir araya geliyorlar aslında. El diye bir kartel var, uyuşturucu ticareti, silah kaçakçılığı falan, onları alt etmek üzere kurulu bir soft aksiyon. Çok başarılı aksiyon sahneleri de yok, diyaloglar zaten zayıf.. Boş ya.. Bence zaten ikinci bir toplu maceraya girmezler, gerek de olmadığını biliyorlar, çünkü Luke Cage ve Jessica Jones zaten tanışlar, bişeye sıkışınca yardımlaşıyolar; Frank Castle ve Danny Rand bazen Murdock'a dokunuyorlar. Sonuçta hepsi bu civarın çocukları ve biliyorlar ki süper bir tarafı var herbirinin.

Kaldığım yerden listeye devam etme sıramız ise şöyle olacak:

Luke Cage 2. Sezon (Ocak 2018)
Jessica Jones 2. Sezon (Mart 2018)
Iron Fist 2. Sezon (Ekim 2018)
Daredevil 3. Sezon (Ekim 2018)
Punisher 2. Sezon (Ocak 2019)
Jessica Jones 3. Sezon (Ocak 2019)


The Defenders (2017)'ın 8 bölümü boyunca ekranlarınıza gelecek değerli, güzelli isimlerden bahsedeyim. Öncelikle baş karakterlerden Jessica rolüyle Krysten Ritter ve Elektra, Elodie Yung'u ayrı tutarak kadroda en az iki bölüm izlenebilen hanımlar: Jessica Henwick, Sigourney Weaver, Rosario Dawson, Simone Missick, Rachael Taylor, Deborah Ann Woll, Chloe Levine ve Debbi Morgan.. Ayrıca birer bölümle karşımıza çıkacak ve seride başka dizilerde de izlediğimiz Carrie-Anne Moss ve Amy Rutberg..

Adeta bir The Avengers gibi bir araya gelen The Defenders ekibini artık bireysel maceraları odağında izleriz.. #evdekal #marvelizle

23 Mart 2020
Oku..

Portrait de la Jeune Fille en Feu (2019)


(Portrait of a Lady on Fire / Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi )

Fransa'da denize kıyısı olan bir yerde, zengin bir ailenin konağında geçiyor hikaye. Ressam Marianne, yakında evlenip bu evden gidecek -ailenin biricik kalmış- kıznın portresini yapmak üzere çağrılmış. Heloise, biricik kalmış çünkü yakınlarda kız kardeşini kaybetmiş ve bu sebeple kendini odasına kapatmış - aslında kapatılmış bir genç kızdır. Baba yoktur, anne de hayattaki tek aile ferdi olan kızını yine aynı zenginlikte bir aileye gelin verecektir. Aslında kızını seviyor gibidir ama biraz soğuk bir annedir.


Yalnız şöyle bir durum vardır, daha önce bir ressam Heloise'in portresini yapmak için gelmiş ama başaramamıştır, Heloise çok huysuzdur ve kesinlikle resminin yapılmasını istemez. Bunun için annesi bir hikaye uydurur. Marianne bir haftalığına misafirleridir ve bu arada Heloise'e kırda gezerken eşlik edecektir. Heloise odasından çıkmasına izin verildiği için mutludur. Marianne ise Heloise ile vakit geçirdiği sürelerde kızın yüz hatlarını hafızaya alır, odasına çıkınca başlar çizmeye. Zorlu görev boyunca gizli ressam ve huzur arayışındaki genç kız birbirlerini yakından tanıma fırsatı bulurlar. Derken olan olur ve iyice yakınlaşırlar.


Çok başarılı bir hikaye anlatımıyla etkileyici görsellik bir arada. Kasvetli ama renkli, mutlu değil ama canlı!.. Sinematografi harikası bence.. Dönemin popüler sanatı olan yağlı boya tabloculuk filmin omurgası; resimle ilgilenen biri için unutulmayacak detaylar sunuluyor. Genç bir kadın ressamın gözünden hayat, alev almış bir genç kızın hayatına karışıyor. Annenin bir süre İtalya gezisine gitmesi kızların yakınlaşması için ortam oluşturuyor. Üstelik evin hizmetçisi Sophie de hikayesini açıyor. Bu 3 genç kız neler yaşıyor. Biri bana bu çocuk düşürme yöntemlerinin gerçek olmadığını söylesin. Bir de böyle tablolar yapmak aslında herkesin çalışsa yapabileceği şeyler, imkansız değil, dertlenme desin. Herkes de sanat eleştirmeni olmuş!..


Celine Sciamma'nın yazıp yönettiği filmde, Noemie Merlant, Adele Haenel ve Luana Bajrami ve Valeria Golino var; kadroyu bu dört güzel kadın oluşturuyor. Başka da kimse yok zaten. Noemie ressam, Adele de alev alan kız.. Alev alma hikayesi de, bir gün köyde bir etkinliğe gidiyorlar, kilise mi ne bi yerdi, gece vakti, ortada ateş yakmışlar.. Bu kız dalıyor, müziğe kaptırıyor kendini, etekleri tutuşuveriyor.. Korkacak bi şey yok müdahale gecikmiyor.. Ama o sahne akılda kalıyor işte!..


Bu arada film boyunca düşündüm, o kadar tablo yapmışlar film için, n'oldu acaba onlar, hatıra olsun diye Adele'e falan vermişler midir, sonuçta kızın portresi.. Sonra tekrar düşündüm, ulan bunlar hep büyük para edecek şeyler, yarın bi gün o filmdeki tablolar diye bir müzayede listesinde görürüz belki.. Yapım şirketi ödediyse ressamın parasını, bütün tablolar yapımcıya kalmıştır.. Belki de sanatçısı bırakmamıştır, sergi açar belki bu filmdeki tablolarla.. Bu arada kim ya bu filmdeki tabloların ressamı? (Hemen buldum, Helene Delmaire diye bir hanımefendiymiş, çok yetenekli, helal olsun.. @helenedelmaire)


20 Mart 2020

Hadi bu da bonus ekran görüntüsü, Korona Günlerinde birbirimize destek olmayacaz da ne zaman olacaz.. Moral olsun, buyrun.. Bir ressamın, -hep seni çizdim dur bi de kendimi çizeyim- adlı eserini yaratma şekli.. #selfportrait


Oku..

Aykut Enişte (2019)


Cem Gelinoğlu'nun taa zamanında çektiği enişte videolarıyla tandık, sevdik. Kabaca kötü şaka denebilecek 'enişte esprileriyle' gerek Vine'dan gerekse... Vine'dan sonra yok oldu ya böyle bir nesil, Instagram'da falan aynı tempoyu yakalayamadılar. Birkaç kişi daha vardı Cem Gelinoğlu ayarında, aklın yolu bir deyip hepsi sinema filmine çekmeye çalıştı izleyici kitlesini.. Hepsini izlemedim ama çoğunun umduğunu bulamadığını gördük. Bu arada, bunu da diğerleri gibi 'kesin dandiktir' diyerek görmezden geldim ama bir yandan da hissediyordum demek ki, bir yerde denk gelsem de izlesem diye bekliyordum. İçinde bulunduğumuz bu Korona Günlerinde epeydir inaktif olan Netflix hesabımı harekete geçirdim, yerli filmler kategorisine bir baktım bu, aldım sıraya.


Aykut, işinde gücünde bir semt çocuğu, evlenme arifesinde olduğu sözlüsüyle tatlı telaştalar. Ama kız biraz Aykut'un kaşına gözüne değil de, işine gücüne, parasına puluna tav gibi.. Derken bir hırsızlık, Aykut'un telefoncu dükkanı çırıl.. Vay sen bir dükkana sahip çıkamadın, yok sen ne biçim adamsın, ay tam da evlenecektik bak gördünüz mü?!. Neyse, Aykut işleri toparlamak için sigorta firmasından Gülşah Hanım'la tanışır ama sigorta hasarı karşılamaz çünkü Aykut gündüz vakti dükkanı öylece bırakıp gitmiştir. Ama Gülşah Hanım'ın işi halletmek için bir şartı vardır: sürekli ailesi tarafından evlilik baskısına maruz kalan kızcağız bir plan düşünür hemen, Aykut'u sevgilisi olarak tanıştırsa ailesi kesin böyle bir damat istemeyecektir ve evlilik konusu da kapanacaktır. Aykut da mecbur kabul eder çünkü eğer sigortadan para alamazsa sözlüsü onu terk edecektir.


Bu neredeyse klişe sinopsisi kaliteli ve özgün bir hale getirecek olan şey hikaye kurgusudur. Her şeyin bir zamanı vardır ve Aykut'un Gülşah'la yakınlaşması neredeyse filmin son çeyreğinde mümkün olur. Bu açılmanın uzaması filme güzel bir tempo katar. Bir de oyuncular, hiç fena değil, performansları demiyorum hepsine yakını klişe komedi oyuncusu gibi davranıyor ama tipoloji olarak çok güzel seçilmişler. Gülşah rolündeki Melis Babadağ'a zaten bayılırım, ses tonu ve bir şeyleri 'normal' yapması, büyük oynamaması, oyunculuğu adına güzel detaylar veriyor ve bu filmde de epey beğendim. Cem Gelinoğlu'nun olayı zaten büyük oynamak, abartmak ve beceriyor bu işi.. Bu arada bir kız isteme sahnesi var, kesin izleyiniz!

Genel beklentimin üzerinde ama gizli beklentimi karşılayan bir yapım olmuş. İkincisi için de sinyaller geldi Cem Gelinoğlu'nun Instagram hesabından. Bu arada filmin yönetmeni Onur Bilgetay, senaristleri de Cem Gelinoğlu ve Giray Altınok.. Bence yerli komedi artık bu seviyelere gelmeli, çok başarılı hikayecilerimiz, senaristlerimiz var artık, başarabiliriz bunu.. Evde kalın, sağlıklı kalın.. Saygılar..

20 Mayıs 2020
Oku..

Human Centipede BoxSet


Kişisel sinema tarihim açısından çok acayip bir noktadan seslenicem.. Biler bilir, korku sinemasına zerre ilgi duymam, korkmak bir yana keyif alınacak bir şey olduğunu düşünmem. Çok çok azdır izlediğim korku filmi sayısı, o da çok aşırı tavsiye edilmiştir ya da rastgele film açıp yanlışlıkla izlemeye başlamışımdır.. Tercih etmem, tavsiye zaten etmem. Bir de korku sineması kendi içinde alt türlere ayrılır, birbirinden sevimsiz gençlik-gizem-korku, din-cin korkusu, hayaletler, bi de böyle piskopatik korku diyeceğimiz, kesme biçme temalılar.. Unuttuğum olabilir.. Bi Ghost Ship (2002) var ilk aklıma gelen -tek sevdiğim korku filmi diyebileceğim-, bir de Saw Serisi var oturup izlediğim. Bu ikisi dışındakileri izlediysem bile çok kale almam, alamam! İşte onlardan biri daha Human Centipede Üçlemesi..

Kişisel sinema tarihim açısından çok acayip bir noktaya getiren konu, bu serinin beni biraz heyecanladırmış olması. Kesinlikle beğenmedim ve tekrar izlemek istemem ama izlerken nereye varacağını merak ettim. Zaten filmin bana tavsiye edilişi ve benim ilgimi çekişi de bu şekilde oldu. 18 günlük şerefli vatani görevimizi icra ederken, badi Doktor bahsetti bu filmden, işte şöyle akıllıca böyle delice, tek sindirim sistemi falan.. Hadi o doktor, meslek icabı dikkatini çekmiş bana ne oluyosa..


Öyle bir üçleme ki bu üçleme, herbiri başka kafalarda ama temelde aynı fantezi var; İnsan-kırkayak.. İlk film, klasik bir korku filmi ritüeli olan adam kaçırıp işkence etmeyle başlıyor. Bir erkek iki kız toplam üç kahraman.. Kaçıran, Dr. Heiter, tam bir Nazi kafası, insanlardan nefret edip sadece bilimsel çalışmasını önemseyen ama bu çalışma için insanlara ihtiyaç duyan bir psikopat. Kırkayak hayvanından esinlenerek birden fazla insanın tek bir beslenme ve boşaltım sistemine sahip olabileceği bir deney yapıyor. Öndeki yemek yiyor, kakalıyor arkadakine, o da üçüncüye ve oradan da boşaltım oluyor. Yani plan bu, aynı ben gibi "çalışacak mı görelim!" diyen varsa Allah akıl fikir versin diyerek ekran başına davet edelim.


2011 tarihli siyah-beyaz ikinci film, çok ilginç bir devam filmi niteliğinde; ilginçliği şuradan kaynaklanıyor: Martin isimli ezik psikopatımız The Human Centipede (2009) filminin fanatiği, çok hoşuna gitmiş bu film. Ve tek hayali, tıpkı o filmde olduğu gibi bir insan-kırkayak yapabilmek. Hayal değil mi, neden elimi korkak alıştırayım, neden 3 insandan daha fazla olmasın mesela 12 insan!.. Martin'in, filmdeki Dr. Heiter'den farkı, hiçbir tıbbi bilgisinin olmaması, filmde gördüğü kadar biliyor bu kesip biçme işlerini.

2015 yapımı üçüncü film ise diğer iki filmden biraz daha başka bir yapıda. Bir hapishanede geçen hikayede, psikopat müdür Bill Boss ve yaveri Dwight var. Dwight, Human Centipede filmlerinin hastası bir gerizekalı olarak karşımıza çıkıyor. Mahkumları dize getirmek konusunda sorun yaşayan Boss, Dwight'ın parlak bir fikrine kulak verme kararı alıyor. Bilin bakalım bu çılgın fikir ne?! Evet, bir hapishane dolusu mahkumdan dev bir insan-kırkayak yapma fikri. Bu spoiler sayılmaz çünkü afişe koymuş adamlar..


Serinin son filmi, ilk iki filmdeki baş rol oyuncularını bir araya getirerek yeni tipler olarak karşımıza çıkarıyor. Ayrıca bu filmde, serinin yazarı ve yönetmeni olan Tom Six de ekran karşısına geçiyor. Her bir devamı öncekinden izler taşıyan ama birebir devamı olmayan ilginç bir seri. Seride temel mevzu olmasına rağmen çok fazla kaka görmüyoruz çünkü genelde direkt arkadakinin ağzına gidiyor, hikayenin doğası gereği..

Tavsiye falan edilecek tarafı yok bu filmlerin. Merakınızı cezbederse açar izlerisiniz. Teknik anlamda da başarılı filmler değil üçü de, 3-2-2 puan verdim sırasıyla.. Sürekli bağırıp duran psikopat bir baş karakter var, hele üçüncü filmde iyice salak bi tipi oynuyor Alman aktör Dieter Laser; yaveri ise Laurence R. Harvey oynuyor. Serideki bir takım güzel kızlar da yok değil: Ashley C. Williams, Ashlynn Yennie, Maddi Black ve Bree Olson.. Bree'yi, Scooby Doo: A XXX Parody (2011)'den hatırlayanınız olacaktır. Tanımaya da bilirsiniz tabii ama bence tanırsınız..


18 Mart 2020
Oku..

Living with Yourself (2019- )


Koronavirüs hayatımızı gasp etmiş, hepimiz evlerimize hapsolmuşken; ailesinden uzakta yaşayanlar olarak bir başına evde günlerini geçirmek durumunda kalanların aklında o soru: Ben kendimle n'apacam kaç gün? Hiç düşündünüz mü, başımıza bundan daha kötü ne gelebilir diye?! Kendinizle zaman geçirmekten daha acayibi bu dizide: kendiniz ve klonunuz aynı evde!..

Timothy Greenberg'in yaratıcılığında, Paul Rudd'un mükemmel tatlı performansıyla karşımıza çıkan bu Netflix dizisinin henüz ilk sezonu yayınlanmış ve yarımşar saatten 8 bölüm.. Rudd'a Aisling Bea eşi rolüyle eşlik ediyor. Butik bir kadroyla samimi bir hikaye anlatılıyor. Bu ilk 8'lisi 18 Ekim'de yayımlanan dizinin 2. sezonunu heyecanla bekliyorum. Bu arada Paul Rudd, Golden Globe'da bu çifte rolüyle performans adaylığı kazanmıştı, ödüllenmedi ama benim nazarımda tamamdır.


Miles, bir reklam şirketinde yazarlık yapıyor. Bunalmış, sıkılmış, tükenmiş bir adam Miles. Yaratıcılığını kaybetmesi işini tehlikeye atıyor, heyecanını kaybetmesi ise evliliğini. Bitik bir birey bu Miles. İşten bir arkadaşının tavsiyesi üzerine bir şey yapıyor kahramanımız; bir spa merkezinde gidip dinleniyorsun, bambaşka biri olarak çıkıyorsun sokağa! Tamam, spa, masaj, bunlar insanı tazeler ama bu kadar mı yani! Bu işte bir iş var..

Sürpriz bozmayacağını -çünkü ilk bölümde görüleceğini- hatırlatarak, bu spa merkezinin aslında yasa dışı insan klonlama merkezi olduğunu söyleyerek başlayalım. Bitik insanlar yüklü bir miktar para veriyor, masaj odasında uykuya dalıyor ve bambaşka kalkıyor. Arka planda ise klon uykudan uyanıyor, orijinal birey öldürülüp gömülüyor. Kimse anlamıyor yani klon olduğunu, sadece daha taze bir zihinle hayata devam ediliyor; kalındığı yerden.


Ama Miles'ın ölmesi gereken orijinali ölmemiş ve gömüldüğü yerden çıkıyor. Ondan sonra olan oluyor. İş hayatı ve evliliği en parlak dönemlerini ve en tedirgin saatlerini yaşıyor. Başta kendisinden bir tane daha olmasına alışamayan iki Miles sistemi kuruyorlar. Biri işe gidip harikalar yaratırken diğeri evde kalıp yıllardır hayalini kurduğu Broadway oyununu yazmaya koyuluyor. Ama atladıkları bir konu var, aynı kadına aşıklar ve bu aslında büyük bir problem, sonra işler sarpa sarıyor işte.

Çok incelikli harikulade bir kurguyla anlatılıyor hikaye. Bir bölüm birinin gözünden diğer bölüm diğerinin gözünden görebiliyoruz aynı sahneyi. Aslında aynı iki kişinin ne kadar da farklı iki kişi olabileceğini deneyimliyoruz.

Hem herkes film tavsiyesi isteyip duruyor bu ara, buyrun, tavsiye gibi tavsiye!..

16 Mart 2020
Oku..

The Cat's Meow (2001)


Biraz gerçek bir hikaye! Aslında tam bir dedikodu! Gıybetin sinema perdesine yansıması! Doğrusunu kimse bilemiyor ama herkes bişeyler saklıyor.. Çok çok önceden beri, belki 7-8 senedir izlenecekler listemde yer alan filmi, bir türlü bulamamıştım, sonunda geçen gün torrent'inin olduğunu fark edip indirdim. Beklediğime, aradığıma, bulduğuma değdi.

1924 senesi; Sinema sektörünün önemli isimlerinden, Cosmopolitan Pictures film yapım şirketinin sahibi W. R. Hearst'in haftasonu gemi gezisine konuk oluyoruz. Aynı zamanda yönetmen Thomas Ince'in doğum günü organizasyonu olan bu gezi için bir grup davetli lüks gemicikte keyiflerince eğlenmeye gelmiş. Organizasyonu, yani pastayı getirin, şu müzikleri çalın kısmını, Hearst'in sevgilisi aktris Marion Davies üstleniyor, ev sahibesi konumunda kendisi. 10-12 kişilik bu grubun içinde henüz en büyük filmlerini yapmamış bir Charlie Chaplin var.


Chaplin, çapkınlığıyla, genç ve güzel kadınlara düşkünlüğüyle meşhurdur. Marion da ziyadesiyle güzel bir hanımefendidir. Zaten öncesinden beri bir münasebetleri vardır, herkes biraz şüphelenmektedir, W. R.'ın da gözü bu ikilinin üstündedir. Seyahat boyunca Charlie ve Marion'un çapkın bakışları en çok Thomas'ın dikkatini çekmektedir. Aslında Thomas, Hearst'e ortaklık teklif eder ama tam bir cevap alamaz; ve bu yasak aşkı ayyuka çıkararak W. R.'ın gözüne girip, ortaklık konusunda elini güçlendirmek ister.

Danslar, yemekler, oyunlar, her şey çok güzel gider. Ama biliyoruz ki o hafta sonu bu gemicikte bir kişi öldürülecek ve bu konu sır olarak kalacaktır.


Aşırı keyifli, gerilimi, gizemi dozunda, hatta gayet romantik bir anlatım. Steven Peros'un yazıp usta aktör&rejisör Peter Bogdanovich'in yönettiği filmin festival ve çeşitli törenlerce görmezden gelinmesini aklım almadı. Film hakkında bişey bilmesem ve yönetmeni Woody Allen deseler yerdim ve şunu eklerdim, "Çok güzel ama diyalogları kendi yazmış olamaz!" Diyaloglar dışında her şey Woodyvari yani, müziklerden kamera hareketlerine, oyuncu seçiminden olay örgüsüne kadar bir benzerlik. Çok beğendim 8/10 puan verdim.

W. R.'ı usta aktör Edward Herrmann, güzel Marion'u Kirsten Dunst, Chaplin'i Eddie Izzard ve Thomas Ince'yi Cary Elwes oynuyor. Dördü de çok tatlı!


Ayrıca biliyor musunuz ki W. R.'ın beyaz perdeye taşınan ilk vukuatı bu değil?! Film şirketinden ayrı Hearst Newspapers markası altında pek çok yayın organı bulunan bir şirketin de sahibiydi Hearst. Bir gazetecilik hikayesi olan meşhur film Citizen Kane (1941) de yine W. R.'ın ilişkili olduğu bir konuyu anlatmakatdır. Yani döneminin çok iş çeviren, çok konuşulan bir ismidir.

16 Mart 2020
Oku..