Mr. & Mrs. Smith (2005)


Jumper (2008) ve Edge of Tomorrow (2014)'un da yönetmeni olan Doug Liman tahtta. Senaryoyu yazan ise, şu sıralar X-Men: Dark Phoenix (2019) ile ilk kez o tahta oturacak Simon Kinberg. Kendisini önceki X-Men filmlerinde hep senaristler arasında görmüştük ama artık, yönetmen oluyor İngiliz Kinberg. Ayrıca başka ortak projelerde de çalışan bu iki isim, aynı zamanda yapımcılık sporuyla da uğraşıyorlar.

Hollywood'un eğlenceli ajan filmlerinde liste başı olan Mr. & Mrs. Smith (2005), Angelina Jolie & Brad Pitt çiftini ilk kez bir araya getirme özellikli. Angelina kariyerindeki ilk filmini 1995'te çektiğinde, Brad, Se7en (1995)'la gayet genç kızların sevgilisi olmuştu bile.. Muhtemelen Angelina da o kızlardan biriydi o zamanlar.. Filmden sonra rol arkadaşı Gwyneth Paltrow'la nişanlanan Brad; 2000 senesi olduğunda da Jennifer Aniston'la evlenecekti.. Ve esas çiftimiz nihayet Mr. & Mrs. Smith (2005)'le bir araya gelecek, tanışacak ve sonraki yıllarda yarısı evlatlık olmak üzere 6 çocukları olacaktı. 2005'ten beri beraber, 2014'ten beri evli olan çift için en son "Boşanma davaları var" diye okudum..


Bir ajansanız, ajan olduğunuzu kimseye söylememeniz gerekir. John ve Jane de ajanlar ve birbirlerini görüp beğenmişler. E söyleyemiyorlar da haliyle, iş ahlakı gereği, evleniyorlar öyle. İşe diye evden çıkıp gizli görevlere gidip geliyorlar. Birbirlerine sürekli yalan söyleyen her çift gibi mutlu değiller. Sonunda evlilikleri de heyecanını yitirmiş, psikiyatr desteği alıyorlar. Doktor, son bir haftadır kaç kere seks yaptıklarını sorunca cevap dahi veremiyorlar. Bağlı oldukları ajanslar (birden fazla ajanın çalıştığı iş yerine ajans denir) bu ikisini aynı hedef için görevlendirince ortalık karışıyor. 5 ya da 6 yıldır beraber olan çiftin birbirlerini keşfetme ve devamında yok etmeye kalkma aşamaları evliliklerine de heyecan katıyor.


Vince Vaughn, Adam Brody ve Kiss Kiss Bang Bang (2005)'in Harmony'si Michelle Monaghan'ın da azıcık görünmesiyle renklenen filmin asıl numarası, insanda Angelina Jolie hayranlığı oluşturması. Daha filmin başlarında sutyensiz yazlık kıyafetiyle etrafında dans edilen ateşli varile bir shot içkiyi boca edip alevi harlayınca dikkatleri çekmeyi başarıyor Angi. Film boyunca da devam eden bir seksilik var üstünde tabii.. İlginç olansa, bundan önce yine böyle seksepal kullandığı filmler izlemiş ama bundan sonra hiç hatırlamıyorum olmam.. Brad Pitt'le ilişkinin acaba böyle yan etkileri mi oluyor diye düşünmeden edemedim. Ayrıca Angelina'yı çok güzel bulmamakla beraber kalın üst dudağın yakıştığı ender kadınlardan olduğu da sır değil fikrimce..

Film teklifi ilk gittiğinde Brad Pitt senaryoyu bile okumak istememiş ama yönetmen ısrarcı olmuş. Angelina'ya gelmeden önce de Julia Roberts ve Cameron Diaz'a giden teklif ret yemiş. Bence en ideal hali de bu olmuş, güzel olmuş. Benim puanım 7'dir filme.

30 nisan 2018
Oku..

Avengers: Infinity War (2018)


Kendine Yenilmezler diyen ekibin bir araya toplandığı ilk film The Avengers (2012)'tan önce, iki Iron-Man, bir Hulk, bir Thor, bir de Captain America filmi izlemiştik. The Avengers (2012)'tan sonra birer tane daha Iron-Man, Thor, Captain America filmi, bir de GG ve hoop Avengers: Age of Ultron (2015).. Sonraki sene Ant-Man ve neredeyse bütün takımın yer aldığı bir Captain America filmi daha.. Devam eden yıllarda, Dr. Strange, GG vol. 2, Yeni Spider, Thor, Black Panther derken günümüze, Avengers: Infinity War (2018)'a geldik.. Yani bu filme kadar -bakiyim kaç film yazdım- 18 öncesi filmi var.. Ama yine de, hani çok alakasız tipler olup, "Aşkım, imdb puanı yüksekmiş bak, şu filme gidelim istersen!.." diyenlerin bile keyifli zaman geçirebileceği bir film..

2,5 saatlik filmde toplasan 5 dakika bile göremeyeceğiniz efsane oyuncular var.. Efsane derken lafın gelişi değil; Gwyneth Paltrow, Benicio Del Toro gibi Oscar'lı isimlerden; Peter Dinklage, Tom Hiddleston gibi Golden Globe'lulara kadar.. 5 ila 15 dakika arası ekranda görünme şansı yakalayanlar arasında, Scarlett Johansson, Chris Evans gibi isimleri sayabilecekken; diğer efsaneler olan Robert Downey Jr., Josh Brolin, Mark Ruffalo, Zoe Saldana gibileri onlardan sadece biraz fazla gördüğümüzü belirtmek gerekir. Red Carpet gibi film, biri gidiyo biri geliyo.. Hiçbirine tam doyamıyorsunuz, gitmesinler istiyorsunuz.. Ama ekranda gördüğüm an, hemen geçsin diye beklediğim isimler de yok değildi, adı lazım değil baş harfi Don Cheadle.. Terrence Howard'ın yerine geldiğinden beri nefret doluyum bu herife..


İlk kez The Avengers (2012)'ın, sonra da Guardians of the Galaxy (2014)'nin jenerik sonu sahnesinde gördüğümüz Thanos, bu filmde başrol kötü adam oluyor. İlk göründüğünde, altı güç taşı için, "Onları istiyorum!" diyordu adamına; sonrakinde de kendi kendine "İyi madem, ben gider alırım." Şimdiye kadarki filmlerde mücadele hep aslında o taşları -korumak vs ele geçirmek- üzerineydi. Thanos'a güç olarak en denk olan Thor'un, önceki filmlerde güç aldığı çekici yok olmuştu; bu filme de yanında Hulk olmasına rağmen büyük bir yenilgiyle başlıyor. Bu yenilgiden sonra gururu incinen Yeşil Dev'in Bruce'a küstüğünü ve ortaya çıkmak istemediğini görüyoruz; ilginç bir iletişimleri var.. Çekiçsiz Thor, Hulk'suz Bruce'a, Captain America: Civil War (2016)'da Steve'siz kalan Iron-Man de ekleniyor. Yenilmezler, artık pek de yenilmez değil gibiler sanki..


Üçüncü filmin geleceği duyrulduğunda, Avengers: Infinity War Part I ve Part II şeklindeydi plan. Yönetmenliği Russo Kardeşlere bırakılan filmin adından zaman içinde Part I ibaresi kaldırılmıştı ama film bitince fark ettik ki bayağı Part I'miş, çünkü yarım kalıyor film. Seneye gösterilmesi beklenen diğer Untitled Avengers Movie bunun Part II'si olacak belli ki.

İlk yarısı, hikaye aktarımı açısından gelmiş geçmiş en kötü Marvel filmi olmaya adayken, ikinci yarıda o kadar güzel toparlandı ki ve duygusal altyapı anlamında en iyi Marvel filmi olmaya yaklaştı. Bruce'un saflıkları gevrek, Thor'un esprileri yavan, Tony'nin tavrı tatsız derken hikaye çok dağıldı; sonra Thanos ipleri eline aldı ve Gamora'yla beraber çok ön plana çıktı hikayede. Hikayenin dağınıklığı, ekibin bütün evrene yayılmasıyla da ilgiliydi galiba, iletişim koptu, uyumsuz adamlar birlikte takılmak zorunda kaldı falan.. Sürekli evrenin yarısı, insanlığın yarısı, kuşların yarısı, onun bunun yarısı diyerek geçirdiler zamanı.. Oysa Thanos'un, kaynakları akıllıca kullanma felsefesi çok daha güzel anlatılabilirdi.. Sonra savaş alevlenince duygusal olarak da toparlandı hikaye, güzel oldu..


Sonuç olarak, beklentilerimi karşılamadı film; puanım 7/10.. Fakat film, daha ilk gösterim gününde aldığı oylarla imdb-top-rated listesinde 9.1 puanla 9. sırada yer alıyor.. İlk günler fanatikleri izler, yüksek oy normaldir, bu kimseyi yanıltmasın, o listede durmak kolay değil hatırlatayım.. Benim sırasıyla 9 ve 7 puan verdiğim ilk iki filminin şimdiki puanları 8.1 ve 7.4 şeklinde.. Sanıyor musunuz ki ilk zamanlar böyleydi bu puanlar.. Bir ay sonra kontrol edelim bu 9.1'i, ödev olsun..

Bu arada ben tanıyınca çok sevdim Thanos'u.. Bence haklı adam.. Birinin yönetimi ele alması ve çok kalabalık olan canlı nüfusunu adil bir şekilde azaltması gerekiyor.. Çok kalabalık oğlum bu haliyle evren.. Ben Thanosçuyum!.. Aday ol, oyum sana Thanos.. Erdoğan'ı zorlayacak aday lazım bize!..

28 nisan 2018
Oku..

Perfetti Sconosciuti (2016)


Psikolog eşinden gizli terapiye giden Rocco'ya durumu öğrenen eşi soruyor: "İşe yarıyor mu bari?" Rocco diyor ki: "Sen söyle.. Ama şu kesin ki, bu sayede alttan almayı öğrendim. Her tartışmayı bir üstünlük savaşına çevirmemeyi. Ve bunun erdemli bir davranış olduğunu.. Tartışmalarında geriye bir adım atanların kalıcı çiftler olduğunu fark ettim. O geriye adım aslında ileriye bir adım oluyormuş." Tamam, bu biraz klasik gelmiş olabilir şuna ne diyeceksiniz: "Nasılsın?" diye mesaj geliyor Lele'nin önündeki telefona, cevap yazmak istemiyor, Peppe de "Mesajlara cevap yazmayanları anlamıyorum, birisi senin hatırını sormuş, iki saniyeni almaz, ne olur -iyiyim, sağ ol- yazıversen yani?!" Hmm bu da mı gol değil. O zaman Rocco'nun kızıyla -aslında gizli olması gereken- telefon konuşmasını dinleyin. Nasıl ebeveyn olmak gerektiği konusunda güzel bir ders içeriyor.

Bir arkadaş toplantısındayız. Ay tutulmasının olduğu gece, yedi arkadaş yemek yiyorlar Rocco ve Eva'nın evinde. Çift, çift, çift ve sap şeklinde yedi kişiler. Sırlardan konu açılıyor, gayet samimi olan bu arkadaş grubu birbirlerinden gizli saklı bir şeyleri olmadığını söylüyor bir ağızdan. Sonra oyun olsun diye cep telefonları çıkıyor, masalara konuyor. Gelen eden her şey ortada olacak. Başta, bir gazla "Yok ya ne gizli saklım var ki benim" diyen herkesin bir şeyleri dökülüyor masaya. Çok keyifli gibi ama aslında gerilimli bir oyun. Bu sırada da size yukarıda birkaç örneğini verdiğim, sosyal hayat, ilişkiler, çocuklar, ailecilik, cinsiyetçilik falan her konuda konuşuyorlar.


İtalyan sinemacı Paolo Genovese'nin yönetmenliğini yaptığı, senaryosunu dört arkadaşıyla beraber yazdığı film çok popüler oldu dünya çapında. Ülkemizde Cebimdeki Yabancı (2018) ve İspanya'da Perfectos Desconocidos (2017) isimli uyarlamaları çekildi. Fransız versiyonu Le Jeu (2018) da yakın zamanda yayınlanmak üzere hazırlanıyormuş. Hollywood versiyonu da kaçınılmaz bence, pahalı oyuncuları toplayıp şöyle, gişesi garanti bir film çekebilirler her an. Bir yorum görmüştüm, Black Mirror işlerine benzetmiş biri, çok doğru, yumuşatılmış bir hali gibi ama kesinlikle teknolojinin hayatımıza yön verdiği konulardan birine dikkat çekiyor film; tıpkı Black Mirror gibi. Aslında çok sır gibi olmayan ama ortaya çıktığında başımızı derde sokabilecek binlerce bilgi içeriyor telefonlar. Sonuçta herkesle her şeyi paylaşamaz insan, açık sözlülüğün bir sınırı vardır sosyal çevrede. Zaten bir de işin içine Şekspiryen bir yanlış anlama bulaşdıysa, vur davullara. Yalnız bir İtalyan filminden eşcinsellik hakkında bu kadar sert çıkışlar beklemezdim doğrusu. Yerli versiyonunda izlesem çok yadırgamam belki ama..


Gayet başarılı, hikaye üzerine yoğunlaşan tek mekan filmlerden. Büyük bir çoğunluğu yemek masasının başında geçiyor. Bizdeki versiyonunu henüz izlemedim ama tanıtım videosunda, yemek hazırlama sahneleri ve müzikler göz doldurucu duruyordu.. Dinamik tutmak adına yer yer yükselen bir kurgu hazırlandığı hissediliyor onda. Bunda ise ortamı hareketlendirecek bir numara yok, gayet gerilim dozu yüksek başlıyor ve tekdüze, sonuna kadar da koruyor o havayı. Ve modern bir final yapıyor..

Cebimdeki Yabancı (2018)'yı Alper Kaya yazmıştı film vizyondayken, rica ettim, aldım buraya. Aynı konunun iki farklı yönetmen tarafından işlenmesine paralel olarak aynı konuya sahip iki farklı filme iki ayrı yazardan cümleleri aynı blogta buluşturmak istedim. Kimseye bir faydası olmayacak belki ama hoş olur diye düşündüm. Sevgiler..

27 nisan 2018
Oku..

Cebimdeki Yabancı (2018)

Konuk Yazar // Alper Kaya


Serra Yılmaz’ın ilk kez yönetmenlik koltuğuna oturduğu film, geçtiğimiz hafta itibarıyla vizyona girdi. İtalyan yönetmen Paolo Genovese’nin 2016 yapımı “Perfetti Sconosciuti” isimli filminin yerli uyarlaması olan yapımda Ferzan Özpetek ve BKM Film de yapımcı olarak destekçi konumda…

Film, ülkemizde az işlenen bir tema üzerinden ilerliyor: Arkadaş toplantısı konseptli gerilim! Sahiden de arkadaşlık, dostluk ve aile kavramlarının bizimki gibi tartışmalı olabildiği bir ülkede şimdiye dek neden bu konuda yaratıcı adımlar atılmamış ki?


Film, bir yemek hazırlama sahnesiyle açılıyor. Bu haliyle de barındırdığı İtalyan filmi dokusunu fazlasıyla hissettiriyor. Sonrasında, iki farklı çiftin yola çıkış sahnelerini görüyoruz ve en nihayetinde bir çiftin evinde buluşup yemeğe oturuyorlar yedi arkadaş. Tabii, bir oyun teklifiyle gece ilerliyor: Herkes telefonlarını masaya koyuyor ve gelen her şey herkese okunuyor.

Ortaya çıkabilecek sırları az çok tahmin edebilirsiniz. Bu hususta takdir edilecek asıl nokta şu: Senaryo o kadar özenli işlenmiş ki, tüm arkadaşların en az bir diğer arkadaşla kesişmesi sağlanmış. Üstelik bu, zorlama veya amiyane tabirle “kör göze parmak” şeklinde yapılmamış.

Temele aldığı teknoloji köleliği, filmdeki tabirle ‘ceplerdeki yabancı’ yaklaşımının yanı sıra homofobi, evlilik, evlilikte çocuk, arkadaşlık gibi pek çok kavrama dair çok sıkı darbeler indiriyor. Bunu da öyle alelade, söyleyip de görevini tamamlama güdüsüyle değil; odanın ortasına bir bomba bırakma pahasına gerçekleştiriyor.


Oyuncuların hiçbirisi, “Bu filmde ne işi var?” dedirtmiyor. O kadar uyumlu ve akışa uygun oynuyorlar ki; hepsi isimlerinin hakkını veriyor. Fakat en son Arif v 216 (2018)’da izleyip beğendiğim Çağlar Çorumlu‘nun bu filmin de gizli “başrolü” olduğunu söylemem herhalde kimseyi şaşırtmaz…

Benim nazarımda filmin en çarpıcı repliğini ileterek yazıyı noktalamak istiyorum: “Tartışmalara dair ne öğrendim biliyor musun? Haklı değil, mutlu çıkmak gerekiyormuş.”

(Yazıyı 5 Şubat 2018'de alperkaya.org'ta yayımlayan Alper'den rica ettim, renk katması adına yazılısinema'ya taşıdım. Ben de filmin İtalyan orijinali olan Perfetti Sconosciuti (2016)'yi yazdım, aynı konunun iki farklı yönetmen tarafından işlenmesine paralel olarak aynı konuya sahip iki farklı filme iki ayrı yazardan cümleleri aynı blogta buluşturmak istedim. Kimseye bir faydası olmayacak belki ama hoş olur diye düşündüm. Sevgiler..)

27 nisan 2018
Oku..

Aus dem Nichts (2017)


Yeteneğine, sinema vizyonuna laf söylenemez, Almancıların şahı bir kardeşimiz. Almancı demek de yanlış sanıyorum, direkt Alman adam. Şimdiye kadar filmleri hep çok konuşuldu, hep dikkat çekti. Kariyerini şahlandırdığı Duvara Karşı, Gegen die Wand (2004)'tan, Paramparça, Aus dem Nichts (2017)'e kadarki filmleri hep olay oldu, çünkü çok olay filmlerdi hakikaten. En son The Cut (2017)'la, birilerinin sözde birilerinin özde dediği Ermeni Soykırımı merkeze alınmış bir hikaye anlattı.
(Bu konuyla ilgili şunu söylemek isterim, bir film size 'gerçek bir hikayeden esinlenilmiştir' ya da 'true story' falan diyorsa 'kesin öyledir' anlamanıza gerek yok; sinema bu, resmi kayıtlar bile yalanlarla doluyken altında -yönetmen- diye insan ismi yazan bir hikaye 'kesin öyledir' anlamına gelmez. Açıkçası benim çok merak ettiğim bir konu olmadığı için, 'Ermeni Soykırımı' mı, 'Sözde Ermeni Soykırımı' mı umrumda değil; merak etsem ona göre araştırıp kendi fikirlerimi oluştururdum zaten. Ben sadece 'anlatılan' bir hikaye olarak gördüğüm için öyle izledim filmi, bende algı yaratmasına izin vermedim. Tavsiyem de bu yöndedir zaten.)
Sonraki filmi de, eğlence dozu yüksek, çocuk karakterli, rengarenk, sinematografi harikası bir filmdi; Tschick (2016).. Bu filmle biraz yumuşatmıştı ortalığı.. Akın, filmleriyle genelde Venedik, Cannes, Berlin gibi Avrupa'daki festivallerde ilgi görüp, ödüller kazanırdı. Bu sene Golden Globe'ta Aus dem Nichts (2017)'i görünce sevindim kendi adıma. Oscar'da da adaylık bekledim ama çıkmadı; derken Golden Globe'u kazandı, daha da sevindim. Filmi izleyip, beğenince çok daha sevindim..


Film üç bölümden oluşuyor: Aile, Adalet ve Deniz.. Dört beş yaşlarında bir oğulları olan Katja ve Nuri Şekerci çifti gayet mutlular, öyle görüyoruz. Ekonomik olarak durumları gayet iyi. Katja, birçok dövmesi olan yeni nesil bir anne; ot içer, rock dinler.. Nuri'nin torbacılık yaptığı zamanlar tanışmışlar, sonra uyuşturucuyu komple bırakıp aile kurmuşlar. Bir gün Nuri'nin ofisinin önünde bomba patlıyor ve küçük oğlu ve eşini kaybediyor Katja. Cinayet soruşturması yapılırken Nuri'nin sabıkaları gündeme geliyor hep ve bu Katja'yı ziyadesiyle üzüyor. Sonra asıl mevzuya geliyoruz, karşınızda Neo-Naziler; Alman olmayanların önce Almanya'da sonra Dünya'da olmamalarını isteyen faşistler. Bakalım Alman Adaleti nasıl çalışıyor. Filmin çok önemli bir kısmı mahkeme salonunda geçiyor.


Adalet sistemi nasıl çalışmalı? Kararı verecek kişi, Yargıç, Hakim, neyse; yasalara mı yoksa insanlığa mı sığınmalı? Şöyle bir laf ediyor: "Bayan Şekerci, sinirinizi anlıyorum ama burası mahkeme salonu ve biz bir karara varana kadar şüpheliler suçsuzdur." Teknik olarak çok doğru olmakla beraber, suçlu olduğu yüzünden belli olan birine suçsuzdur demek de insanlık değil gibi duruyor. Hele adalet savunucusu denen avukatlar, ah o yanlış taraftaki avukatlar; dolandırıcıyı, tecavüzcüyü, teröristi, katili, bilimum oçeyi 'savunan' avukatlar.. Nasıl yapılır ki bu meslek? Diyelim katili savundun, işini çok da iyi yaptın ve katili kurtardın. E avukat da suçlu o saatten sonra bence. Ya da ben hiç anlamıyorum bu işlerden. Böyle şeyler düşündürten bir film işte.

Diane Kruger başrolde, bir dünya markası Kruger'i hiç bilmeseniz Inglourious Basterds (2009)'la bilirsiniz.. Nuri rolündeki Numan Acar da artık dünya markası ama ben filmde görünce hemen Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü? (2006)'deki halini hatırladım.. Filmdeki kötü tipleri de kesin görmeniz lazım, muhteşem kadro oluşturulmuş. Casting by Monique Akın.. Filme puanım 8..

26 nisan 2018
Oku..

Senna (2010)


Gelmiş geçmiş en iyi belgesel filmler arasında sayılırken duydum hep. Çok sık belgesel izleyemiyoruz tahmin edersiniz ki ama izleyince de güzellerini, etkileyicilerini tutturmak istiyoruz. Konusu ilgimizi çeksin, anlatım dinamik olsun, yeni şeyler öğretsin.. Kriterlerim bunlardır benim.

80'lerin sonu 90'ların başı.. Genç yaşta gokartla başladığı sürüş sporuna -ailesinin hali vakti yerinde olmasıyla, kolayca- formula ile devam eden Brezilyalı Ayrton Senna'nın, çok kısa sürede büyük başarılara imza atması ve dünya çapında tanınan, etkili bir sporcu olmasını izliyoruz. Evet, zengin çocuğu, 21 yaşında evlenip 22 yaşında boşanmış.. 24 yaşında, 84'te Toleman markası ile çıktığı ilk formula yarışında dikkatleri çekmiş, hemen daha büyük bir takıma, Lotus'a geçmiş. Üç yıl Lotus'la zirveyi zorlayıp, McLaren'a geçtiği beşinci sezonunda şampiyon olmuştur. Sonraki üç senesinde de McLaren'la iki dünya şampiyonluğu daha alacaktır.


Neydi kriterlerimiz, birincisi, konusu ilgimizi çeksin.. E, güzel, parlak bir kariyer, başarı öyküsü izlemek keyifli.. Ama kesinlikle bir formula tutkunu değilim, araba kullanmasını bile çok beceremem daha, beni çok heyecanlandırmaz motor sporları ama burada başka bir hikaye var. Anlatım dinamik olsun, ikinci kriterimiz; büyüleyici resmen anlatımı. Çünkü Ayrton çoğu zaman bizzat konuşuyor, ünlü ve çok açık sözlü olduğu için, gizli gizli değil her şeyini kameralar önünde yapmış, tam düşündüğünü söylüyor, kendini açıkça ifade etmekten çekinmiyor. Yani başkasının anlatmasına çok gerek kalmadan güzelce bütün hikayeyi anlatıyor kendisi. Kurgusu çok başarılı, anlatıma çok katkısı var. Üçüncü ve son kriter olan yeni şeyler öğretmesi görevini zaten çok kolay yapıyor. Senna'nın yükselişe geçtiği zamanlar Brezilya ekonomik ve refah anlamında bitik bir ülke olmaya başlamış ve kime sorsalar, "Ülke bu haldeyken Senna başımıza gelen en iyi şey", "Ülkemiz için büyük gurur kaynağı" falan diye konuşuyor. Ayrton'u da kazandığı astronomik paraları ülkesindeki çocuklara fayda sağlayacak şekilde kullanma derdinde olarak görüyoruz. Yani dönemin sosyal şartlarına da bakış açısı kazandırıyor film.

McLaren'a geldiğinde takım arkadaşı olduğu Profesör lakaplı Fransız Prost'la daha ilk yarışında çekişme başlıyor. "Sonuçta yarış yapıyoruz, kazanmak için riske girmek zorundayız" diyen Senna'nın tehlikeli hareketleri hep dikkat çekmiş. Evet, işin fıtratı bu, tehlikeli spor; o zaman ona göre önlemler almak gerekir. Kariyerinde 4 şampiyonluk bulunan Prost en son McLaren'dan ayrılırken, gittiği takımlara Senna'yla çalışmama şartı koymuş, "Bir daha onunla takım arkadaşı olamam" diyor. Ama Senna'nın cenazesinde de tabutu ilk sırtlananlardan biri yine Prost oluyor. Evet, Senna ölüyor, hem de bol bol mücadelesini verdiği, araçlarda yapılan teknik değişikliğin tehlikeli ve pist kenarında sürüş güvenliği açısından sakıncalı durumlar olduğu itirazlarını en çok yapan yarışçı olarak. Sebebi tam bilinmeyen kazada kafasına darbe aldığı söyleniyor. 34 yaşında hayatını kaybeden Senna tarihe çok güzel geçiyor. Hırsı ve yeteneğiyle hatırlanıyor.


Neredeyse bütün hikayesini kendinden dinlediğimiz Senna'nın öldüğünü televizyon spikerinden duyuyoruz. Senna'nın gördüğü son şeyleri de görüyoruz araç kamerası sayesinde. İnanılmaz etkileyici o görüntüler.

Filmin sonunda da, bu kazadan sonra güvenlik risklerine dikkat çekildiğini ve bir daha hiçbir yarışçının ölmediğini okuyoruz. İlk ölen formulacı değil belki ama son olmuş. Belgeselin yönetmeni İngiliz Asif Kapadia da bununla değil belki ama Amy (2015) ile Oscar kazanmış. Senna (2010)'yı ilk Cobain: Montage of Heck (2015) izledikten sonra çok övmüşlerdi, "Asıl bir de bunu izleyeceksin" diyerek.. Sonra çok kez duydum, ancak izledim. Çok başarılı belgesel gerçekten.. Amy (2015)'yi de izlemek istiyordum epeydir.

Bir de 70'lerde geçen formulacı hikayesi Rush (2013) var, o da güzel filmdi. Bir bakmak isteyebilirsiniz.

25 nisan 2018

Hemen düzeltiyoruz: Dikkatli okuyucularımızdan, değerli arkadaşım Ogün Ayoğlu'nun uyarısıyla öğreniyoruz ki formula dünyasında hayatını kaybeden son sporcu Fransız Jules Bianchi olmuş. 2015 senesinde olduğu için filmin bundan haberi yok, ben de yeterli araştırma yapmamamdan kaynaklı hatalı bilgi girmiş oldum. Bianchi, kaza yapan başka bir yarışçının pistten çekilmesi sırasında servis vincine çarpmış. Yani yarışla alakası olmayan, güvenlik açığından kaynaklı bir kaza.. İş Güvenliği Uzmanlığımı alınca, yarışma güvenliği üzerine mi çalışsam acaba..

25 nisan 2018
Oku..

Annihilation (2018)


Filmi izledikten sonra, fikirlerimin oturması için birkaç inceleme yazısı okumam gerekti. Çünkü aslında güzel gibi duran bir filmdi ama bir eksiklik, bir yavanlık vardı. İnsana kalitesiz bir şey izlemişlik hissi veriyordu. Oysa ışıl ışıldı. Baş tacı Natalie Portman'ın başrolde olduğu filmde hep kadın karakterler vardı. The Hateful Eight (2015)'le büyük ilgi gören Jennifer Jason Leigh, belli ki 'yüz kanseri' geçiren, suratsız, umutsuz ve bütün bunlara rağmen nedense proje müdürü Dr. Ventress'i oynuyor. Son zamanlarda -en azından benim için- iyice popülaritesi artan çikolata güzeli Tessa Thompson da, yeni mezun, içe kapanık, ergen bir bilim insanı rolüyle karşımızda.

Okuduğum üç inceleme yazısının ikisi olumlu değerlendirmelerdi. Olumsuz olan üçüncü yazı, "Annihilation (2018) konuşacaksak, Stalker (1979)'dan ve uyarlandığı 'Uzayda Piknik' bilim kurgu romanından bahsetmeden olmaz.." hatta dur, "bahsetmeyeni döverler" diyor. Çağırın gelsin, gel hele gel gel.. İzlemediğim filmden bahsedemem, kimse kusura bakmasın.. Diğer okuduğum yazılarda da Arrival (2016) ve Interstellar (2014)'la karşılaştırmaları yer alıyordu. Film filme benzer arkadaşlar sakin, sonuçta 7 tane nota var, ne kadar farklı işler çıkabilir..


Baştan söyleyeyim, izlemeye izlenir ama karakterler çok zayıf ve bu sebeple diyaloglar sığ kalıyor. Yani bu noktada kaliteli bir şey izlemediğinizi hissediyorsunuz. O kızların orada olma açıklamaları çok ucuz, hareketleri bazen çok anlamsız, kostümler mantıksız. Durun size konusunu özet geçeyim.

Biyolog Lena, özel göreve giden asker eşinden bir senedir haber alamıyor. Mutsuz bir hayatı var. Bir gün eşi Kane geliveriyor ama hiç kendisi gibi değil. Hastaneye giderken, polis, ambulansın önünü kesiyor, Kane ve Lena alıkonuluyor. Dr. Ventress'ten dinliyoruz, "Bu bölgede 'Parıltı' dediğimiz bir şey ortaya çıktı. İncelemek için gönderilenlerden kimse geri dönmedi, Kane hariç. İçeride ne olduğunu bilemiyoruz. Baktık askerle olacak şey değil, çok alakasız bi bilim kadını ekibi kurdum, biz dalıyoruz içeri, sen de gelsene.." Kabaca bu..

Parıltı'nın içine girdiklerinde fark ediyorlar ki, tıpkı suyun ışığı kırması gibi parıltı da ses dalgalarını, hatta zamanı ve hatta DNA'ları kırıyor; bu sebeple telsizler çalışmıyor, bölgeye girdikleri anı hatırlamıyorlar, bir anda çadırda uyanarak başlıyorlar ve mutasyona uğramış canlılarla karşılaşıyorlar. Bölgenin merkezindeki deniz feneri, varmak istedikleri nokta.. İşte oraya herkes varamayacak.. Tipik, korku gerilim.. Varan Lena da bir şeyle karşılaşacak, uzaylı olmasın sakın.. Tipik bilim kurgu..


Jeff VanderMeer'in 2014'te yayımlanan üçlemesinin ilk kitabından uyarlanan filmin yönetmeni, Alex Garland. Filmde başta saydığım üç kız dışında; Tuva Novotny, Gina Rodriguez ve Oscar Isaac var. Filmde akılda kalan şık sahneler de yok değil, mesela üstteki karede ölen bir askerin bedeninden mutasyona uğrayıp küf gibi bozulmalarla beraber yayılan ve dekoratif görüntüler oluşturan parçalar.. Bu netflix filmine puanım 5..

20 nisan 2018
Oku..

You Will Meet a Tall Dark Stranger (2010)


Yaşayan dahi, çılgın üretken Woody Allen'ın ortalama filmlerinden biri, çok abartlı bir hikayesi yok, özel bir kadro izlemiyoruz, şaşırtıcı bir sinema tekniği de değil karşımızdaki ama keyifli, tatlı tatlı müzikler eşliğinde akan standart bir film.. Hani belki kalabalıklarda tavsiye edilecek film değil ama hafta sonu sevgilinizle evde vakit geçirirken açabileceğiniz, belki bazen filmle ilişiğinizi kesip bir süre sonra tekrar dönebileceğiniz, ne bileyim, bi kahve koyup izlemeye devam edebileceğiniz bir film. Yormayan, üzmeyen ama tabii ki meraklandıran, şaşırtan, küçük küçük heyecanlandıran bir film. "Kaç puan veriyorsun bebek?" dedim bitince, "6.3" dedi, hep böyle küsuratlı söylüyor.. Bu tahminle filmin imdb puanını bildi resmen; ben 6 vermişim ilk izlediğimde, değiştirmedim fikrimi..


Aklıma takıldı baktım hızlıca. Bundan hemen sonraki filmi Midnight in Paris (2011)'i, Allen'ın en yüksek bütçeli filmi olarak hayal etmişimdir hep. $17 M bütçeli filmden $153 M kazanmışlar onunla; o kadar da çok para harcanmamış diye düşündüm. You Will Meet a Tall Dark Stranger (2010) için ise $22 M harcamış ve $34 M kazanmışlar. Yani Midnight in Paris (2011)'ten bile daha pahalı bir filmmiş bu, inanamadım. Son filmi Wonder Wheel (2017) ise $25 M harcanıp sadece $15 M kazandıran bir film olarak zarar hanesine yazılmış. Oysa $30 M harcanıp $43 M hasılat yapan Cafe Society (2016) filmi sonrası yaptığı bir röportajında filmleri büyük zarar eden bir yönetmen olmadığını söylemişti üstat. Büyük konuşmaya gör işte. Neyse ney canım, nasıl girdik bu para muhabbetine.. Çıkalım hemen..

Yaşlı bir çift Helena ve Alfie; kızları Sally, Roy'la evli. Alfie, doktorunun spor yaparak daha sağlıklı bir hayat sürmesi tavsiyesine uyuyor ve hareketlendirmek istediği yaşamına ayak uyduramayan Helena'yla boşanıyor. Sally, annesi biraz kafasını dağıtsın diye onu bir falcıyla tanıştırıyor. Falcı Helena'ya günün birinde uzun boylu esmer bir yabancıyla tanışacağını söylüyor. Ve damadı Roy'un ne kadar yeteneksiz bir yazar olduğunu da. Zaman içinde, Helena, Alfie, Sally ve Roy başka insanlara ilgi duymaya başlıyorlar. Ve olaylar gelişir.


Bu filmi ilk izlediğimde aklımda kalan tek şey, Roy'un bir meslektaşı olan arkadaşının ölmesi sonucu, onun roman taslağını kendisininmiş gibi yayıncısına vermesiydi. Bu usulsüzlükle eski güzel günlerine geri dönüyordu. Yani bu kısmı kalmış aklımda öyle, çok ilginç gelmişti. Bir de Radio Days (1987) filminden bir sahneyi unutamıyorum böyle: Gece eve gelen hırsızlardan biri, çalan telefon ev sahiplerini uyandırmasın diye hemen açıyordu ve bir radyo programından gelen soruya doğru cevap verip kapatıyordu. Sabah uyandıklarında salondaki bütün eşyalarının çalındığını gören ev sahipleri şaşkınlığını üstünden atamadan kapı çalıyor ve radyo programından kazandıkları yepyeni eşyaları salona yerleşiyordu.

You Will Meet a Tall Dark Stranger (2010) aslında teknik olarak çok büyük para harcanacak bir iş değil gibi duruyor, büyük bir ihtimalle oyunculara çok yedirmişler: Anthony Hopkins, Gemma Jones, Josh Brolin, Naomi Watts, Antonio Banderas, Freida Pinto, Lucy Punch ve Anna Friel..

19 nisan 2018
Oku..

Organize İşler (2005)


Yılmaz Erdoğan'ın, en iyi, Türk Sinemasının en iyilerinden biri olan film, iki Vizontele filminden sonra yazıp yönettiği üçüncü sinema filmi. Vizontele (2001) ve Vizontele Tuuba (2003)'nın başarısının verdiği yetkiye dayanarak sıvanmış kollar. Böylelikle Yılmaz Erdoğan da -sinema için- şive komiği olmadığını göstermiş olmuş. Muhteşem bir dinamizme sahip hikaye İstanbul'un arka sokaklarında geçiyor.

Hırsızlık, dolandırıcılık bilimum kandırmacılık işleriyle uğraşan bir ekibin lideri Asım, öğlen vakti seviştiği bir kadının kovalayan kocası tarafından sokak sokak kaçarken sığındığı evde intihar etmek üzere olan Süpermen'e denk geliyor. Aslen komedyen olan Samet, tutunacak dalı kalmadığı hayatına Asım'ın hareketli dünyasında devam ediyor. Bu dünya için fazla saf kalıyor fakat.


Öbür yanda, okunan değil de yazan bi yazar olan Yusuf Ziya Bey, Kuantum Fizikçisi eşi Nuran Hanım ve kızları Umut, bir araba almak istiyorlar. Ve çeteyle tanışmaları böyle oluyor. Aldıkları arabanın çalıntı olduğunu fark ettiklerinde anne-kız çeteyle savaşmak istiyor. Babaları her ne kadar meseleyi polise bırakmak istese de kızlar o işin öyle olmayacağını biliyor ve ikinci bir araba ilanı için başvuruyorlar. Bu sefer Samet satıcı, buluşuyorlar Umut'la. Bi elektrik oluyor.

Asım, o gün kapısını açıp hayatını kurtaran Samet'i hayatta tutmak için ona iş öğretmek istiyor. Samet, kapısını çalıp hayatını kurtaran Asım'a minnet duyduğundan işi öğrenmek istiyor. Ama yok. Asım diyor ki: "Olum sen herkesten temizsin, en temizimizsin. Biz bu saatten sonra kir göstermeyiz ama sen çok kirlenirsin!" Bir de unutmadan eklemek isterim; Asım yine Samet'e: "Evreşe diye bir yer var, ve yolları dar değil, ama yolları dar diye türküsü var. E komik bu. Sen de Evreşelisin ama gidip şakayı Kripton'da mı arıyosun?! Yani senin mesleğini bilmem tabii ama haksız mıyım?" Bak bak, şive komedisi yapmasını nasıl da üstü kapalı legalleştiriyor. Bu ustalık işte..


Bu çok güzel filmin çok renkli kadrosunda kimler var kimler: Yılmaz Erdoğan, Tolga Çevik, Özgü Namal, Demet Akbağ, Altan Erkekli, Öner Erkan ve Cem Yılmaz, Ebru Akel, Sarp Apak, Başak Köklükaya, Ezgi Mola, -mekanı cennet- Erdal Tosun.. Filmin oyuncu kadrosunda toplamda 170 kişi yer almış, sadece 70'i profesyonelmiş, daha nolsun. Ben de burada sadece 12'sinin adını anabildim; sadece en meşhurlar. Ha bir de şu sıralar çok tatlı bir genç kız olan -boss's daughter- Berfin Erdoğan'ın, Asım'ın kızı rolüyle ilk ve tek oyunculuk performansını izleyebilirsiniz. Pek çok açıdan yeri başkadır, tadı enfestir bu filmin. Müzikleri de ayrıca güzeldir; Yıldıray Gürgen ve Ozan Çolakoğlu işi, hep dinlerim..

18 nisan 2018
Oku..

Mutluluk Zamanı (2017)


Sempatisiyle alan yürüyen, öncesinde çok olmasa da Kiralık Aşk dizisiyle milyonların sevgilisi olan minyon güzeli Elçin Sangu. Zengin duruşu, çapkın bakışıyla, 7'den 70'e her kadının kaslı kollarına sarılmak istediği, dişi Recep İvedik sevgilisiyle sevenlerini hayrete düşüren Barış Arduç. Bu iki tatlı insan, Kiralık Aşk'taki uyumları ile sevilen ikili, neden bu ilgiyi sömürtmüyoruz diyorlar ve dizi biter bitmez sıradan bir hikayeyle karşılarına gelen sinema filmi teklifini kabul ediyorlar.

Tıpkı dizideki gibi erken yaşta patron olmuş, zengin bir genç adam. Bir takım hayalleri için çalışıp didinen güzel bir kız, tıpkı dizideki gibi. Mert, kişisel gelişimci gibi, Adriana Lima'nın sevgilisi gibi takılıyor. Ada ise dışa kapalı, beraber yaşadığı abisinin eski mutlu günlerini geri getirme hevesinde. Kendisini mutsuz abisine adamış. Mert'le Ada bir sergide denk geliyorlar; Mert, Ada'yı tavlamak için didiniyor. Ada'nın abisi Tarık'ı mutlu bir insan yapmak Mert'in işi aslında. Çünkü Mert mutluet.com.tr'nin sahibi. Ve Tarık da bu şirketin muhasebecisi. Ve Tarık'ın mutlu bir insana dönüşmesi, Mert'in şirketine ortak olmak isteyen Japonlar için önemli.


Şenol Sönmez'in yönetmen koltuğunda oturuyor olması kimse için bir şey ifade etmez böyle bir film için. Senaryoya bakıyorum, Buğra Gülsoy ve Erkan Ersezer yazıyor. Tevekkeli diyorum ben de; Serra Yılmaz'ın yönettiği Cebimdeki Kelimeler (2018) filmi için bir söyleşide oyuncu Buğra Gülsoy'un tekniğe, yapıma dair yorumları dikkatimi çekmişti. Bir oyuncu neden bu konulardan bahseder diye düşünmüştüm. Meğer senaristliğe de merak salmış. Hatta başrol oynadığı Acı Tatlı Ekşi (2017)'nin senaryosu da kendisine aitmiş. Kendisine karşı hafif bir antipati duyduğumu gizleyemem ama bu yeni edindiğim bilgi kendisine bakışımı biraz yumuşattı. Ama bu izlediğimiz filmin senaryosunun kofluğunu kabulleneceğiz anlamına gelmez. Ha olmuş mu, olmuş. Oyuncuların dönemlik popülaritesinden faydalanmış işte. Sevenleri için güzel ama sinemaseverler için 'benena?!'

14 nisan 2018
Oku..

Pearl Harbor (2001)


Benim gayet sevdiğim bir film, tekrar izledim, bakiyim kaç puan vermişim zamanında diye imdb sayfasına girince imdb puanının 6.1 gibi vasat bir seviyede olmasına şaşırdım. Ben gayet 8 vermişim, başarılı filmdir benim nazarımda. Ama hızlıca bi baktım neden sevilmemiş diye, internetteki çaşitli yorumlar içinde: "Klişe zafer filmi!", "Hollywood'un klasik Amerika yüceltmesi!" ve "Sistemin maşası olan bir film!" tadında şeylerle düşük seyirci puanları açıklanıyor. Bunları zaten biliyoruz canım, farkında olarak izliyoruz zaten, Hollywood filmi izleyip de tarafsız olduğunu düşünmek zaten dunkofluk. Eğlenmemize bakalım. Tarih öğrenmek istiyorsak, bir de Japon filmi izleriz üstüne. O kadar.


İkinci Dünya Savaşı sürerken, Avrupa'ya silah yardımı yapan Amerika, herhangi bir alanda savaşmamasına rağmen donanmalarını hazır bulunduruyor. Japonlar tedirgin! Olası bir müdahalesi anında Amerika bizi duman eder düşüncesiyle, bir yandan barış görüşmeleri yapan Japonya, bir yandan da Amerika'ya gizlice saldırı planları kuruyor. Japon savaş uçaklarının Amerika'nın Havai'deki en gösterişli savaş gemilerini hedef aldığı Pearl Harbor Saldırısı o kadar başarılı oluyor ki, Amerika çok sinirleniyor. Durup dururken gelip bize saldırdılar diyerek ve resmi savaş ilanı yapıyor. Burada mesele, Japonlar, saldıracak halleri kalmasın diye gizliden saldırdığı ve büyük hasar verdiği halde, Amerikalıların zor koşullara rağmen kahraman pilotlarıyla karşı saldırı yapacak cesareti göstermesi oluyor. Japonlar da, "Off hiçbir işe yaramamış saldırımız, uyuyan devi uyandırdık hazır!" diyorlar.


İnsanlık tarihinin en kanlı savaşı olan 2. Dünya Savaşı, 1937-1945 yılları arasında sürmüş. Hali hazırda uzak diyarlarda Japonya Çin'e saldırıp topraklarını büyütme peşindeyken, 1939'da Almanya da Polonya'yı işgal ederek aksiyonu Avrupa'ya taşımıştı. Japonya, Avrupalıların sömürdüğü Asya topraklarına da el uzatınca Asya-Avrupa komple birbirine girdi o zaman. Amerika sadece Avrupa'ya silah yardımı yapıyordu, savaşla ne işi olurdu. Dünya çalkalanırken, o paraları topluyordu yani. Bir şekilde Amerika'yı savaşa çeken bir takım enerjik güçler, Rusları da gıdıklamıştı. Bilin bakalım nolmuştu, savaş bittiğinde Amerika ve Rusya, Avrupa'ya yardımlarının karşılığını almış, süper güç olmuşlardı. Aradan kaç sene geçti bak, çok bile dayandılar; bu hafta içinde Trump'ın Great America!'sı, Rusya'ya saldıracaklarını duyurdu. Bakalım nasıl olacak halimiz, diğer süper güç devletler Çin ve İran'dan henüz hareket yok. Gizli süper güç olan Türkiye ise tabii ki ateş altında olmaktan çekinmeyecek!


Bu kadar savaş yeter. Bu aslında aşk filmi. Çocukluktan beri beraber pilot olma hayalleri kuran Rafe ve Danny, ona göre eğitimler alıp gökyüzünün çılgın çocukları oluyorlar. Orduya katıldıklarında uçakla yaptıkları yaramazlıkları hep komutanın odasında son buluyor. Hep Rafe yüzünden, Danny sessiz sakin çocuk aslında. Bu arada ordu da güzel hemşireler de giriyor kadraja. Rafe, Evelyn ile sevgili oluyor. Sonra komutanı, İngiletere'ye destek için gönüllü olmak ister mi diye soruyor Rafe'e. Aksiyon çocuğu Rafe, kankisini de sevgilisini de bırakıp savaşa gidiyor, öldü haberi tez geliyor. Aylar sonra kendini anca toparlayan Evelyn ve Danny aslında birbirlerinden hoşlandıklarını fark ediyorlar, nasıl olur ki acaba diye diye, sevgili oluyorlar. Sonra Rafe ölmemiş mi, çık gel sen bi anda. Al sana aksiyon, bırakıp gidersen sevdiğini, aksiyon uğruna, olacağı bu. Kız napsın?!

Michael Bay'i Michael Bay yapan yapan filmdir bence, savaş efekti yönetmenidir çünkü kendisi, boş versin Transformers falan, böyle şeyler yapsın hep. Bak 17 sene geçmiş üstünden hala benim gözümde en iyi işi budur. Bad Boys (1995)'tan günümüze 13 film yapmış, 5'i Transformers. Neyse, keyfi bilir.

Çok güzel kadrosu olan filmde: Ben Affleck, Josh Hartnett, Kate Beckinsale başrolken; Alec Baldwin, Jaime King, Jennifer Garner ve Michael Shannon'ın da başımızın üstünde yeri var. Teknik yönden dört Oscar Adaylığı olan film, En İyi Ses Kurgusu Oscar'ı kazanmış. Senenin En İyi Film ödülü kazananı da A Beautiful Mind (2001) olmuştu, dipnot olsun.

13 nisan 2018
Oku..

Devir (2013)


Bir süredir Kıbrıs'tayım, Gazimağusa'da. Küçük bir şehir, hatta bazılarına göre sıkıcı, yapacak hiçbir şey yok falan. Hiç öyle değil, ben zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum, evde bir sürü kedi, okuyacak bir sürü kitap, yazılacak şeyler. Aldığım gazeteyi bile okuyacak zaman bulamıyorum bak, ertesi gün okurken görüyorum küçük bir haber kutucuğu. "Yarın falan falan yerde düzenlenecek film gösterimi etkinliğine filmin yönetmeni de katılacak, filmden sonra söyleşi filan.." Aa, bugünmüş, ne kadar güzel, bir de diyorlar ki çok sıkıcı memleket, sanat sepet çok yok. E adam izleteceği filmin yönetmenini de getirtiyor, daha napsın?!
Sekiz on kişi anca geldi ama filmi izlemeye, görevli gibi olanları ve kalabalık yapsın diye dersten alınıp gelinen çocukları saymazsak. E ilgi olsa neden gelmesin adamlar sanki, yeter ki seyircisi olsun sinemanın. Küçük yerde yaşayanlara genel bir seslenmedir bu, sadece Gazimağusa için değil; takip edin, etkinliklere katılın, katıldıkça çoğaldığını göreceksiniz. Hiç mi etkinlik yok, siz düzenleyin, deyin ki bilgisayarı koyacam salona, şu şu filmi açacam, isteyen gelsin beraber izleyelim mesela. Duyur facebook'tan, bir gelir iki gelir bakarsın sonra projeksiyon cihazı alıyosun. Valla bak. Khora Kitap yapıyor bunu da, orayı da takip ediyorum. İsteyene ve vakti olana etkinlik çok.


Devir (2013), Burdur'un Hasanpaşa Köyü'ndeki bir geleneği anlatıyor. Belgesel kıvamında, küçük kurmaca dokunuşları olan bir köy filmi. Yaz gelirken çobanlar arasında bir yarışma düzenlenirmiş. Tepelik bir yerden başlayan koşuda çoban önde sürüsü arkada koşarlarmış aşağıdaki dereye doğru. Çoban yol bitince atlarmış suya, peşinden atlarsa eğer koyunları da kazanırmış çoban. Hem sürüsüne söz geçirme becerisi, hem kendini sevdirmesi, hem de suya estetik dalışı puanlanırmış çobanların. O köyde de 7 senedir şampiyon olan yaşlı bir çoban, diğer çobanları meslekten soğutacak hale getirmiş artık. Bir de nasıl büyük ilgi görüyor bu yarış, çevre köylerden, illerden izlemeye geliyorlar, televizyonlara çıkıyorlar. Bir de sürüye liderlik etsin diye birkaç koyunu kırmızıya boyuyorlar. Öyle bir hikaye.

Derviş Zaim, -söyleşide de konuştuk- bu şenliği duymuş, gidip araştırmış, öylece film yapmaya karar vermiş. "Ama oyuncu istemem," demiş, "siz oynarsanız." Köylüden, çobandan, koyundan oyuncu yapmış. "Çok belli bir senaryoyla gitmedik, sinopsis vardı elimizde, gerisini akışına bıraktık" diye anlattı.


Söyleşirken sinema öğrencisi bir çocuk sordu: "Bir sahnede şöyle şöyle oldu, ben onu böyle yorumladım ama sizin ne anlatmak istediğinizi merak ediyorum.." Zaim, gayet sakin: "Biz çektik öyle, izleyen herkes başka yorumlayabilir, o an öyle istedik öyle çektik." dedi. Aslında evet, sanatçı derin derin düşünerek bir şey yapmak zorunda değil, kabul, içinden geldiği gibi yapar, sanatsever ya da izleyici kendisi yorumlar onu ama yine de çekerken ne düşündüğünü -en azından- söyleşi gibi nadir ele geçen fırsatlarda -seyirciyle yakınlaşmak adına- paylaşsa güzel olurdu.

Kendisi de Kıbrıslı hatta muhtemelen Gazimağusalı olan Derviş Zaim, şehrine sinema kültürü aşılamak adına önderlik etmiş böyle bir etkinliğe. Hatta belki geç bile kalınmış, keşke daha önceden yapsalarmış zira bu ilk gösterimmiş. Umarım artarak devam eder, ben takipteyim.

12 nisan 2018
Oku..

Kırmızı [2017]


Televizyonu kumanda marifetiyle zapturapt altına almışken, TRT Belgesel kanalında, bir hayli iğrenç 'Uluslararası TRT Belgesel Yarışması' logosunu görünce durdum. Tasarlayana değil bunu kabul eden heyete sevgiler sunmak lazım diye sövecekken, tıpkısının heykelciğinin de yapıldığını ve kazananlara marifet olarak verildiğini görünce sessizliğe gömüldüm. Tam o sırada Abdurrahman Demir isimli bir kardeşin adı anons edildi, Öğrenci Filmleri Dalı, En İyi Film Ödülü'nü almaya hak kazanmış. İlginç olan sahnedeki sunuculardı, biri Türkçe bir şeyler konuşurken, diğeri İngilizce başka şeyler konuşuyordu; kesinlikle çeviri yapmıyordu, sırayla ve başka başka yollarla iki ayrı sunum gerçekleştiriyorlardı aynı sahnede. Demin benim zapturapt altına aldığım televizyon, yapacağını yapmış, oyununu oynamış, ilginç sahnelerle işleri tersine çevirmiş ve bu sefer o beni zapt olmasa da rapt etmişti. Çocuk o iğrenç tasarım ödülü aldı indi, hemen arkasından on beş dakikalık filmini verdiler. Elim kolum bağlı izledim.


Sultan Abla, dışarıdan bakanlar için mahallenin delisi gibi ama bir merhabası olan, azıcık tanıyan eden biliyor deli olmadığını, "O da öyle bir kadın" diyorlar. Yine de çoğu bilmiyor hikayesinin tamamını, sağdan soldan duydukları kadar anca. Abdurrahman gidip tanışmak istemiş Sultan Ablasıyla. "Evine gidiyorken bindiğimiz otobüste denk geldik kendisine, daha orada konuşmaya başladık" diye anlatıyor. Demişler "Film çekicez" falan, kabul etmiş o da, "Anlatırım" demiş.

"On dört yaşımda, koca kız ıdım" diye başlıyor hikayeye. Bir öğretmen varmış mahallelerinde, demiş "Ne güzel kızsın, seni alacam ben, konuşcam babanla, takacam koluma seni, karım bu diye dolaşacam sokakta!" Çok sevinmiş koca on dörtlük Sultan. Evlenmişler. Kırmızıyı çok yakıştırırmış kocası, öyle ki kırmızı bir şey giyip sokağa çıkmasına izin vermezmiş, kıskanırmış. Yasak olunca daha çok istemiş Sultan ama hiç kırmızı giyip çıkamamış dışarı. On sene uğraşmışlar çocukları olmamış bu arada. Doktor demiş, "Tüp bebek yapalım!" Aklı çıkmış Sultan'ın, başkasının tohumuyla çocuk olur muymuş, olmasın daha iyiymiş. Doktor, "Başka tohum değil" diyerek anlatmaya çalışmış ama Sultan'ın aklı almamış. Olmamış çocukları, kocası da "Boşanalım o zaman" demiş. Aylık iki bin nafakayla boşamış kocası. "Evde kaldım sonra da, kimse almadı beni," diyor Sultan Abla, "ama hep kırmızılar giyerek çıktım ondan sonra sokağa!" Yürü be!


Ah be ablam! Giy tabii, sonuna kadar giy, kıpkırmızı giy! Zaten dışarıdan bakanların deli sanma sebebi de bu, yaz kış aynı kırmızı kıyafetler, kırmızı montundan, saçındaki kırmızı tokaya kadar. Yanaklarını da kıpkırmızı boyuyor, sanki sahneye çıkacak da en aptalın bile gözüne sokmak istiyor, abartıyor, esmer suratta nasıl kıpkırmızı yanaklar. Konuşunca akıllı, bakıyorsun deli. Bi şey anlatmak istiyor gibi.

Dönelim en başa; dokuz yıldır kullandıkları kötü tasarım heykelciğe rağmen film konusunda iyi karar verebilmeleri şaşırtıcı. Konyalı Abdurrahman kardeşimiz bu filmle birçok başka ödüle de layık görülmüş zaten, tebrik ediyoruz. Buradan ödül listesini görebilirsiniz. Başarılara devam.

9 nisan 2018
Oku..

Bee Movie (2007)


"Arılar olmazsa Dünyanın sonu gelirmiş biliyo muydun?" dedi. Ben de daha önce duyduğum ama sahibini hatırlayamadığım için hemen "Einstein'ın fikri miydi, neydi o?!" diye atıldım. "Yoo, yani bilmem," dedi, "ben filmde görmüştüm, Arı Filmi'nde" dedi. "İzleyelim mi eve gidince?" dedim, "Oluur!" dedi. İzledik de. Bu arada, evet, Einstein'ın düşüncesiymiş, hatta çalışmasıymış: "Eğer arılar yeryüzünden kaybolursa 4 yıl içerisinde insan yaşamı sona erer. Arılar olmazsa döllenme, döllenme olmazsa bitkiler, bitkiler olmazsa da hayvan ve insan olmaz." diye bir sonuca varmış. Ekstra bi bilgi daha vereyim, arı nüfusunun gittikçe azaldığı tespit edildikten sonra da yakın zamanda yapılan çalışmalarla Avustralya'da polen üretimi ve arı popülasyonu artırılmaya başlanmış.

Evveli var mı bilinmez ama muhtemelen bizim Einstein'dan duyduğumuz bu fikirden yola çıkarak hazırlanan filmin, yazar ekibinin başında ve seslendirme başrolünde efsane komedyen Jerry Seinfeld var. Fakat biz Türkçe dublaj izledik. "Kim seslendirmiş ya?", "Çok tanıdık ama kimin bu ses?" diye diye izlediğimiz filmdeki ses, Cem Yılmaz'ın çıktı. Sevgiler. Jerry'yi olmasa da Cem'i dinledik, güzel oldu. Gerçi izlerken yer yer, "Of ne kadar rahat davranmış, kafasına göre seslendirmiş, eğlenceli olmuş tamam da orijinale de bağlı kalsaymış!" diye içimden geçirdim. Seslendiren tanımadığımız biri çıksaydı, "Aman, ukela be!" diye düşünecekken, Cem Yılmaz olduğunu öğrenince, "Ooo kral!"


Arılar, doğar, büyür, çalışır, ölür. Ölene kadar çalışırlar yani. Üstelik Barry Benson'la beraber öğreniyoruz ki, hayatlarının sonuna kadar aynı işte çalışırlarmış. Karıştırıcı, toplayıcı, sıyırıcı, tutucu, itici, dökücü vesaire; kovan gailesi işte. Barry, gayet heyecanlı başladığı ilk iş gününde, eğitimde bunu öğrenince, "Ben sıkılırım aga, böyle olmaz, benim dışarılara çıkmam lazım" der ve adeta bir Martı Jonathan edasıyla atar kendini kovanın dışına, asker arılar olan Polen Gücü'yle beraber. Ama dışarısı çetin, insanlar manyak, toplumlar yozdur. Bir marketteki bal standını görünce aklı gider Barry'nin, "Bizim bunlar," der "ne hakla bizden çalarsınız?! Ben bu işin peşini bırakmam!" Bırakmaz da!

Harikulade değil ama güzel film.

6 nisan 2018
Oku..

Ready Player One (2018)


Büyüklüğünden sual olunmaz Spielberg'in, çığır açan onlarca sinema fikriyle beraber zaman zaman da çağa ayak uydurmaktan keyif aldığı, önceliği seyir keyfi vermek olan işler yaptığını da görüyoruz. Ready Player One, 2011'de, sanal gerçeklik gözlükleri piyasada modern hallerini almadan önce yazılmış bir roman, Ernest Cline tarafından. Kendileri bilim kurgu romanları yazmaya bununla başlamış. Aslında kitap zamanında ilgi görmüş ama filmini yapmak için neden bu kadar beklenmiş acaba. Sanal gerçeklik mevzusu yani üç boyutlu görsellerle etkileşim, 50'lerde, oyun kabinlerinde başlamış ama ilk gözlük formatında kafaya takılması 1994'ü bulmuş. Şimdilerde kişinin kendini bir oyunun parçası haline getirmesi alışıldık bir durum. Hadi buna biraz aksiyon katalım.


Sene 2044, Dünyanın yaşanacak hali kalmamış, herkes kendini sanal gerçeklik oyunlarına veriyor, bir nevi orada yaşıyor; yaşlısı da genci de. En popüleri de OASIS isimli oyun, takıyorsun gözlüğünü, bürünüyorsun avatarına, atlıyorsun maceradan maceraya. Oyunun kurucusu Halliday, ölümünden sonra uğraşmaları için yarışmacılara üç önemli görev vermiş, ama bilmeceler bulmacalar içinde; daha görevi anlamıyorsun neyle uğraşacaksın?! Millet yıllarını vermiş. Ama tabii ki en tutkulu olan kazanacak; adamımız, Wade -pardon pardon gerçek isim söylemiyorduk- Parzival. Tam bir Halliday tutkunu olan Wade'in arkadaşlarıyla beraber giriştiği maceralar insanın içini kıpır kıpır ediyor.

Yüzde 70'i -belki fazlası- animasyondan oluşan filmin üç boyut için tasarlandığı, en büyük amacının görsel haz olduğu hemen anlaşılabiliyor. Altyapısında Halliday'e ait dokunaklı bir öykü olduğu için zamanınızın boşa harcandığını da düşünmüyorsunuz. Gayet keyifle izledik yani.


X-Men: Apocalypse (2016)'teki Cyclops Tye Sheridan, bu filmde de Cyclops gibi gözlükle dolaşıyor, Parzival olur genneri. Me and Earl and the Dying Girl (2015)'le tanıdığımız Olivia Cooke da burada, has kız. Ben Mendelsohn, Simon Pegg ve Mark Rylance da diğer isimler.

80'ler popüler kültürüyle de iç içe olan bu film tavsiye edilir yani, keyifli film. Ama 3D gözlüklerinizi alın da gidin sinemalara, biliyorum her evde var üçer beşer, her seferinde para vermeyin plastiklere biz gibi. Sevgiler.

6 nisan 2018
Oku..