Sıralı Tam Liste: Oscar 2012


Billy Crystal'ın sunduğu 84. Oscar Töreni'nden kazanan isimler..

En İyi Film: The Artist (2011)

En İyi Yönetmen: Michel Hazanavicius, The Artist (2011)

En İyi Özgün Senaryo: Woody Allen, Midnight in Paris (2011)

En İyi Kadın Oyuncu: Meryl Streep, The Iron Lady (2011)

En İyi Erkek Oyuncu: Jean Dujardin, The Artist (2011)


En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Octavia Spencer, The Help (2011)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christopher Plummer, Beginners (2010)

En İyi Uyarlama Senaryo: Alexander Payne & Nat Faxon & Jim Rash, The Descendants (2011)

En İyi Görüntü: Robert Richardson, Hugo (2011)


En İyi Kurgu: The Girl with the Dragon Tattoo (2011)

En İyi Sanat Yönetimi: Hugo (2011)

En İyi Kostüm Tasarımı: The Artist (2011)

En İyi Saç & Makyaj: The Iron Lady (2011)

En İyi Ses Kurgusu: Hugo (2011)

En İyi Ses Miksajı: Hugo (2011)

En İyi Görsel Efekt: Hugo (2011)

En İyi Şarkı: The Muppets (2011)

En İyi Film Müzikleri: The Artist (2011)


En İyi Yabancı Dilde Film: Jodaeiye Nader az Simin (2011)

En İyi Animasyon Film: Rango (2011)

En İyi Belgesel Film: Undefeated (2011)

En Kısa Film: The Shore [2011]

[Buraya gecenin kritiği gelecek] - Valla hiç hatırlamıyorum, bu yazıyı sırf o sene hangi kategoride kim ödülü kapmış onu hatırlamak için hazırladım.. Dört sene sonra yapılan iş yani, çok da şe'yapmamak lazım.. Ama genel olarak teknikte Hugo (2011), taktikte The Artist (2011) malı götürmüş diyebiliriz..

040716 ama Şubat 2012'ye atanmıştır..
Oku..

Manhattan Murder Mystery (1993)


Woody Allen yıllar sonra tekrar Diane Keaton'la beraber kamera karşına geçiyor ve Manhattan Murder Mystery'i çekiyor. Mia Farrow'la ilişkisi olduğu dönemde Keaton'la çalışmamıştı, en son Manhattan (1979)'da beraber oynamışlardı.. Bu filmden sonra da zaten çalışmadılar.. Öyle enteresan bir proje oldu bu..


Filmde aynı günümüz sorunu olan, komşuları tanımama durumu sözkonusu. Bir akşam eve dönerken asansörde karşılaştıkları çiftle ayaküstü sohbet ederler, sonra bu komşularına çaya giderler; sohbet muhabbet. Ertesi gün bu komşularının dairesinin önünde bir kalabalık görürler, bakarlar ki dün tanıştıkları bayan bu. Başsağlığı falan bir kaç gün geçer böyle ancak heyecan peşindeki Carol (Keaton) komşusunun, karısının ölümüne yeterince üzülmediğini düşünür ve dedektifçilik oynamaya başlar. Yoksa karıyı koca mı öldürdü?!


Baya eğlenceli film.. Biz şu an tabii hangi filmini istesek bulup izliyoruz ama o dönem ikiliyi 13-14 yıl aradan sonra tekrar izleme fırsatı bulanlar çok sevinmiştir.. Hayat bize güzel ya..

70'lerin sonunda birlikte çalışıp, Annie Hall (1977) ve Manhattan (1979)'da Woody Allen'ın senaryo yazımında destek aldığı Marshall Brickman işe tekrar dahil olmuş ve Manhattan Murder Mystery (1993)'nin de senaryosuna isimlerini beraber yazdırmışlar. Komşuyu ise Alan Alda oynuyor..

18.02.2012
Oku..

My Left Foot: The Story of Christy Brown (1989)


Doğduğu günden beri sadece sol ayağını kullanabilen Christy Brown'ın hayat hikayesini anlattığı kitabı 'Sol Ayağım'ı ben sanırım lisedeyken okumuştum. Geçen gün kardeşim "Abi bak bunu okuduk sınıfcak, özet çıkarcaz, okumuş muydun sen?" diye geldi, "He!" dedim, okumuştum. Bi şeyler sordu "Şurda niye böyle dedi?" falan gibi, hatırlayamadım haliyle.. Dedim "Sen anladığın kadarıyla bi özet çıkar bakalım, hatırliim ben de." Çok da güzel bi özet çıkardı. Baya kitabı tekrar okumuş kadar oldum iki sayfayla.. Ben de ona bi kıyak yapiyim, filmi varsa indiriim, izliyelim dedim.


My Left Foot: The Story of Christy Brown (1989).. Jim Sheridan'ın ilk yönetmenlik deneyimi olan film, Day-Lewis'le yapacakları nice çalışmanın temelini oluyor. Film iki Oscar sahibi; biri Daniel'in diğeri annesi rolündeki Brenda Fricker'in.. Filmde aynı zamanda, ileride August Rush (2007)'ın yönetmeni olacak 13 yaşındaki Kirsten Sheridan da oynuyor.. Yönetmen babasının yönetmen kızı...


Baya kalabalık bir ailede büyüyen Christy sadece sol ayağını kontrol edebiliyordu. Günlük yaşamını sürdürmesinde en büyük yardımcısı annesiydi. Bütün çocuklar sokakta oynarken, o camdan izliyordu onları. Tekerlekli sandalye alabilmek için annesi ev ahalisinden gizli para biriktiriyordu. Christy'nin derme çatma bi el arabası gibi bi şeyi vardı, bi de doktoru Eileen.. Doktoruna aşıktı Christy. Bu arada tek uzvu olan sol ayağıyla yazı yazabiliyor, hatta çok güzel resimler yapabiliyordu. Christy resimdeki becerisini konuşturmuş, doktorunun da yardımıyla bir sergi açabilmişti.
Babasının ölümünden sonra kendi hayatını anlattığı kitabını yazarken kardeşinden yardım almış ve tüm dünyaya, herkesin umutsuz vaka gözüyle baktığı birinin nasıl ayakta durduğunu göstermiştir.

Şubat 2012
Oku..

Nuri Bilge Ceylan Sineması


Öncelikle bugün yani bu yazının yazıldığı gün Nuri Bey için acılı bir gündür. Sebebi benim onun hakkında atıp tutacak olmam değil, babasının vefatıdır. Allah rahmet eylesin!

Nuri Bey şimdiye kadar 7 film yazıp yönetti. Hatta 'NBC Film' şirketini kurup, yapımcılığını da kendi yaptı. Filmlerinde maliyeti olabildiğince kısmaya çalıştı. İlk filmlerini anne babasına rol vererek çekti. Babası M. Emin Ceylan; Koza (1995), Kasaba (1997), Mayıs Sıkıntısı (1999) ve İklimler (2006)'de rol aldı. Babasının yer almadığı diğer filmleri ise; Uzak (2002), Üç Maymun (2008) ve Bir Zamanlar Anadolu'da (2011). [+ Kış Uykusu (2014) ve Ahlat Ağacı (2019)]

36 yaşında çektiği ilk filmi Koza [1995] hariç ilk 3 filmi 'taşra üçlemesi' olarak kabul ediliyor. Bu filmlerde taşrada yaşam anlatılıyor tüm sıkıcılığıyla. Yanlış olmasın, film sıkıcı değil. Sıkıcı olan taşranın kendi; ama orada yaşayanlar da kendi hayat gailesinde işte. Sıkıcı bir olay şaşırılacak akıcılıkta ilerliyor. Güzel olan da budur zaten diye düşünüyorum. Uzak (2002) filmiyle taşradan çıkılıyor gerçi; taşradan kurtulan Yusuf'un hikayesi var orada da.. Genel olarak bu taşra filmlerinde otobiyografiklik hissediliyor..


İklimler (2006)'de kendisi de eşi Ebru Ceylan'la beraber kameranın önüne geçiyor. Bu filmin hayatta unutamam dediğim bir sahnesi vardır ki amanın ne sahne: Bahar'la İsa deniz kenarında ayrılma kararı aldıktan sonra motosikletle geri dönerken; motoru İsa kullanıyo, Bahar arkasında oturuyo, demin ayrılmışlar, kadın psikopat, bi şeyler yapacak belli, deniz kenarındaki yolda gidiyolar böyle, yani yolun bi tarafı uçurum gibi böyle yükseklik, offf tam anlatamadım, aklıma gelince yine heyecanlandım. Yani motoru adam kullanıyo ama kadın her an bi şey yapacak gibi böyle.. Neyse bi süre böyle gergin gergin gidiyo motor.. Bi anda Bahar, İsa'nın gözünü kapatıyo arkadan. Motor yalpalıyo, İsa önünü görmeye çalışıyo bilmem ne, düşüyolar.. Bi şey olmuyo. Düşüyolar sadece. Sonra adam çıkışıyo falan ''Ölmek mi istiyon lan!'' diye.. Böyle bi sahneydi işte..

Üç Maymun (2008) birçok kişiye göre ilk gerçek oyunculu filmidir. Hatice Aslan, Yavuz Bingöl (ne alaka) falan oynuyor. Ve bu film şimdiye kadar ki NBC filmlerinden, baya bi konuşma olması yönüyle ayrılıyor; öncekiler daha sessiz sakin filmlerdi..

Sonra, Bir Zamanlar Anadolu'da (2011).. NBC hiç bu kadar oyuncuyu bir arada görmüş müdür bakalım?! Şaka şaka.. Çok güzel bir film olmuş cidden. Gecenin bi saati bi deste adamın üç arabayla dağ tepe gezerek bi cinayeti aydınlatma çabası.. Polisiye gibi ama tam değil de.. Ama her neyse tam olmuş yani.. Filmde Fırat Tanış, Yılmaz Erdoğan ve Ahmet Mümtaz Taylan... Ve daha birçok oyuncu oynuyor :) Ayrıca şunu da yazmadan geçemiycem: Once Upon A Time in Anatolia..

Toparlarsak, hikayelerinden çok fotoğraf ustalığından gelen görselle, kadrajla, fotoğrafla işi götürme yöntemi izleniyor.. 

Şubat 2012 / İskenderun

Yıllar önce yazdığım bu yazıyı neresinden tutup düzeltmeye başlasam bilemedim, ibretlik olması açısından bırakıyorum hiç ellemeden.


Ben Nuri Bilge filmleri izlemeye İstiklal Caddesi'nin sonundaki Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'ndeki salonda başlamıştım... İstanbul'da yeniydim, okulu boşladığımdan boş vaktim çoktu, etkinlikleri takip ediyordum. Üç Maymun (2008) vizyondayken, yönetmenin eski filmlerini hatırlatmak için o ay öyle bir gösterim planı yapmışlardı. Çok güzel zamanlardı, çok büyük bir keyifti... Sadece Nuri Bilge de değil, neler neler izledim orada... Şu an öyle bir yer yok!

Üç Maymun (2008) yönetmenin kariyeri ve vizyonundaki kırılma noktasıdır, filmleri değer görmeye başlamış, sinemasına para harcama imkanı yaratabilmiştir. Üç Maymun (2008) filmografisindeki en zayıf film olmakla beraber, muhteşem oyuncu performanslarına sahiptir ve Cannes'da En İyi Yönetmen ödülünü kazandırmıştır. Ki bu ilk Cannes zaferi değildir, önceki filmleriyle de Fransa'daki festivale damga vurmuştur. Yaptığı bütün filmlerle de festivalin gülü olmaya devam etmiştir.

Bir Zamanlar Anadolu'da (2011) filmi, geçtim Nuri Bilge Sinemasını, Türk Sinemasının en önemli filmlerinden biridir. Kesin bilgidir, yayabilirsiniz. Kış Uykusu (2014), Haluk Bilginer, Demet Akbağ ve Melisa Sözen üçlüsünün muhteşem performanslarıyla birleşen zihin açan diyaloglara sahip 196 dakikalık bir eserdir. Nuri Bilge, bu zamana kadar Jüri Büyük Ödülüne doyduğu Cannes'da sonunda Palme d'Or kazanmıştır. 


Ahlat Ağacı (2019), Nuri Bilge hoca efendinin hiçbir filmini izlemediğini söyleyen, bundan sonra da çok isteyerek izlemeyeceği belli olan Doğu Demirkol'un baş rolünde yer aldığı yine çok şahane bir filmdir. Film kendi başına çok konuşulmakla beraber kamera arkası çekimlerin belgeselleştirilmesiyle de ilgi odağı olmuştur. Nuri Bilge'miz bu tarz kamera arkası paylaşımlarla ilgililerine adeta sinemacılık dersi vermektedir.

Ahlat Ağacı (2019) çok iyi film bu arada, "benim senaryom, benim karakterim, bunu yapamazsın!" sinirini sonuna kadar hak eden bir film...

Mayıs 2021 / Gazimağusa
Oku..

Zelig (1983)


Bu dönem Allen'ın Mia Farrow'lu dönemidir. 80'de başlayan ilişkileri 92'de ilginç bir şekilde bitmiştir. Ama beraber oldukları dönem içinde 13 filmde de beraber çalışmış, unutulmazlar arasına giren filmler yapmışlardır. Bunların başında Zelig (1983) gelir bence. Teknik bakımdan Allen'ı zorlayan bir filmmiş, yapımı 2 sene sürmüş ve bu Allen'ın en uzun süren işlerinden olmuş. Zelig (1983)'i yaparken aynı zamanda Broadway Danny Rose (1984)'u da çekmiş ve onu yaklaşık 1 ayda tamamlanmış.


Zelig, ezikliği simgeleyen bir karakterdir, girdiği ortamda beğenilmemekten korkan kişinin savunma mekanizması olarak, bulunduğu ortama  fiziksel olarak adapte olma hastalığıdır. Mesela Zelig şişmanların bulunduğu bir ortama girince birden kilo alıyor, çekik gözlü insanların yanında gözleri onların ki gibi oluyor ve zenci mahallesinde dikkat çekmiyor. Eğer odada iki doktor varsa o da doktor oluyordu. Bu durumu fark edildiğinde bütün dünya büyük ilgi gösterdiği Zelig'e doktorlar hastalığına çözüm buldu sonunda. Artık normaldi ama..


Benim en sevdiğim filmlerindendir Woody Allen'ın. İlk yazıldığında kısa hikaye olarak yazılmış ama iyi ki sonradan film yapılmış. Film olmayan güzel öyküleri de var.. Kısmet..

06.02.2012
Oku..

Annie Hall (1977)


Hayatı sorgulamanıza sebep olabilecek kadar içten.. Aşkın insanda yarattığı tahribat ancak bu kadar eğlenceli anlatılabilir.. Romantik komedinin dibi..

Allen hikayeleri New York'ta geçer genelde, çünkü New York'ludur kendisi. Çoğu karakterinin psikiyatrı vardır, çünkü kendisinin de var. Karakterleri ya yazardır, ya komedyen, ya oyuncu, ya yönetmen.. İstisnalar var tabii ama genelde böyledir. Çünkü her filmine kendinden şeyler katar.. Bu sayede bu kadar içten hikayeler görürüz Allen sinemasında..


Allen iyi anlaştığı bir rol arkadaşı bulunca -mümkünse- bırakmıyor. Diane Keaton, günümüze kadar Allen'ın 7 filminde rol almıştır. Gerçek hayatta da iyi arkadaş olduklarını söyleyen Allen, Diane Keaton'la çalışmanın kendisi için çok kolay olduğunu, birbirlerinden istedikleri şeyi bildikleri için film çekerken zorlanmadıklarını söylüyor.


Filmde Alvy ve Annie'nin aşkı var.. İşte sinema, kitap, tenis.. Önce Annie'den ayrıldığını anlatıyor Alvy, sonra ilişkilerinden bir parça izliyoruz.. Sonra nasıl tanıştıklarını ve nasıl aşık olduklarını.. Sonra ayrılıyorlar.. Alvy'nin karnı ağrıyor, stres yapıyor.. Annie'sizlik ona yaramıyor.. Barışmak için çabalıyor..


Senaryosunu Marshall Brickman'la Woody Allen'ın beraber yazdığı Annie Hall (1977), Allen'ın en otobiyografik filmi kabul ediliyor. Kadınlarla ilişkilerini sorgulaması, şehre düşkünlüğü ve kalıplara sığma gerekliliğine nefretini anlatıyor. Eğlenceli bir dille tabii.. Film 92 yılında kültürel miras olarak ABD hükümetince korumaya alınmış.. Bu bi şey ifade etmiyorsa imdb.com'un en iyi 250 film listesinde yer alıyor ve 4 dalda Oscar sahibi.. (en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi senaryo ve en iyi kadın oyuncu ödülünü aldı.. en iyi erkek oyuncu adayı da oldu ama kazanamadı..) Bu arada Allen Oscar törenlerine katılmıyor.. Çünkü her perşembe gecesi grubuyla beraber müzik yapıyorlar..

06.02.2012
Oku..

Masumiyet (1997)


Masumiyet, 97'de senaristliğini ve yönetmenliğini Zeki Demirkubuz'un yaptığı film. Film, yönetmenin ilk filmi olan C Blok’tan sonra yaptığı ikinci sinema filmi. Demirkubuz, senaryoyu yazarken önce Bekir'in kırdaki monoloğunu yazdığını daha sonra senaryonun o olay etrafında oluştuğunu söylüyor. Filmde üç ana karakter var ve kadro Güven Kıraç, Derya Alabora ve Haluk Bilginer'den oluşuyor.


Hikayenin çoğu Yusuf'un hapisten çıkıp İstanbul'a gitmeyi düşünürken yerleştiği bir otelde geçiyor. Otelde kalan pavyon şarkıcısı Uğur ve ona aşık olan Bekir'le tanışıyor. Uğur hapisteki sevgilisi için; Kadri, Uğur için; Yusuf da yapacak bi şeyi olmadığı için hiç bi yere gidemiyolar.


Film yayınlandığı dönemde hem eleştirmenlerden hem seyircilerden çok olumlu tepkiler alırken, yıllar sonra yapılan röportajlarda oyuncular, bu filmin kariyerlerine büyük katkı sağladığını söylüyorlar. Filmin doğallığı, oyuncuların yeteneklerinden ve muhteşem şekilde işlenmiş senaryodan, diyaloglardan kaynaklanıyor. Demirkubuz bu filmiyle bir çok festivale katılmış, bir çok ödül almıştır.
Filmin önemli özelliklerinden biri de, Demirkubuz'un filmde aynı zamanda yapımcılığını da üstlenmiş olması, yani çok düşük bütçeli bağımsız sinema yapmış olması ve Türk Sineması'na yeni bir soluk getirmesi olmuş.


Bundan yaklaşık on sene sonra da hikayenin başlangıcı sayılan Kader (2006) çekilmiş.

Şubat 2012
Oku..

Insomnia (2002)


2002 yapımı Christopher Nolan yönetmindeki Insomnia (2002) adını, başrolü Dedektif Dormer'ın (Al Pacino) hastalığından alır. İnsomnia, bir çeşit uyuyamama hastalığıdır. Dormer, pek de hoşlanmadığı ortağı Eckhart (Martin Donovan) ile beraber genç bir kızın cinayet davasını çözmeye çalışır. Filmin giriş sahnesinden nerdeyse son sahnesine kadar bize, Dormer'ın uykusuzluk çektiğini gösterebilmek için Nolan'ın çabası muhteşem. Sürekli bi kan damlasının, kumaşın ipliğinde yayılışının çok yakın çekimi gösteriliyor mesela. :)


Film genel olarak tam bir polisiye-gerilim tadında geçiyor, gayet soğuk sahneler. Yalnız filmde en sevdiğim hatta uzun süre aklımdan çıkmaycağını düşündüğüm sahne: kayalıklarla dolu nehir kıyısında, sisin içinde bir grup polisin katili kovalamacası. Koşmak hatta yürümek bile zorken o zeminde bir de sisin görüşü zorlaştırması güzel bir gerilim. Orada bir polisin vurulacağı belliydi gerçi ama iki polis vurulunca bi şaşırdım.. Neyse, vurulan bir polisin Eckhart olması ve vuran kişinin de Dorner olması işleri karıştırıyo tabii. Bu arada katilimiz Walter Finch (Robin Williams) de bu kazaya tanıklık eder ve işler biraz daha enteresanlaşır. Her dedektif filminde olduğu gibi bu filmde de olayı sessiz sakin çözmeye çalışan bi çaylağımız var: Ellie Burr (Hilary Swank)..


Film güzel. Nolan'ı burdan takdir ediyor, bu filmden iki sene önce yaptığı Memento (2000)'yu aradığımı bildirmek istiyorum. Zaten film hakkında okurken daha önce Norveç'te çekilmiş olduğunu, bunun bir Hollywood uyarlaması olduğunu öğrendim. Yani zaten çok değerli bi iş değil.. Ne Memento (2000)'su..

Filmi izlerken, uyku problemini gördükçe aklıma Fight Club (1999) geldi durdu. Nasıl yer ettiyse bende artık, halisünasyon falan deyince hemen Fight Club (1999) geliyo aklıma.

Şubat 2011 / İskenderun
Oku..

David Fincher Sineması


62'li, Amerikalı yönetmen. Liseden sonra animasyona merak salmış ve kursa gitmiş. 18-20 yaşlarında efekt konusunda uzmanlaşmasını sağlayan bi şirkette çalışmış. Star Wars: Episode VI (1983) ve Indiana Jones and the Temple of Doom (1984)'ta kamera asistanı olarak yer almış. Zamanında 'Life' dergisinin müdürü olan babasının da çevresiyle beraber yönetmenlik işlerine girişmiş. Müzik klipleri, reklam filmleri derken sonunda ilk uzun metraj filmi olarak efsaneleşmiş bir serinin üçüncü ayağı Alien³ (1992)'ü çekmiş. Ve serinin neredeyse en zayıf filmi olarak kayıtlara geçmiş. Ridley Scott ve Alien (1979) hayranı biri için seriye devam filmi çekme şansı yakalamak ve çıkan sonuçla çok da başarılı görülmemek üzücü olmalı... Ayrıca kendisi de suçu stüdyoya atıyor, filmi istediği gibi yapamadığını iddia ediyor.

Reklam filmleriyle devam eden kariyerinde, baş rollerini Brad Pitt ve Morgan Freeman'ın bölüştüğü, Brad Pitt'in karısını da Gwyneth Paltrow'un oynadığı bir dedektif filmi olan Se7en (1995) ile tekrar sinema filmi yönetmiş oluyor. En Beğendiğim Filmler listeme de giren bi film bu, çok severim. Filmden her bahsedişimde de aklıma ilk gelen sahne, Freeman'ın Pitt'lere yemeğe geldiği, yemek yerken de evin yanından geçen trenin evi baya silkelediği sahne.


Se7en (1995) ile güzel yorumlar alan Fincher'a, yine bi dedektif filmi olan Micheal Douglas'lı The Game (1997) veriliyor, gişede önceki kadar başarılı olamasa da bence yine güzel bir film; hadi idare eder diyelim...

Dünya sinemasının Altın Yılı olarak bilinen 99'da ise Chuck Palahniuk'un sevilen romanı 'Fight Club' perdeye taşınıyor ve tabii ki hikaye-kadro-yönetim üçlüsünün uyumu üst seviyede yaşanıyor. Fakat Fincher, "normal bi filme harcananın 3 katı fazla makara harcandığı, filmin bol miktarda subliminal mesajlar içerdiği" söylenen Fight Club (1999)'la önce pek ilgi göremiyor. Filmin oyuncuları da Edward Norton, Helena Bonhem Carter ve artık Fincher'ın kankası olan Brad Pitt gibi isimler yani... Sonra ne oluyorsa, fark edilip çok güzel eleştiriler alıyor. Gösterildikten birkaç sene sonra ilgi görmesinin sebebi olarak benim şöyle bir tezim var - The Matrix (1999), American Beauty (1999), The Sixth Sense (1999), Magnolia (1999), Being John Malkovich (1999), The Green Mile (1999) gibi çok popüler ve güzel filmlerin çok olmasıyla o sene çok ilgi görmemiş, gözden kaçmış olabilir. 


Efsane filmin yazarı Palahniuk hakkında bi şeyler okurken karşılaştığım bi paragrafı paylaşayım sizle: yazarımız, ''..arkadaşlarıyla birlikte tatildedir. Bitişikteki kamp yerinde müzik rahatsız edici derecede açılır ve bu nedenle başlayan tartışma yerini kavgaya bırakır. Bu olayda yaralanan Chuck, tatilden döndüğünde iş yerinde kimse tarafından ilgi görmez çünkü kimse korkunç derecedeki yüzü hakkında bir şey sormaya, yorum yapmaya cesaret edemez. Bunun üzerine Chuck, eğer insanın yeterince kötü görünürse dilediği gibi hareket edebileceğini keşfeder. Bu olayın ardından devam ettiği bir edebiyat grubu bünyesinde yaptıkları çeşitli gösteri ve eylemler 'Kargaşa Projesi'ni esinler. Kısa bir süre sonra aynı isimle bir kısa öykü yayımlar ve bu öykü,üç ay içinde Fight Club romanına dönüşür''

Bir korku filmi olarak kategorize edilebilecek Panic Room (2002)'u çekerken Finch, aşkımız Kristen Stewart 12 yaşında daha.. Annesini Jodie Foster oynuyor ve film hakkaten geriyor izleyeni ama diğer filmleri kadar eleştirel başarıya ulaşamıyor. Bir de Fight Club (1999)'ın etkileri artınca, bu iki farklı tür kıyaslanıyor ve Panic Room (2002) başarısız gibi görülüyor. Bundan 5 sene sonra karikatürist Robert Graysmith'in anı kitabından uyarlanan, polisiye-gerilim türünde olan Zodiac (2007)'ı yönetiyor.. Filmde, Robert Downey Jr. gibi klas bir isim gayet sönük kalırken baş rol Jack Gyllenhaal çok güzel bir performans sergiliyor. Ama her şeye rağmen sıkıcılıktan kurtulamayan, süresi gereksiz uzun, temposu düşük bir film var ortada.


Scott Fitzgerald'ın öykü kitabından, aynı isimle uyarlanan The Curious Case of Benjamin Button (2008)'ı yöneterek, kariyerindeki üçüncü kitap uyarlaması ve Brad Pitt'le beraber çalıştığı üçüncü filmini çekmiş oluyor. Filmin bir güzelliği, Brad Pitt'i bize her yaşta gösteriyor olması... Ve çok iyi bir film bence. Ki sadece bence olmadığı aldığı ödüllerden de anlaşılıyor: 3'ü Oscar olmak üzere 39 ödül kazanmış ve 79 ödül adaylığı var şimdiye kadar.. Filmde, Brad Pitt'e, pek sevemediğim Cate Blanchett eşlik ediyor. Niye sevmiyorum bu kadını bilmiyorum...

Fincher, 2010'da, hayatımızın yarısı olan facebook'un, doğuş hikayesini anlatıyor; The Social Network (2010), başrolde, Mark Zuckerberg rolünde, Jesse Eisenberg.. Çok iyi bir film olmakla beraber, dijital dünyaların evrimini anlamamıza da büyük katkısı olabilecek bir film. En İyi Senaryo dahil 3 Oscar'ı olan bir film!.. Bu arada The Curious Case of Benjamin Button (2008) ve The Social Network (2010) ile 2 kez En İyi Yönetmen'e aday gösterildi, henüz kazanmışlığı yok..

Geçenlerde de, daha 2 sene önce Avrupa'da çekilen 'Ejderha Dövmeli Kız' gençlik romanı serisinin İsveç uyarlamasını, bir de Hollywood'da çekelim, n'olcak diyerek The Girl with the Dragon Tattoo (2011)'yu yönettirdiler.. Seri The Girl Who Played with Fire (2016)'la devam edecek. Başrolünde yeni dönem James Bond'u Daniel Craig var, dövmeli kızı da Rooney Mara oynuyor. Kate Mara'nın kardeşi..


Netflix'te yayınlanan House of Cards (2013-18) dizisinin yapımcılığını üstlenen Fincher, ilk iki bölümünün yönetmenliğini de yaptı. Dizi aynı zamanda bir kitap serisi uyarlaması olan eski bir dizinin yeniden uyarlaması.. 6 sezon süren House of Cards (2013-18)'ın son sezonu baş rol Kevin Spacey'siz çekildi, çünkü kendisi zamanında setlerde taciz suçu işlemiş ve bu ortaya çıkınca da itiraf edip kariyerini noktaladı. Sadece Spacey değil, başlatılan #metoo hareketiyle herkes geçmişteki suçları dillendirdi, bir çok sinemacının foyası ortaya çıktı. İnsan düşünmeden edemedi, bir sene daha bekleseydiniz de dizi layıkıyla finallenseydi ama olan oldu, son sezonda eşi rolündeki Robin Wright dümene geçti ve diziyi bitirdi.

Bu arada, Gillian Flynn'ın kendi senaryolaştırdığı aynı isimli romanından Gone Girl (2014)'ü film yaptı. Fincher tam bir 'roman mı o, film yapalım film' adamı.. Ben Affleck ve Rosamund Pike'ın baş rollerini paylaştığı film güzel oldu, Bayan Pike'ın performansı Oscar'a aday oldu falan...

House of Cards (2013-18) ile başlayan Netflix macerasına 2017'de bir yenisi eklendi; Mindhunter (2017- ). Yapımcısı olduğu dizinin bazı bölümlerinin yönetmenliğini de yapıyor Fincher; en son ikinci sezonunu izlediğimiz filmin bu sıralar üçüncü sezonu çekiliyor. FBI'ın psikolojik analizlerle suçluların davranışlarını öngörme hatta engelleme maksadıyla yaptığı çalışmaları anlatılıyor. Dizi 70'lerde geçiyor, o zamanların meşhur seri katilleriyle -o zaman seri katil bile denmiyor, çok insan öldüren katiller falan deniyor- görüşmeler yaparak raporlar hazırlayan, bir yandan da tabii aktif seri katilleri bu yöntemlerle yakalamaya çalışmak üzerine bir esinlenilmiş kurgu.. Bu diziyi izlerken hangi bölümü Fincher yönetmiş hangi bölümü başkası anlaşılmıyor haliyle.. 


Uzun zamandır yapmak istediği ama yapımcıları ikna edemediği bir film için Netflix'e nazı geçmiş ve Mank (2020) ortaya çıkmış. İkinci Dünya Savaşı sırasında Hollywood'ta geçiyor hikaye, Gary Oldman baş rolde. Sinema klasikleri arasında görülen Citizen Kane (1941) filminin senaryo yazım sürecinde senarist Mankiewicz'in Orson Welles'le çalışması işleniyor. Aslında Fincher, her zamanki gibi bir şeyleri anlatırken devasa bir arka planda başka şeyler anlatıyor. Ana tema, Welles'in Mank'e ittire ittire bir film yazdırma çabası gibi görünüyor fakat biz bir yandan Hollywood'ta işlerin nasıl yürüdüğünü bir yandan savaş döneminin buhranına halkın verdiği tepkiyi görüyoruz. Çok yönlü bir hikayeye sahip, flashbacklerle Mank'in hayatını aydınlatan güzel bir hikaye. Teknik olarak da Citizen Kane (1941)'e selam vermek ve o dönemin havasını yakalamak için siyah beyaz sunulan bir film. Bu arada filmin senaristi de baba Jack Fincher, hani zamanında Life Dergisinde yöneticilik yapan baba, 2003'te vefat eden rahmetli baba..

Şubat 2012 / İskenderun, edit- Ağustos 2015 / İstanbul, edit- Aralık 2020 / Gazimağusa
Oku..