Shell (2012)


Bir buçuk iki senedir izlenecek listemde bekleyen filmi yeni izledim. Çok da beğendim, hatta Shame (2011) kadar beğendim diyerek beğenimi somutlaştırayım. Ele gelir oldu şimdi. Yazan yöneten Scott Graham'ken, Oscar'lı Stutterer [2015]'da izlediğim Chloe Pirrie başrol Shell'i oynuyor. Game of Thrones'un Benjen Stark'ı Joseph Mawle, Shell'in babasını; Agents of S.H.I.E.L.D.'ın Fitz'i Iain De Caestecker ise Adam'ı oynuyor.

Annesi, Shell çok küçükken evi terk etmiş. Babasıyla beraber ıssız bir otoban kenarında benzinlik işleten Shell, ıssıza alışmış bir dingin. Ha bu demek değil ki biri benzin almak için durduğunda heyecanlanmıyor. (Bu halleri Iğdırlı Serkan'ı hatırlatıyor, "Mecbur," diyordu Serkan, "çalışmak zorundayız." bkz. Serkan..) Günde bazen iki günde bir gelen oluyor, bir kısmı devamlı o yolu kullanan tipler olduğu için tanıdıklar. Çok nadir de yabancılar duruyor. Shell, sara hastası babasının tek dayanağı, bi ara kız kayboluyor ortadan da adam nasıl telaşlanıyor.


Şöyle ilginç bir mevzusu var filmin: Shell üşüdüğünde, üzüldüğünde ne bileyim canı istediğinde babasına sarılmak istiyor mesela, baba biraz mesafeli. Hatta bir ara babanın sadece sara değil başka rahatsızlıkları olduğu da ortaya çıkıyor, kızını karısı sanarak dertleşiyor falan, sonra fark ediyor, utanıyor. Gidik yani biraz. Issızda olmalarının durumu iyice dramatikleştirdiğini ve hikayenin bunu çok güzel kullandığını da belirtmek gerek.

Açıkçası filmi uzun süre izlemememin sebebi dışarıdan bakınca aşırı sıkıcı durmasıydı. İzleyince, kocaman bi siktir çektim kendime, çok etkilendim, çok beğendim. İskoç yönetmenin kullandığı müzikler ve tipografi tercihleri de filme sınıf atlatan detaylar. Yine İskoç Chloe Pirrie'nin oyunculuğu ve tatlılığı da diğer filmlerini izlenecek listesine ekletir cinsten. Filme puanım 8/10

310117
Oku..

Moonlight (2016)


Hiç anlamıyorum bu siyah kardeşlerimizdeki tribi, beyaz adam deyince kıyamet koparıyolar, kendi kendilerine 'niga'dır, 'siyah kıçın'dır, 'kara çocuk'tur, her şeyi diyolar. Üstelik lakap takmayı herkesten çok seviyolar gibi; ayıptır. Tıpkı genel evlerdeki hanım arkadaşların birbirine rahatça 'orospu' diyebilmeleri gibi galiba. Olan oldu boş vermişliği mi bu yani? Ya da mesela tembelimdir ama biri bana tembel desin istemem, öte yandan üç tembelle aynı ortama girdiğimizde birbirimize temboş dememiz kimseye koymaz, bu mu? Bu konuyu yeterince düşündüğümü düşünüyorum, geçiyorum.

Chiron'un hayatının üç evresini gösteren film, ilkokul çağıyla başlıyor. Gayet ezik bir çocuk olan Chiron, arkadaşları tarafından mütemadiyen tartaklanan ve buna karşılık veremeyen bir çelimsizdir. Uyuşturucu satıcısı Juan, bunu saklandığı bir köşeden çıkarıp yardım etmek ister. İçe kapanık Chiron'un ağzından laf almak çok kolay olmaz ama Juan ve sevgilisi Teresa ona çok nazik davranır. Ertesi gün de uyuşturucu bağımlısı annesi ile tanışılır. Little Man'in ürkek haline şaşmamak gerek. Lise çağlarında da çok bi değişiklik görülmez kardeşimizde, çocukluğundan beri 'ibne' diye dalga geçilen 'zenci'nin kimlik arayışı devam etmektedir. Üçüncü ve son evredeki hali ise koca adam olmuştur Chiron, artık adı 'Black'tir ve sokakların ağır abisidir.


Sinema okuyan öğrencilere verilen ve belirli bir konuya odaklanan ödevler gibi, sadece karakter yaratımı kasılmış, dramaturji ödevi gibi film. Biraz sıkıcı ama etkileyici de. Güzel gibi ama değil gibi de. Yani bu kadar çok dalda Oscar'a aday gösterilmesi ve dram dalında Golden Globe En İyi Film Ödülü'nü alması saçma bence.

Ayrıca Oscar adayları açıklandığında siyah sinemasının bu kadar ilgi görmesine şaşırdım; işte bu, Fences (2016), Hidden Figures (2016) falan komple siyah hikayesi. Hayır bi de çok keskin oluyo hikayeleri, filmlerde hiç beyaz tip olmuyo, komple dram oluyo, kahraman bile olsa bi eziklik oluyo, rep kesin oluyo.. Hah, rep şarkılar gibi filmler oluyo genelde, gereksiz sert.. İzlememeye karar vermiştim bu üç filmi ama Moonlight (2016) çok konuşuldu diye dayanamadım mesela. Sonra burada Teresa'yı oynayan kıza bayıldım, aynı kız Hidden Figures (2016)'te de oynuyormuş, onu da o sebeple izlerim, yine komple izlerim artık.


Filmin dikkat çekeni Juan rolüyle Mahershala Ali, Oscar'da En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu adayı. Chiron'un ayyaş annesi rolüyle Naomie Harris de Oscar'da En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu adayı. Teresa rolündeki güzellik Janelle Monae; bu da kim biliyonuz mu, yıllar önce Tightrope diye bi şarkıyla çıkan kız. Ne kadar tatlı ya ve artık oyuncu olmaya karar vermiş.. Chiron'u da kronolojik olarak: Alex Hibbert, Ashton Sanders ve Trevante Rhodes oynuyor. Oyunculuklar çok başarılı.

Tiyatro oyunu yazarı Tarell Alvin McCraney'nin bir hikayesinden uyarlanan filmin yönetmeni Barry Jenkins. Filme puanım 5/10.

300117
Oku..

Warm Bodies (2013)


Isaac Newton'ın 2011'de yayımlanan aynı isimli çoksatan romanından uyarlanan film, adeta bir zombi güzellemesi. Ölü de olsa insan insandır tavrı hakim hikayede. All the Boys Love Mandy Lane (2006) ve 50/50 (2011)'nin yönetmeni Jonathan Levine, romanı senaryolaştırıp yönetmiş. Filmle beraber yazar Newton da vakit kaybetmeden öncesi kitabı yazmış, The New Hunger diye ama Türkçe'ye çevrilmedi.

Dün Hacksaw Ridge (2016)'i izledim ve azıcık rolünde Teresa Palmer'ın güzelliğiyle büyülendim. Dün gece de işten gelip televizyon karşısında takılırken bir baktım FilmBox'ta güzelim Teresa.. Bu film oynuyo, yarıya gelmiş. Başları olsa izlerdim ama buradan girilmez filme deyip geçecektim, geçemiyorum. Ya ne kadar güzel bu kız, bildiğin değiştiremedim kanalı, yarıdan izledim filmi. Hikaye anlaşılır bi şey sonuçta çok karmaşık bir olay örgüsü yok. Ama sabah da uyanıp internette başını izledim. Tatlı film.


Zombi mevzusuna zombi bir elemanın gözünden bakıyoruz, R'nin gözünden. En çok yavaş yürümekten şikayetçi. İç sesi gayet güzel derdini anlatırken, vücut işlevsiz olduğu için konuşmak çok zor, homurdanıp, zar zor cümle kuruyorlar. Niyeyse insan yiyorlar ve kafalarını uçurmak isteyen silahlı insanlara karşı daha güçlü olmak için toplu halde dolaşıyorlar. Nasıl öldüklerini veya adlarını hatırlamıyorlar, uyumuyorlar. İnsan beyni yediklerinde oradaki anıları görüyorlar ve beyin çok lezzetli bi şey. Ha beynini yemeyip ısırıp bırakırlarsa, o insan da zombi oluyor. R, silahlı bir grup insana saldıran zombi bir grubun içinde. Julie ile böyle tanışıyor.

Julie, insanlığı korumak için şehrin bir bölgesine duvar örüp kale kurmuş acımasız bir komutanın ılımlı kızı. Arada ilaç ve gıda ihtiyaçları için savaşçılar çıkıyor dışarıya. İşte bu seferlerden birinde R, Julie'yi rehin alıyor. Yemiyor ve diğerleri yemesin diye onu koruyor. İyi de neden? Çünkü R'de, ilk görüşte bir şeyler değişti, kalbi attı galiba. R, Julie'ye zombilerin yanında hayatta kalmak için ölü taklidi yapmasını falan öğretiyor. Dikkat çekmesin diye birkaç gün saklıyor business class dairesinde, sonra evine gönderecek. Bu da böyle bir aşk hikayesi.


Kadrodaki önemli isimler, Nicholas Hoult, Teresa Palmer, Analeigh Tipton ve John Malkovich.. Zombi makyajı ve zombi mizahı gayet güzel; çok ilgiyle takip etmem zombili işleri, ölü makyajıyla sokaklara çıkmadım iki sene önceki festivalde ama bu güzel bir güzelleme olmuş başta da dediğim gibi. Başta dediysem dedim, şimdi başa dönmenin ne anlamı var di mi?! Ama işte bunlar hep deneme, baş dönücem, ortada bitircem, yeni yeni şeyler deniycem. Hayat biraz da bu değil mi zaten.. Filme puanım 6/10..

280117
Oku..

Hacksaw Ridge (2016)


2. Dünya Savaşı'nın 1945'te Pasifik Cephesi'ndeki son ayağı olan Okinawa Muharebesi anlatılıyor. Amerikalılar Japonlara saldırıyor. Hacksaw Ridge yani Testere Tepesi diye anılan bir bölgeye gönderilen birlikte ilginç bir asker var, adı Desmond Doss.

Babası eski asker olan Desmond, askere gidip vatanı için mücadele etmeyi istiyor fakat savaş sonrası babası gibi delirmek veya asabi bir adam olmak istemiyor. Şiddete karşı arkadaşımız orduya müracaat ederken silah kullanmamayı ve cumartesi günlerini tatil rica etmiş. Bu ricası çok ciddiye alınmamış olacak ki eğitimlerde anlaşmazlık yaşıyor komutanlarıyla: "Şaka mısın lan sen!" Sonu askeri hapishane oluyor ama inat gelmiş inat gidecek. Nasıl da güzel sevgilisi var kemçüğün. Kız da destekliyor yalnız, istemediğin bir şeyi yapmak zorunda değilsin diye. Tıbbiyeye de meraklı ya sıhhiyeci olacak bizimki.


Neyse, filmin ilk yarısı, 'Silah kullanmayı reddeden bir asker mümkün mü?'nün cevabını arıyor. İkinci yarısında ise kıyamet kopuyor, Hacksaw Ridge'e tırmanan Amerikalılar, Japonların en çılgınlarına denk gelmişler; "Ölmek umurlarında değil. Ölmek istiyorlar!"

İkinci yarının başında yarım saatlik kesintisiz bir çatışma sahnesi izliyoruz. Ölen ölüyor, kalana geri çekilme emri geliyor. Amerikalılar geri çekiliyor, bir kişi hariç. Desmond geride kalan yaralıları tek tek Hacksaw'dan indiriyor. Adam yerine koymadıkları, korkak, çelimsiz Desmond Doss. Bir gün sonra tekrar saldırıp alıyorlar tepeyi ve Desmond'a madalya getiriyor bu performansı.

Aynı performansı Oscar gecesinde görür müyüz bilemiyorum. En İyi Film, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Yönetmen, En İyi Kurgu, En İyi Ses Kurgusu ve En İyi Ses Miksajı dallarında adaylığı var ama kesinlikle senenin en iyi filmi diyemem. Bugün başka film izlemeyeceğim için en fazla günün en iyi filmi olabilir.


İyi, güzel, ben de tamamen savaşa, silaha, yumruğa karşıyım ama savaşın göbeğinde inat yapmak hoş değil. Bir Japon seni boğazlarken arkadaşın 'silah' kullanarak senin hayatını kurtarıyorsa azıcık saygın olacak o icada. Çok karşıysan, askeri sisteme karşı olursun hiç gitmezsin askere, var öyle lüksünüz, biz n'apalım asıl?!

Teknik olarak başarılı bulduğum o uzun çatışma sahnesi silah ve bomba seslerinin uzun süre kulaklardan çıkmasına izin vermiyor. Çiuv çiuv diye hala beynimde. Ses kurgusu ve miksajı o etkileyici ortamı yaratmak adına çok güzel işlenmiş, güzel bir çatışma sahnesi yaratmış. Fakat kurgu ile miksajı ayrı ayrı değerlendirmek uzmanların işi, ben anca "En az bir Oscar alır buralardan" diyebilirim. Zaten diğer kategorilere çok şans vermiyorum. Gerçi belli de olmaz, kahraman Amerikan askeri teması jüriyi etkileyebilir.

Uzun bir aradan ve bolca tartışmadan sonra tekrar yönetmen koltuğuna oturuyor Mel Gibson. Başrolde inanılmaz itici örümcek adam Andrew Garfield var, güzel hemşire sevgilisini Teresa Palmer oynuyor. Babası Agent Smith, Hugo Weaving; çavuşu koca taşıyıcı adam, Vince Vaughn ve komutanı Avatar Sully, Sam Worthington. (Sırasıyla, The Amazing Spider-Man (2012), Matrix (1999), Delivery Man (2013) ve Avatar (2009) kast edilen filmler.)
Filme puanım 7/10.

270117
Oku..

Bıyık [2013]


Aşırı mutlu oldum filmi izleyince, hem teknik hem duygusal açıdan insanı tatmin eden küçücük bir hikaye; hikaye değil ya rüya gibi.

Berberde yeni bıyık modeline karar vermek için kataloğa göz atan adam, yapması mümkün dahi olmayan Dali Bıyığı gibi fantastik örneklere hızlıca bakarken Hitler'e gelince kalp atışları hızlanıyor ve küçük bir karar anından sonra düğmeye basılıyor. Sonra rüya turuna çıkıyoruz adamla beraber.

O dakikadan sonra mahalledeki herkeste Hitler Bıyığı olarak da bilinen Badem Bıyık var, kime baksa aynı bıyıktan görüyor. Bakkal, manav, yoldan geçen adam, köşedeki çocuk falan hepsi o bıyıktan bırakmış.


Siyah-beyaz film, tıpkı Charlie Chaplin filmlerindeki gibi saniyedeki kare sayısı eksikliğinden hızlı hızlı, kesik kesik oynuyor. Sadece bu teknik özellikleri değil, görüntü yönetimi de Chaplin filmlerindekine benzer bir hava katmış. Bilen bilecektir o bıyık aynı zamanda Chaplin Bıyığıdır.

Hitler gibi bir psikopatın bıyık modelini tercih ettiği için lanetlendiğini sanan adamımıza kendine gelmesini ve tercihlerinin arkasında durmasını, adam ve akıllı olmasını söyleyen Chaplin oluyor. "Hemen kafayı yeme lan, azıcık tadını çıkar" bakışı atıyor sokak duvarındaki posterinden. En azından ben böyle okudum, çok da memnun oldum bana düşünme payı bıraktıkları için.


Filmin ilginç olan tarafları çokça ama en başta liseli filmi olması geliyor. Sürmene Lisesi öğrencisi Umut Delimehmet, resim öğretmeni Hakan Sümer'le paylaşıyor projesini, alıyor gazı ve filmin kurgusunu da hocaya kitliyor. Harika kurgu bu arada. Görüntü yönetmeni arkadaşı Yasin Yılmaz olurken başrole de felsefe öğretmenleri Cevat Zengin getiriliyor. Yardımcı oyuncular da Sürmene halkı işte. Film, liseli filmcilerin kapıştığı KısaKes Film Yarışması'nda jürinin kalbini fethediyor. Sonra yok Boğaziçi yok şu yok bu derken en son 2015'te Cannes'da gösteriliyor ve kendi başına bir film konusu çıkıyor. Çok başarılı, umut vaat eden bir film. Hatta Samsung şöyle gaz bir video hazırlamış iki üç ay önce: link burada..

Filmi de izleyin, bakınız buraya.. Yazının başına koyabilmek için filmin posterini aradım, bulamadım. Yönetmene mesaj attım ama görmedi galiba. Sonra bi sitede buldum ama çok düşük boyuttaydı falan. Güzel de posterdi o sitedeki, vazgeçemezdim, inat ettim. Oturdum kendim yaptım, yani o sitedekinin taklididir şu yukarıdaki.

220117
Oku..

Crisis in Six Scenes (2016)


Haberi ilk duyduğumda aşırı heyecanlandım, Woody Allen dizi yapıyor diye. Normalde hayatta girişmeyeceği iş ama "İyi para teklif ettiler, hayır diyemedim" diyor. Zaten sonra formatına bakınca çok da dizi gibi olmadığı görülüyor. 25 dakikalık 6 bölümden oluşan mini dizi. Yani bildiğin bir buçuk sinema filmi hacminde. 2013 itibariyle 'yeni nesil dizi' sektörüne dahil olan Amazon'un yapımcılığında. Yazan yöneten ve telaşlı telaşlı oynayan Woody Allen.


Reklam yazarı Sidney J. Munsinger ve çift terapisti karısı Kay, mütevazı hayatlarını komşuları ve arkadaşlarıyla geçiren yaşlı bir çifttir. Hala çalışıyo olmalarına şaşırırsınız, bildiğin yaşlılar. Yıllarca da çalışmışlar, sırf şu anki hayatlarını bu standartta yaşayabilmek için. (Bunlar hep alt metin aslında) Sonra bir haber görürler; güzel bir kız olan uzak akrabaları Lennie, kanun kaçağıdır, sürekli eylemler yapan bir komünist olmuştur. Bir gece Lennie, Munsinger çiftinin evine sığınmaya gelir. Onu polise veremezler çünkü aileden biridir ama -özellikle Sidney- başları derde girsin istemez. Üstelik Lennie çok iştahlı bir kızdır ve Sidney'nin kendi için ayırdığı her şeyi yer.

Munsingerların bir misafiri daha vardır o sırada, bir arkadaşlarının oğlu; evlenmek üzere hazırlıklar yapan, işini oturtmaya çalışan Alan. Lennie, sığındığı süre boyunca güzelliği ve ateşli fikirleriyle, başta Alan olmak üzere Kay ve gün arkadaşlarını komünist yapar. Sidney istemez ama mecburen işlerin içindedir. Ve Lennie bunun için çok uğraşmaz, sadece bir şeyler yer ve muhabbet eder. Bu arada Alan ilk bombasını yapmada başarısız olacaktır.


Ben ilk defa Woody Allen'dan bu kadar net siyasi eleştiri gördüm. Şimdiye kadar komünist/kapitalist karakterleri tabii ki oldu ama ilk defa bu derece siyasi bir başrol izledik galiba. Gerçi Bananas (1971) zamanında. Neyse, çok başarılı ve anlattığı kadar gösterdiği detaylar da değerli, televizyon işi diye salmamış yani.

Lennie karakteriyle aç komünisti oynayan Miley Cyrus; evet Wrecking Ball Girl, iyi oyuncu öyle demeyin, yıllarca Hannah Montana diye bi tipi oynamadı mı bu?! (Çok doğru tercih bence, gençlere Woody Allen'a Giriş I için ikna edici uygulama) Alan'ın nişanlısını oynayan Rachel Brosnahan da çok güzel kız, House of Cards (2012- )'taki Rachel Posner'dı. İzleyenler Doug'ınkiydi deyince bilir. 

Çok tatlı iş olmuş bence, çok eğlendim izlerken. Ama 30 Eylül 2016'da gösterilen diziyi ben aylarca aradım, bakmadığım dizi sitesi kalmadı, çok sonra buldum. Dün işte. Bulunca da indirdim hemen, dizi sitesi bu kapanıverir belki izlerken diye. Yani bulamayan ve çok izlemek isteyen olursa gelsin bana, wetransfer'le falan ulaştırırım bi şekil. Keşke bunu yeniden kesip biçip sinema filmi yapsalar da daha çok kişiye ulaşsa. Gerçi emin değilim, sinema filmi mi dizi mi daha fazla izleniyor acaba?

190117
Oku..

Arrival (2016)


Geçen gün uzatmalı WhatsApp grubumuzda arkadaşlarla konuşuyoruz, daha doğrusu onlar bi dolu konuşmuş ben yatmadan önce neler konuşulmuş onları okuyorum uykulu gözlerle. Ben okuyunca 'okundu' olarak işaretlendi ve sessiz sedasız yazılanları okuduğum fark edildi, bana laf atıldı sonra, "Erol, yakalandın!" diye. Sonra ben durumu anlatan, 'bi arkadaşa bakıp çıkacaktım' temalı mesajımı attım ama uyku sersemi kurduğum cümle çok saçma olduğu için anlamadılar ve çok uğraştılar anlamak için, inanılmaz uğraştılar boş adamlar.. Sonra vay efendim bu nasıl Türkçe de bilmem ne.. "Uyumadan öncr bi kücık okuyu yatmak işte" / "Nasıl kalkmadan önce bi küçük daha içilit"... Sonra bir bir itirafa şahlanıldı, "Ben de bazen yazacağım kelimenin önce ortadaki harfini yazıyorum", "Ben kelime unutuyorum cümlelerde" falan diye.. Birinin de çocukken kendi yarattığı alfabesi var ha.. Gece gece bu geyik döndü...


Neyse filme nasıl bağlıyorum bak, uzaylı filmi ya bu, adamların kendi alfabesi var. Adeta bir Gökher olmuşlar haberleri yok. Bi de bizi deniyolar, on iki farklı noktaya inerek bi şekiller falan.. Amerikan Çinlisi bilim kurgu yazarı Ted Chiang'ın 98'de basılan kitabı Story of Your Life'ın uyarlaması olan filmin yönetmeni Denis Villeneuve; geçen seneki Sicario (2015)'yu yapan adam..

Feleğin çemberinden geçmiş bir dil bilimci olan Louise, artık başıma daha kötü bi şey gelemez bu hayatta derken uzaylılar geliyor. Cünupsa demek ki.. Yalnız bu uzaylılar biraz acayip, koca kapsülle yüzeye yakın havada durmuş bekliyolar hem de dünyanın on iki farklı noktasında.. İşte hangi ülkenin sınırlarındaysa oranın bilim adamları görüşmeye gidiyor uzaylılarla. Bunlarla görüşmek için önce kapsüle gireceksin, sonra sana görünmelerini bekleyeceksin, ulan Dabbe mi çekiyoruz ne bu tripler..


Bizim işimiz Amerika'ya inenlerle, Çinliler direkt dövüşmeye başlamış uzaylıyla zaten.. Askeri tipler gece yarısı operasyonuyla Louise'i ve fizikçi Ian'ı olay yerine getiriyorlar ve buluşma gerçekleşiyor. Abbott ve Costello diye isim taktıkları ahtapot uzaylılar anca homurdanıyor, dilleri anlaşılır gibi değil. Louise'in muhteşem taktiği sayesinde iletişime geçiliyor, yazarak.. Yazılarını anlamak başta mümkün olmasa da zamanla dili çözüyor Louise. Fakat Amerika'da uzaylıyla dostluk bağları kurulurken Çin ve Rusya uzayın derdini anlamayıp ortalığı karıştırıyor. En önemli ve cevap bulunması gereken soru ise "Neden geldiniz?"

Amy Adams muhteşem burnuyla yine harikalar yaratıyor, Golden Globe'da da adaydı zaten. Film bütün sinemaseverlere tavsiye edilir kalitede. Yalnız uzaylı aksiyonu bekleyenler için sıkıcı bir film olabilir, uyarmak lazım; daha ağır, daha kaliteli şeyler sevenler sevecektir. Nedense bu filmin Oscar'da daha çok ilgi göreceğini sanıyorum, En İyi Uyarlama Senaryo adayı falan olabilir mesela, görcez.

180117
Oku..

Chaplin (1992)



SAHNE I
Kapı açılır ve Şarlo silüeti belirir. Bir adım atar ve üzerinde kocaman el yazısıyla filmin adı 'Chaplin' yazar. Sonra yazı kaybolur ve silüet içeri girer, kapıyı ayağıyla kapatır. Işıklı makyaj masasına oturur, Genç Charles'ın yüzünü görürüz, dramatik bir müzik eşliğinde makyajını temizleyecektir ve görüntü üzerine kadrodakilerin isimleri yazacaktır. Bastonunu masaya dayarken, ayakkabısını, şapkasını, ceketini ve takma bıyığını çıkarıp yerine koyarken detay planlar görürüz. Yüzüne krem sürer ve makyajını silmeye başlar. Göz makyajını silerken yüzüne simsiyah boya bulaştırır. Aynada kendi görüntüsüne dalar. Bu sırada dış seste editörüyle konuşmasını duyarız. 
  Editör: Haydi Charlie, dertlenmeyi bırak. Bunu çözmeliyiz. Umarım arkadaşlığımız bozulmaz. 
  Yaşlı Charles: George, bu kadar melodramatik olma. (Güler) 
  Editör: Bu senin otobiyografin Charlie. Ve editörün olarak bazı bölümlerde belirsizlik olduğunu söylemem gerek. Mesela, annen. Ne zaman kötüleşmeye başladı durumu?  
  Yaşlı Charles: Bunu söylemek zor. (Duraklar) İyi olduğu zamanlar çok iyiydi, hiç anlamazdın...
[dramatik geçiş]

SAHNE II
Charlie'nin küçüklüğü karşımızdadır; kıvırcık ve neredeyse tombik bir çocuktur. Annesi sahnede şarkı söylerken Charlie kenardan ona mırıldanarak eşlik eder. Balkon locaları olan süslü bir salondur. Seyircilerden bazıları sahneyle ilgilenmez, salonda bir gürültü hakimdir ve bu da o dönemin eğlence kültürünü gösterir. Görüntü üzerine: <Aldershot, England 1894> yazar.Bayan Chaplin şarkının bir kısmını karıştırır ve seyirci hatayı hemen anlayıp sinirlenir. Seyircilerin tepkisi sahneye bir şeyler atmaya varınca sahne amiri kadını kenara çağırır ve kendisi çıkar. Seyirciyi sakinleştirmeye çalışan adamın hemen arkasından Charlie sahneye atlar, adamı paçasından çekiştirir. 
  Çocuk Charles: Şarkı söyleyebilirim efendim. Ben söyleyebilirim. 
Seyirci çocuğun halini çok sevimli bulur. 
  Şişman Seyirci: Bırak söylesin, lanet herif, bırak çocuğu, hahahah... 
Sahne amiri mecburen kabullenir durumu, Charlie'ye adını sorar ve onu takdim eder. 
  Sahne Amiri: Hanımlar beyler, kısa zamanda çok masraf yaparak sizin özel beğenilerinize sunuyoruz. Karşınızda Charles Chaplin! 
Charles sempatik dansıyla şarkısını söyler ve çok alkış alır.  Günü kurtarmıştır. Annesi sahne kenarından ne hissedeceğini bilmeden Charlie'yi izler.
[kesme]


Belki de hiç böyle değildir, belki de senaryoya hiç bağlı kalınmamıştır ama gösterilen bu. Çok seviyorum izlediğim filmlerin senaryo üzerindeki hallerini görmeyi. Tümden gelim oluyor bu. Güzel bir pratik, eğlenceli antrenman senaryo yazanlar için. Bu senaryo William Goldman'ın da aralarında bulunduğu dört kişilik bir ekibin ürünü, büyük ölçüde Charlie Chaplin'in otobiyografisinden yararlanılmış. Yönetmen ise Richard Attenborough; Gandhi (1982) ile En İyi Film ve En İyi Yönetmen Oscarlarını aldıktan sonra bu proje için en güvenilir isimlerden olmuş belli ki. Filmin en önemli diğer kozu da Robert Downey Jr. tabii ki. Böylesine değerli bir hayat hikayesinin kaliteli bir film olması için her şey yapılmış ve başarılmış. Benim en sevdiğim filmler arasındadır, 18 kez falan izlemişimdir.

Chaplin benim hiç ilgimi çeken biri değil, diyebilen var mıdır acaba? Sanatı, hayata bakışı, yoktan var oluşu.. Gandhi'den bile daha değerli bence.. Hadi geçtim hikayeyi, uzaylısınız diyelim, Robert Downey Jr.'ın yeteneğini, her yerde göremeyeceğiniz muhteşem performansını göz ardı edemezsiniz herhalde. Akrobatlık eğitiminin (bkz.)bu rolü almasındaki en önemli etken olduğu ise az bilinir, çok hissedilir. Sahne komedyenliğiyle başlayan ve sinemanın keşfiyle oyunculuk, yönetmenlik ve yapımcılığa uzanan macera.. Sayısız aşk ve olaylı ilişkiler.. Vatan hainliği ve şövalyelik..


Filmde Charles'ın annesi rolünü, gerçek hayatta Charles'ın oyuncu kızı Geraldine Chaplin oynuyor. Filmde dikkat çeken diğer isimler, Anthony Hopkins, Diane Lane, Moira Kelly, Marisa Tomei ve çıtır Milla Jovovich..

Filmin ilginç noktalarından biri, o sene gerek eleştirmenlerden gerek seyircilerden tam not alan Robert Downey Jr.'ın önemli törenlerde ödüllendirilmemesiydi. Oscar'da En İyi Sanat Yönetimi, En İyi Müzik ve En İyi Erkek Oyuncu adaylığı olan filme ödül gitmedi, Golden Globe da bi şey vermedi. Sadece BAFTA kazanan Robert Downey Jr., Amerikan ödül sistemine tepki olarak oyunculuğu bıraktı. Yok, yok bırakmadı ama bi inceden skerler yapacağınız işi deyip saldı azıcık, çünkü gayet şımartılmış bir adamdı o zaman kadar. Bundan sonra performansı ve yer aldığı projelerin kalitesi düştü. Ünü de ha gitti ha gidecek oldu, alkol, uyuşturucu falan; çöküş dönemi yani... Sonra Marvel riske girdi, Iron Man'lik macerası başladı ve olan oldu.. Hatta Tropic Tunder (2008)'la -bak absürt komediyle- bir kez daha Oscar'a aday oldu ama yine vermediler..

Öyle işte, benim çok sevdiğim bir filmdir, tamam kusursuz film değil ama çok güzel.. 9/10..

150117
Oku..

Kainan 1890 (2015)


Japon-Türk ortak yapımı tarihi film. Yazan Eriko Komatsu, yöneten Mitsutoshi Tanaka. Gösterişli bir film, bütçe bilgisi baktım da bulamadım. Görüntü yönetimi, dekor-kostüm, müzik falan komple Japon ekip yapmış. Yapımcı kadroda ve yönetim yardımcılığında Türk isimler var. Oyuncu kadrosu desen yarıdan fazlası Türk. Film iki parçadan oluşuyor, ilk bi buçuk saatteki yine güzel film ama son yarım saatteki ikinci yarı çok tırt. Yani hikaye çok absürt, yaşanmış hikaye deniyor ama bilemiyorum. Kesin yapmışızdır var ya.. Yine de hikayede büyük boşluklar var..


Sene 1890. Osmanlı İmparatorluğu ciddi tehditler görüyor Avrupa ülkelerinden. Gücünün yerinde olduğu imajını vermek için de müttefik Japon İmparatorluğuna selam götürmek üzere bir fırkateyn hazırlanıyor. İyi güzel, şov iyidir, dinç tutar ama Japonya dünyanın öbür ucu. Ertuğrul Fırkateyni'ne en iyi bahriyeliler görevlendirilir ki sağ dönebilsinler. Çıkılır yola. Aylar sonra varılır Japonya'ya, müttefik mutlu edilir, hediyeler verilir-alınır neyse. Dönüş yolunda meşhur Japon tayfunlarından birine yakalanılır. Gemi bir adaya yaklaşmaya çalışırken batar.

Geminin mürettebat sayısı hakkındaki bilgi kaynağa göre değişiyor, vikipedi'deki bi bilgi: "44 subay, 14 mühendis (yüzbaşı), 591 er, 5 sivil ve 1 şair olmak üzere toplam 655 olarak verilmektedir." derken filmde 618 olarak geçiyor ve sadece 69 kişinin hayatı kurtuluyor. İlk kaynak, şairi ne sivil ne asker saymış yalnız.. Filmde şair değil de iki halk ozanı bir trompetçi var. Ve kazada kurtulan bu 69 kişi canını ada sakinlerine borçlu. O gün bu gündür Japonlarla aramızda bir bağ vardır.


Film buraya kadar gayet güzel geliyor, çok değerli bir kültür mirası olmayı hakkediyor. Fakat...

Sene 1985. Kader ağlarını örüyor.. İran-Irak Savaşı'nın ortasında Tahran'da kapana kısılmış masum insanlar. Türkler uçakları geleceğini sanarak havalimanında bekliyor, çok kalabalıklar.. Öte yanda Türkiye'den yardım isteyen Japon Büyükelçiliği.. Turgut Özal diyor ki "Uçak gönderin oraya, Japon dostlarımıza, oradaki Türkler de kara yoluyla gelsin, yolda güvenlik sağlayın.", "Efendim millet uçağı görünce orada kendi biner, tanımaz Japon mapon, can bu!", "Sen bi gönder uçağı bakalım n'olacak?!".. Hakikaten de geliyo THY, bombaların arasından.
Ulan bunu gönderen bi uçak daha göndersin madem, yok.. Sonra o öfkeli kalabalık, hatta çok konuşan AKP'li bi abi, "Tamam madem siz binin, sonuçta misafirperverlik budur, biz hallederiz bi şekil" diyerek tarih yazıyor. Bak sene 1985, adam AKP'li..
Hayır, hadi biz malız, bi Japon da çıkıp, "Aslında yaşlılar, çocuklar, ihtiyacı olanlar uçakla gitsin komple. Biz Japon-Türk demeden beraber kara yoluyla gidelim" demedi ya la.

Tekrar diyorum bak, hikaye çok absürt ama kesin yapmışızdır biz bunu.. Kadro: Yüzbaşı Mustafa, Kenan Ece; Japon Doktor, Seiyo Uchino; Haru, Shioli Kutsuna; Bekir Çavuş, Alican Yücesoy ve Murat Serezli, Uğur Polat, azıcık da Melis Babadağ, ama çok az.. Melis Babadağ oynuyor diye izledim filmi güya, on saniye falan oynuyo galiba.. Filme puanım 5/10.. Ama değerli film yine de, hikayenin yaşaması bakımından değerli..

140117
Oku..

Divergent BoxSet


Amerikalı genç edebiyatçı Veronica Roth'un yazdığı gençlik romanı serisi. Genç derken, 28, bildiğin genç. Yazdığı derken bi elim titredi çünkü artık biliyoruz ki bu bi sektör ve kalabalık yazar grupları gizlice yazıp bir reklam yüzünü yazar ilan ediyorlar. İnsan yazara da güvenemiyor bu devirde. Gençlik romanı derken de galiba hikayenin derinliği olmadığını hatta yer yer boşluklu, saçmalı şeyler olduğunu ama genel olarak kendini okuttuğunu söylemeye çalışıyorum, çalışıyoruz. Evet şair burada bunları demek istemiş.

Gençlik edebiyatı serileri var di mi, tür artık bu, Harry Potter ve Yüzüklerin Efendisi gibileri ayrı tutarsak: Grinin Elli Tonu, Gece Evi, Tanrıça Serisi, Vampir Günlükleri, Lüx Serisi, Alacakaranlık, Labirent, Hush Hush Serisi, Açlık Oyunları.. Bunları Migros'larda falan Ahmet Ümitlerle, Elif Şafaklarla çok satanda görürsünüz; yerli gençlik serisi de Kötü Çocuk var mesela, Allah'ım, dur buraya girersem çıkamam.. Bu saydıklarımdan Twilight ve Hunger Games'in filmlerini izledim, şimdi de bu Divergent işte.. Mutlaka okuyup, çok sevip, baş ucu kitabı yapanlar vardır ama artık bu piyasa çok bozdu.. Filmleri de makyaj güzeli..


Divergent (2014)'ın yönetmeni Neil Burger, The Illusionist (2006)'i, Limitless (2008)'ı yapan adam.. Hikayesi güzel, insanoğlu çareyi yeteneklerine ve seçimine göre çalışmakta bulan toplum; Bilgeler, Barışçılar, Korkusuzlar, Fedakarlar ve Adiller olarak beş gruba ayrılmış. Hiçbir gruba dahil olamayanlar Grupsuzlar, evsizler yani bitikler ve her gruba biraz uyanlar, yani Uyumsuzlar.. Herkes grubunun idealleriyle büyüyor. Her grubun bir lideri var. Bilgelerin lideri Jeanine, şehri idare etmek için bütün gruplara hakim olmak istiyor çünkü en zeki o, öbürleri yönetemiyor ona göre. Korkusuzlara ilaç verip Fedakarlara saldıracak bir ordu kuruyor. Uyumsuz Tris ve arkadaşları saldırıyı engellemeye çalışıyor.

Insurgent (2015)'ın yönetmeni Robert Schwentke, RED (2010)'in de yönetmeniydi birazdan Allegiant (2016)'ı da yönetecek. Saldırıyı engelleyen ama kaçak durumuna düşen Tris ve Four, Barışçılara sığınırlar. Sonra ayaklanmaya destek olacak Korkusuz arkadaşlarını Adillere sığınmış bulurlar. Ve asi Topluluksuzlarla birlik olup Bilgelerin lideri Jeanine'e savaş açarlar. Jeanine ise zaten Tris gibi bir Uyumsuzu beklemektedir çünkü gelecekten bir mesaj vardır ve sadece bir Uyumsuz açabilir. Sonrası simülasyon..

Allegiant (2016) ise insanoğlunun çiğ süt emdiğini kanıtlar şekilde Topluluksuzların liderinin yeni Jeanine olma hevesini işliyor. Ama bu sefer gelecekten gelen mesaj doğrultusunda duvarın arkasına uçuyor Tris ve arkadaşları.


Yani güzel, evet, düşünce güzel ama o hikayedeki büyük boşluklar ne olacak hacı?! Film izlerken, "Ya tamam da o niye öyle?" diye delirmeyelim di mi, düzgün kur dünyanı, felç etme bizi film izliycez diye.. Al bak, yedi kitap sekiz film Harry Potter örneği, bir tane mantık hatası yok, her şeyin bir cevabı var; Kraliçeden bile zengin olmak kolay değil koca Krallıkta.. Rowling Reis Çok Yaşa!..

Kadro da hiç fena değil yalnız. Sadece başrol Shailene Woodley için bir iki bi şey söylemek isterim, The Descendants (2011)'ta izleyip çok sevmiştim, çok güzeldi, geçen gün Snowden (2016)'da izledim bildiğin çirkin kız, çok ayıp ama n'apiyim.. Bu filmde de bi çirkin bi güzel, kafam karıştı bu kıza.. Ashley Judd, Jai Courtney, Zoe Kravitz, -Whiplash (2014)'in fatihi buranın oçesi- Miles Teller, Maggie Q, Kate Winslet, Naomi Watts ve Jeff Daniels..

140117
Oku..

Sipour al Ahava Va'khoshekh (2015)


Natalie Portman'ın, yazar Amos Oz'un otobiyografik romanından uyarlayıp yönettiği film, uzun zamandır izlenecekler listemi meşgul ediyordu. İngilizce adı A Tale of Love and Darkness olan film sonunda internete düştü de izleyebildim. Film İbranice ve girişinde bir sürü saçma sapan İsrail yapım şirketi ismi geçiyo, dandik dandik logolar... Anladık, her şeyiyle İsrail filmi, Natalie de ne milliyetçi çıktı arkadaş.

Şimdiye kadar hep kamplardaki Yahudilerin çektiği acıları gördük. Şimdi Kudüs'te, bütün dinlerin sahip olmak istediği kutsal topraklarda, ailesiyle beraber Amos'un yaşadıklarına şahit oluyoruz. Başarısız bir yazar olan babası ve birbirlerine hikayeler anlattıkları annesiyle beraber büyüyor Amos. Yalnız savaşın stresinden olacak annesi biraz rahatsız. Amos ise ilginç bir çocuk.

Dramatik bir hikaye mutlaka, dönemin siyasi gerilimi ve Nazi kini ister istemez etkiliyor insanları. Sessiz sakin bir çocuk olmasıyla nam salan Amos bile, komşu teyzenin "Sen akıllı ve hassas bir çocuksun, eminim çok yetenekli bir yazar olacaksın" temennisine "Kes be, ne yazarı, duygular beni tiksindiriyor. Çiftçi olacam ben ya da köpekleri zehirleyen biri..." Kadın neye uğradığını şaşırıyor tabii. Ama uzaydayız, herkesin kafası karışık..


Amos'u oynayan çocuk cidden çok yetenekli, Amir Tessler. Annesi Fania'yı Natalie Portman, babası Arieh'i Gilad Kahana oynuyor. Amos Oz hiç okumadım ama efsane olduğunu duyarım ortamda okuyan biri varsa. "Yazar olmaktan önce kitap olmak isteyen bir çocuk" yazıyordu Aşk ve Karanlık kitabının arka kapağında. İşte o adamın hikayesi, o adamın filmi.. Bravo Natalie!.. Ayrıca ilk uzun metraj sinema filmi ve biraz sıkıcı olması dışında çok büyük bir sorun görmedim. Puanım 7/10..

120117
Oku..

Oğlan Bizim Kız Bizim (2016)


Dün gece yatmak üzereyken bi şeyler izleyerek uyuyayım diye açtığım bir film. Filmden tek beklentim ses miksajının düzgün yapılmış olması, ara ara çok yükselip beni uyandırmaması. Açtım filmi, yattım.

Görüntülerin üstüne kadro yazmaya başlar, font Comic Sans; gözlerimi kapattım.. Sonra çok komik bi şey oldu, yakaladı beni film. Zeynep trafiktedir, üstü açık arabasıyla. Kulağında telefon, elinde kahve, gayet iş kadını. Başka bir araç ters bir hareket yapar. "Ya sinyal versene!" diye bağırır, "Çıkmasın abi kadınlar trafiğe," biraz durur "gerekiyosa ben de çıkmam yani.." Tam o sırada, yazan yöneten Semra Dündar yazdı. Sonra Zeynep kahveden bi yudum alır, ağzı yanar.


Tam girişte böyle sevimli bir sahne olması güzel ama ben uyumak istiyorum. Barış araba tamircisi, babasının dükkanında çalışıyor. Müşterinin arabasıyla gezmeye gidecek seviyede sorumsuz. Babası kaç yaşına geldin evlen artık triplerinde. Barış hiç oralı değil. Diğer tarafta Zeynep'in düğün organizasyon işi var, çok sevdiği uzatmalı sevgilisinden her an evlenme teklifi bekliyor artık. Ama bırak evlenme teklifini oğlan biraz uzaklaşma peşinde. Radyo yarışmasındaki soruyu bilip Antalya tatili kazanan Zeynep ve Barış, kankileriyle sap sap tatile gidiyorlar. Ama totalde 2 erkek 2 kız yapar.

Tatil başlamadan ve tatilin ilk günleri kızlara karşı erkekler, survivor'a döner, bunlar birbirine gıcık olur ve baya savaş açarlar. Sonra birbirlerine ısınırlar ve Barış, 'erkekler ne ister' konu başlığından en klişeleri seçerek Zeynep'e yol gösterir ve kızın eski sevgilisini kazanmasına yardım eder. Ama tabii bu arada aşık olacaklardır.


Farkında mısınız bilmiyorum ama filmi gözümü kırpmadan izledim. Bildiğin film bitti, 'of çok kötü film' deyip döndüm arkamı yattım. Film kötü çünkü belli ki çok düşünmeden, uğraşmadan hazırlanmış hikaye, senaryo, set, müzik, kurgu, filmin adı.. Hepsi ya, hepsi tırt.. Merak ettim baktım, kim bu Semra Dündar diye: kırk yaşında bir abla, dizilerle başlamış işe, sene 2013 olduğunda sinemadaki açlığı görmüş ve Vay Başıma Gelenler (2013), Vay Başıma Gelenler 2,5 (2014), Aşk Nerede (2015), Tutmayın Beni (2016) ve bu Oğlan Bizim Kız Bizim (2016) yazıp yönettiği filmler. Yani piyasanın şifresini çözen bir sinemacıyla karşı karşıyayız. Çok kaliteli oyuncularla çalışamaz ve haliyle astronomik kazanamaz ama film isimlerine bakınca bile güzel para kazanır diyor insan. Milletin izlemek istediği şeyler yapmaya ant içmiş bu abla. Bi yerde şöyle bir yorum okudum: "Bu kadının senaryolarda yazdığı küfürlerin çoğunu ben duymadım, ne kadın ama!"

Biraz geri geleyim, "kaliteli oyuncularla çalışamaz" derken ne dedim lan ben?! Yani çok teklif alan, seçme şansı olan kaliteli oyuncular demek istedim aslında. Seçme şansı olan, herhangi başka bir şeyi seçer herhalde. Yalnız bakın ben ne yaptım, bokunda boncuk bulmak denir ya, hah, o boncuğu buldum, Melis Babadağ. Bu senaryoyla bu kadar başarılı iş çıkaran güzelliği bir de senaryoya daha çok benzeyen bir metinle düşünsenize.

Melis Babadağ, bildiğin çok güzel kadın, dizilerle popüler sanırım, çok sinema filmi yok. Sadece güzel bulduğum ama daha önce hiç izlemediğim bir güzellikti. İlk defa izledim ve aşırı beğendim. O ilk sahnede trafikte sinirlenen kadını, film boyunca evlenmeyi çok isteyen kadını, tatile gelmiş işkolik kadını falan hepsini çok güzel oynadı, filmi izleyebildiysem bu oyunu kaçırmamak için. Tebrik, takdir, kondisyon. İlginçtir, şuaraya koyacak fotoğrafını ararken öğrendim, galiba evliymiş ama siksen göstermezmiş kocasını, niyeyse. Biraz psikopatlık da var yani.. Belki de adam mafyadır, bilemem.. Mafya niye gözükmüyosa..

120117
Oku..

İklim Meselesi (2016)


National Geographic tarafından hazırlanan, 45 dakikalık 3 bölümden oluşan belgesel, enerji kanalları ve doğal kaynakların doğru kullanımı üzerinden iklim değişikliğini inceliyor. Hele bir de geçen hafta İstanbul'da yaşadığımız aralıklı elektrik kesintileriyle ciddiye bindi ki iş sorma. Konuya daha geniş bir çevrenin ilgisini çekebilmek için de popüler yüzler kullanılıyor.


İlk bölümünde Halit Ergenç Zonguldak'taki maden ocaklarını ziyaret edip, çıkarılan kömürden elektrik elde edilen termik santralleri ve çevreye etkilerini inceledi. Konuyla ilgili uzmanlarla görüştü, çevre halkla konuştu. Artvin'e oğlu Ali'yle beraber giden Ozan Güven ise dere yatakları üzerine kurulan hidroelektrik santralleri gezdi. Bu konuda dertli Çamlıhemşin'e çıktı. Konuya çok hakim olmayan ünlü ziyaretçilerimiz, izleyen herkesin de anladığından emin olabilmek için basitçe -Bilal'e anlatır gibi- anlatılmasını sağladı. Bu haliyle de fazla basit oldu ama olsun.. Sonuç olarak kaynaklarımız bakımından şanslı bir ülke olduğumuz ama bilinçsiz kullandığımız ortaya konuyor.

NatGeo'nun bu muhteşem girişimini tebrik etmemek ne mümkün. Keşke 3 bölüm değil de devamlılığı sağlanan bir dizi olsa. Hatta sadece NatGeo değil ulusal kanallar da bu tarz çalışmalara el atsa. Böyle kazandırılabilir belgesel alışkanlığı insanlara. Gerçekten sıkıcı olan şeyleri gösterip insanların onu sevmesini bekleyemezsiniz. Bak Ozan Güven'e, almış oğlunu, santralin ne demek olduğunu onunla beraber öğreniyor, sorunları beraber görüyorlar ve "Ne yapabiliriz?"in cevabını beraber arıyorlar. O çocuğun orada olması çok önemli. 'Herkes' anlayabilir demek isteniyor..


Pazar akşamı gösterilecek 2. bölümde Serenay Sarıkaya ve Ezgi Mola var. Hadi izlemeyin de göreyim. İlk bölümü de NatGeo'da sık sık verilen tekrarından veya youtube'a kaçak koyan birilerinden izleyebilirsiniz. 3. bölümde ise önceki iki bölümdeki incelemelerin kritiği olacak..

Bu tarz işlerin sadece iklimle sınırlı kalmaması gerekir. Bir jeolog olarak ilk aklıma gelen; Marmara için kapıdaki büyük depremi herkesin bilmesi, hazır beklemesi gerektiği. Etkilerini en aza indirmek için önlem almaya 'konuyu öğrendiğimiz anda' başlamamız gerektiğini anlatmak gerekir. O ulusal kanallara çok güvenmiyorum NatGeo, bunu yapsan yapsan sen yaparsın!..

110117

Not 150117: Serenay Sarıkaya'dan dinliyoruz, defekte yarim pesimist mi oldun..
Oku..

La La Land (2016)


Çift gitmeyeni dövüyolarmış, zor fırttım ellerinden.. Hele bi bak filmin Türkçe adına, Aşıklar Şehri, vay seni.. E madem bütün salondan 'aşkım' hitapları yükselsin istiyosun, 14 Şubat daha makul değil miydi bu satış politikasına.. Biraz çekindim, yalan yok, tek sap benim cidden salonda.. A, bi tane teyze girdi şimdi, iki de kanka kız girdi peşinden.. Salondan canlı bildirdim.. Hadi film başlıyo, filmden sonra görüşürüz..

karsız kış
prius modası
canlı dinlemesi en keyifli müzik türü

Salondayken telefona aldığım küçük notlar bunlar. Film biter bitmez -daha çiftler birbirinden ayrılmadan- ben ortamdan kaçtım. Neredeyse bütün koltukları 'sevgili koltuğu' denen ikiliden oluşan sinema, teknik donanım ve estetik bakımdan çok şık ama o koltuklar tekli olsun abi, böyle yaparsan tabii yiyişmeye gelir millet; Beylikdüzü Migros'taki CinemaPink. Koltukları dışında on numara sinema.

Gidenlerden gelen yorumların genelde iyi olmasına rağmen birkaç kişiden de sıkıcıydı şeklinde olması biraz düşündürmüştü. Dün Golden Globe'ta 7 ödül almasıyla daha fazla erteleyemeyeceğimi anladım.


Hakikaten bu sene izlediğim en iyi filmdi. Müzikal ağırlığı olan film, müzik içinde kalmamış, müzik hikayeye çok güzel eşlik etmiş. Tıpkı Whiplash (2014) gibi. Yönetmen Damien Chazelle, yine konuşturmuş dehasını. Müziği bu derece bilen adamların sinemadan da anlaması büyük şans insanlık için. Baksana ortaya çıkan işlere. Whiplash (2014)'te izlediğimiz tutku, La La Land (2016)'te romantizmle büyüyor, daha sevimli bir hale geliyor, müzik hiç susmuyor. Bütün ödülleri hak ediyor, verin..

Hollywood'tayız, Los Angeles'ta.. Sene, Shakespeare in Love (1998)'ın Oscar'da ödülleri toparladığı sene.. Cazın hakkettiği değeri görmesi için sağlam hayalleri olan piyanist Sebastian ve çocukluk hayali oyunculuk için daha kaç görüşmeye gideceği bilinmeyen Mia mütemadiyen rastlaşmaktadırlar. Sebastian tam bir hıyardır ama kabul edilmesi gereken Mia'nın hep ters zamanları bulmasıdır. Çiftimiz beraber yaşamaya başladıktan sonra birbirlerinin hayatlarını kah olumlu kah olumsuz etkilerler. Ama önemli olan tutkuyu kaybetmemektir. Mia'nın da Seb'in de çok önemli bir numaraları vardır; ne istediklerini bilmeleri.


Film, prodüksiyon, sinematografi ve kostüm gibi teknik konularda çok iyi görünüyor. Oyuncular ciddi anlamda başarılı; Emma Stone ve Ryan Gosling. Koreografiler klasik kalmış, çok şaşırtmalı yeni bir şey göremedim ama senaryo -ki senaryo film müziklerinden ayrı düşünülemez bu aşamada- çok çok iyi..

Aldığım notlara gelecek olursak, Hollywood şehrinde kışlar karsız hatta çoğun yağmursuz geçermiş. 1997'de satışı başlayan Toyota Prius orta sınıfın büyük rağbet gösterdiği bir otomobilmiş. Mia da Prius kullanıyor. "Aslında cazdan nefret ederim" itirafında bulunan Mia'ya mükemmel bir caz dersi geliyor Seb'ten. Bu sahneden sonra hala caz dinlemekten kaçabilecek insan yok bence.. Özellikle "Canlı dinlemesi en keyifli müzik türü caz" tespiti geldikten sonra. Biraz düşündüm ve çok haklı buldum. Caz konserleri onun için daha keyifli, onun için çoğu zaman sözlere ihtiyaç duymuyor. Müzik kendi kendine konuşuyor bir süre sonra. Cazcı tribi derler ya, kaptırır gider müzisyen, kural nota tanımaz, süsler boyuna.. O işte.. Caz konserlerini takip edin, hadi ben kaçtım..

Filme puanım 9/10.. Ben de Emma Stone'la dans etmek istiyorum ya..

090117
Oku..

74. Altın Küre Ödülleri


Dram ve komedi/müzikal kategorileriyle beni benden alan Altın Küre'nin geceleyin bu seneki sahipleri belli oldu. Televizyon işleri ve diğer ıvır zıvırlar çıkınca elde kalan önemli kategorileri sizler için ayarladım, süzme mercimek kıvamına getirdim. Bakın bakalım Oscar habercisi bu törende hangi filmler, hangi tipler öne çıkmış.

En İyi Film - Dram: Moonlight (2016)
En İyi Film - Komedi/Müzikal: La La Land (2016)

En İyi Yönetmen: Damien Chazelle, La La Land (2016)
En İyi Senaryo: Damien Chazelle, La La Land (2016)

En İyi Aktör - Dram: Casey Affleck, Manchester by the Sea (2016)
En İyi Aktör - Komedi/Müzikal: Ryan Gosling, La La Land (2016)

En İyi Aktris - Dram: Isabelle Huppert, Elle (2016)
En İyi Aktris - Komedi/Müzikal: Emma Stone, La La Land (2016)

En İyi Yardımcı Aktör: Aaron Taylor-Johnson, Nocturnal Animals (2016)
En İyi Yardımcı Aktris: Viola Davis, Fences (2016)

En İyi Yabancı Dilde Film: Elle (2016)
En İyi Animasyon Film: Zootopia (2016)

..demişler! Ben şu an La La Land (2016) izlemeye gidiyorum zaten ama bu gidişata ne zaman dur diyeceksek diyelim artık; millet izliyo, konuşuyo, en iyileri seçiyo biz daha izliycez yani.. Zoruma gitti gidecek ağalar beyler, az kaldı.. Altyazı'nın bu ayki sayısında 2016'nın En İyileri diye dosya var, merak ettim aldım, yok Carol (2015), yok Saul Fia (2015), yok Spotlight (2015).. Efendim onlar geçen sene konuşuldu, bu senekiler nerede? Bak onların da kafa karışmış, hangisi bu senenin hangisi seneyenin filmi belli değil.. Neyse..

La La Land (2016), En İyi Şarkı ve En İyi Film Müziği ödülleri de hesap edilince toplamda 7 uğurlu sayısına ulaşıyor. Adayları ve diğer kategorilerin kazananlarını merak edenler için link burada..

090117
Oku..

Osmanlı Cumhuriyeti (2008)


Atatürk memleketi kurtarmasaydının filmi; Türkiye Cumhuriyeti kurulmayıp Osmanlı devam etseydi tam n'olurdu?! Yazan yöneten Gani Müjde, oynayan Ata Demirer. Haliyle beklentim çok düşüktü. Konu çok ilginç, yanlış anlaşılmasın. Gani Müjde'nin de filmleri kötü değil, Kahpe Bizans (2000), Arabesk (1988) falan gayet sevdiğim absürt filmler. E, Ata Demirer de gayet komik zaten. Ama işte içime sinmeyen bu işin komedi yapılıyo olmasıydı; her zaman biraz merak etmekle beraber hiç izlemek istemedim. Çünkü bildiğin trajik konu ya.. İzledim tabii sonunda, dokuz sene olmuş bak. Ama gel gör ki film komedi süsü verilmiş ağır dram olmuş zaten, bildiğin beğendim filmi. Ya da beklentim çok düşük diye aşırı tatmin oldum. Emin değilim.

Sene 2008 olduğunda yedi asırı devirmiş bir hükümdarlığın tahtında VII. Osman (Ata Demirer) oturmaktadır. Fakat elde kalan on beş vilayeti de Amerika başta olmak üzere pek çok gafil devlet kontrol etmektedir. Osman Bey tahttadır ama gayet sembolik oturmaktadır. Halk bile enseye şaplak cıvıklığındadır koca padişahla. Halk içinde asi gruplar zaman zaman direnişe kalkışsa da hemen bastırılmaktadır coniler tarafından.

Ve bir gün torununun cincırına binmeye heves eden Osman Bey, saray bahçesinde restore için çalışan gruptaki öğrencilerden Asude'ye (Vildan Atasever) çarpar. Osman'la Asude aşkı alev alır, halk dedikoduya başlar. Haremle maremle işi olmayan Osman'a bir kuma çok görülür. Fakat yasak aşkın foyası bir süre sonra ortaya çıkar, Asude direnişçidir ve Osman'a yakınlaşması planlı bir harekettir. Yatağa girer girmez kendini direniş içinde bulan Osman, devletin bekası için sessiz kalmaya devam mı edecektir yoksa gururlu bir ölümü mü tercih edecektir.

Bildiğin dram abi bu, komik tarafı olmaz mı, o da var ama bildiğin dram; Antep St. Germain.. Prodüksiyonda masraflardan kaçılmadığı çok belli, sanıyorum bazı sahneler direkt sarayda çekilmiş zaten.


Vildan Atasever'in güzelliğini de şuraya bir not edelim. Ben kitapçıda çalışırken gelmişti, o dönem bir oyun için Kürtçe öğrenmesi gerekiyormuş, sözlük falan almıştı. Beni de esmer görüp, -bi de biraz muhabbet etmek istediyse demek ki- Kürtçe bilip bilmediğimi sormuştu. Bilmiyorum dedikçe bi lafı uzatmalar, yok efendim konuşurken bi eli kolu rahat durmamalar.. Şaka şaka.. Baya güzel kadın yalnız, gerçek..

Filme puanım 5/10. Bi arkadaşım zamanında, "Ulan filmi övüyon övüyon sonra bi bakıyom çük gibi puan vermişsin" demişti. Açıklamam basit: Puan için çok kriter var, şimdi burada teknik eleştiri yapıp okuyanı boğmak istemem. Bu. Burada genelde hikayeyi yazmaya çalışıyorum, bi bu kadar da yerin altında var yani..

080117
Oku..

The Nice Guys (2016)


Hani böyle şaşkın dedektif tiplemesi vardır ya; kahramanımız kötü adamı tam köşeye kıstırır, silahını çeker ama silah dağılır, yere düşer falan.. Falan deme, düşer de yeter.. İşte o şaşkın dedektif filmlerinin en kalitelilerinden falan.. Kımooon..

Kiss Kiss Bang Bang (2005) ve Iron Man Three (2013) gibi efsane işlerin efsane yönetmeni Shane Black yönetimindeki eğlenceli filmde şaşkın dedektif Holland'ı Ryan Gosling, sert dayakçımız Jackson'ı da Russell Crowe oynuyor. Kadronun diğer güzellikleri ise Angourie Rice, Margaret Qualley ve Kim Basinger. The Nice Guys (2016) gerçekten kaliteli bir film ama önceki filmlerdeki sinerji yok bunda. Yani bunu izleyeceğine Kiss Kiss Bang Bang (2005)'i tekrar izleyebilirsin mesela. Ama böyle dedim diye soğuma filmden, dur..


Başarısız denemeyecek şekilde para kazanabilen Holland'ın bir kızı var, çoğu zaman şaşkın babasını toparlayan zeki küçük bir kız. Sert adamımız Jackson bir iş için Holland'ı dövdüğünde -daha doğrusu aniden vurduğunda- tanışmış da oluyorlar. Holland'ın, bunak bir kadından aldığı kayıp birini bulma işi ile ilişkili olarak, iki adam beraber Amelia'yı aramaya başlıyorlar.

Amelia, adalet bakanı annesine sinirlenip evi terk edip porno sektörüne girmiş genç ve güzel bir kız. Bu annenin bakış açısı. Kız ise bambaşka şeyler anlatıyor. Kızın oynadığı filmdeki herkes teker teker ölüyor. Bizimkiler de Amelia ölmeden işi çözmek istiyorlar.

Bir de şu meşhur film var, izlenmesi istenmeyen, bütün ekibinin öldürüldüğü film..


Amerikan adalet sisteminin gayet açık eleştirildiği bu komedi, Hollywood'un "bakın nasıl da tarafsız işler yapıyoruz" deme şekli ama herkes biliyor ki zaten yapacağını açık açık yapan bir sistemin içindeyiz. Kimse sallamıyor, kimse umursamıyor gibi davranıyor ve konu kapanıyor.

Geçen şu Reina saldırısıyla alakalı, yaralı kurtulan Amerikalı Jake Raak'ın aslında suikastçı olduğuyla ilgili komplo teorileri gibi bu filmde de kötü adamlar hiç bir şey olmamış gibi yaşamaya devam ediyor, çünkü yapılabilecek yeterince şey yok. Yani Raak gerçekten suikastçıysa ve bizim elimizde bunu ispatlayacak yeterince delil yoksa veya gözümüzün önünde o deliller yok edilmişse yeterince yapacak bi şey yok diyoruz.. Filmle Reina'nın bi alakası yok ama aynı kapıya çıkıyo. Yani yeterince yok belki de..

Filme puanım 7, imdb ortalaması 7,4.. Ha bu arada film biraz dönem filmi, peşinden koşulan porno film kocaman makaralı film yani.. Sırf onun için bile eski dönem çekilmiş olabilir, düşünsenize usb peşinden koşan adamları.. Eskiden böyle çipler mipler çok uzak şeylerken filmlerde hep onlar kullanılırdı. Günümüzde çipin ulaşımı kolay, makaralı film tarihi eser ya, mesela o.. Sinema rüyadır, rüyanda elinde olmayanı görmek istersin..

080117
Oku..

2016'nın En Beğendiğim Filmleri


Öncelikle belirtmek isterim ki bu atanmış bir yazıdır. Başlıklar sıralamasında 2017 senesinin hemen başında yer alıyor fakat bilmenizi isterim ki Ocak 2020'de oluşturuldu. Bu, 2016 menşeili filmler arasından en beğendiklerimi bir araya getirmek için yaptığım bir çalışmadır. Bunu blogun 10 yıllık geçmişiyle ilişkilendirerek bir standart yakalamk istediğim için yapıyorum.

imdb.com üzerinden oyladığım filmlerden yola çıkarak hazırlanan bu listenin genel beğenimi yansıtacağını düşünmekle beraber, küçük bir ihtimal de olsa izleyip oy vermeyi atladığım ve şimdi düşününce de aklıma gelmeyen güzel filmler varsa nazarlık olsun diyelim. Ayrıca bu gibi bir çalışmayı o senenin sonunda yapmak çok efektif bir sonuç doğurmayacağını izlediğim filmlerin sayısı da gösteriyor. Bu senenin filmlerini gayet 3-5 yıl sonra da izlemiş olma ve bu listeye dahil etme imkanı sağlandı böylece.

Filmi izledikten sonra, o ruh haliyle 10 üzerinden verilen puanların en yüksekleri yani 8 ve üzeri olanlarla oluşturuldu bu liste. Geriye dönüp baktığımda 7 puan verdiğim ama gerçekten aklımdan çıkmayan filmler de olmuş ama o anki ruh halime güvenerek plana sadık kalıyor ve yüksek puan alanlardan da biraz eleme yaparak elit bir ilk 10 çıkarmaya çalışıyorum.

Saygılar.


3. Forushande (2016)
4. Captain Fantastic (2016)
Oku..

The Jungle Book (2016)


Yıllarca Orman Çocuğu ismiyle birçok yayınevinden, geçen sene de Orman Kitabı ismiyle İthaki etiketiyle yayımlanan kitabın yazarı Rudyard Kipling, ilk çocukluk ve gençlik dönemini İngiltere'de geçirmiş bir Hintlidir. Peki bu kelime Hintli midir, Hindu mudur? Küçük bir bakınmayla kimsenin Hindu demediğini gördüm, Hintli'ye ısınmam zaman alacak. İngiliz edebiyatının kilittaşlarından olan bu romanın ilk sinema uyarlaması 1942 senesinde yapılmış ve günümüze kadar çizgi filmleri ve dizileriyle bir sürü uyarlaması izletilmiş. Ama tahmin edersiniz ki orman gibi bir görsel şöleni günümüz teknolojisiyle izlemenin tadı başka.. Hele bir de yönetmene bak: Jon Favreau..

Çok çok küçük yaşta tek başına kalan Mowgli, Tarzan gibi ormanda hatta Tarkan gibi kurtlarla büyür. Farklı olduğunu bilir ama farkı kapatmak için çok uğraşır. Kurt gibi koşup, kurt gibi yer. Orman onu biraz yadırgasa da kurtlar onun ailesi olur. Acımasız kaplan Shere Khan'ın insan nefretiyle hikayesini öğrenir. Zamanında babasıyla bu ormandayken, elindeki ateşle cehennem etmişler hayvanlara ormanı. O gün kinlenen Shere Khan ille öldürcem Mowgli'yi der. Kurtlar kaçmasına yardım eder ama gurur yapan Mowgli kaçmaktan vazgeçip geri dönüp Shere Khan'la savaşır. Kızıl Çiçek'in sahibi insan oyuna girer.


Etkileyici orman görselleri eşliğinde dostluk, aile, iç savaş konuları işlenir. Kitabını okumadım ama bu detaylardan mahrum mudur acaba, güzel anlatılıyosa efsanedir ya o kitap.. Biraz gaza geldim filmden sonra, okuyabilirim.. Gerçi okunacak sırasında zilyon kitap oldu..

Filmin seslendirici kadrosu ise Favreau Effect olmuş: Bill Murray, Ben Kingsley, Idris Elba, Lupita Nyong'o, Christopher Walken ve Scarlett Johansson.. Yalnız böyle ekipleri topluyolar mesela, sonra bize bi geliyo film bambaşka ekip, bütün büyü bozulmuş.. Bizimkiler kötü seslendiriyo demiyorum, hatta başarılıyız o konuda ama şu orijinal ekip kayboluyo bi anda.. E altyazılı izle diyosun, çok beklersin, bu kadar animasyonu olan filme bizim sinemalarda çocuk filmi muamelesi yapıldığını ve hemen dublaja girdiğini unutuyosun galiba.. Televizyonda komple dublaj zaten..

Ayrıca merak eden varsa çocuk oyuncu insan olduğu için film animasyon diye geçmiyo.. Ama onun da birçok atlama zıplama sahnesi animasyon.. Aslında mekanlar falan da gerçek.. Benim beynim yandı ya animasyonla gerçek arasına sıkıştım kaldım şu an.. Film baya güzel.. 7

Bonus: Soundtrack'ten I Wan'na Be Like You-uu-u..

040117
Oku..