62'li, Amerikalı yönetmen. Liseden sonra animasyona merak salmış ve kursa gitmiş. 18-20 yaşlarında efekt konusunda uzmanlaşmasını sağlayan bi şirkette çalışmış. Star Wars: Episode VI (1983) ve Indiana Jones and the Temple of Doom (1984)'ta kamera asistanı olarak yer almış. Zamanında 'Life' dergisinin müdürü olan babasının da çevresiyle beraber yönetmenlik işlerine girişmiş. Müzik klipleri, reklam filmleri derken sonunda ilk uzun metraj filmi olarak efsaneleşmiş bir serinin üçüncü ayağı Alien³ (1992)'ü çekmiş. Ve serinin neredeyse en zayıf filmi olarak kayıtlara geçmiş. Ridley Scott ve Alien (1979) hayranı biri için seriye devam filmi çekme şansı yakalamak ve çıkan sonuçla çok da başarılı görülmemek üzücü olmalı... Ayrıca kendisi de suçu stüdyoya atıyor, filmi istediği gibi yapamadığını iddia ediyor.
Reklam filmleriyle devam eden kariyerinde, baş rollerini Brad Pitt ve Morgan Freeman'ın bölüştüğü, Brad Pitt'in karısını da Gwyneth Paltrow'un oynadığı bir dedektif filmi olan Se7en (1995) ile tekrar sinema filmi yönetmiş oluyor. En Beğendiğim Filmler listeme de giren bi film bu, çok severim. Filmden her bahsedişimde de aklıma ilk gelen sahne, Freeman'ın Pitt'lere yemeğe geldiği, yemek yerken de evin yanından geçen trenin evi baya silkelediği sahne.
Se7en (1995) ile güzel yorumlar alan Fincher'a, yine bi dedektif filmi olan Micheal Douglas'lı The Game (1997) veriliyor, gişede önceki kadar başarılı olamasa da bence yine güzel bir film; hadi idare eder diyelim...
Dünya sinemasının Altın Yılı olarak bilinen 99'da ise Chuck Palahniuk'un sevilen romanı 'Fight Club' perdeye taşınıyor ve tabii ki hikaye-kadro-yönetim üçlüsünün uyumu üst seviyede yaşanıyor. Fakat Fincher, "normal bi filme harcananın 3 katı fazla makara harcandığı, filmin bol miktarda subliminal mesajlar içerdiği" söylenen Fight Club (1999)'la önce pek ilgi göremiyor. Filmin oyuncuları da Edward Norton, Helena Bonhem Carter ve artık Fincher'ın kankası olan Brad Pitt gibi isimler yani... Sonra ne oluyorsa, fark edilip çok güzel eleştiriler alıyor. Gösterildikten birkaç sene sonra ilgi görmesinin sebebi olarak benim şöyle bir tezim var - The Matrix (1999), American Beauty (1999), The Sixth Sense (1999), Magnolia (1999), Being John Malkovich (1999), The Green Mile (1999) gibi çok popüler ve güzel filmlerin çok olmasıyla o sene çok ilgi görmemiş, gözden kaçmış olabilir.
Efsane filmin yazarı Palahniuk hakkında bi şeyler okurken karşılaştığım bi paragrafı paylaşayım sizle: yazarımız, ''..arkadaşlarıyla birlikte tatildedir. Bitişikteki kamp yerinde müzik rahatsız edici derecede açılır ve bu nedenle başlayan tartışma yerini kavgaya bırakır. Bu olayda yaralanan Chuck, tatilden döndüğünde iş yerinde kimse tarafından ilgi görmez çünkü kimse korkunç derecedeki yüzü hakkında bir şey sormaya, yorum yapmaya cesaret edemez. Bunun üzerine Chuck, eğer insanın yeterince kötü görünürse dilediği gibi hareket edebileceğini keşfeder. Bu olayın ardından devam ettiği bir edebiyat grubu bünyesinde yaptıkları çeşitli gösteri ve eylemler 'Kargaşa Projesi'ni esinler. Kısa bir süre sonra aynı isimle bir kısa öykü yayımlar ve bu öykü,üç ay içinde Fight Club romanına dönüşür''
Bir korku filmi olarak kategorize edilebilecek Panic Room (2002)'u çekerken Finch, aşkımız Kristen Stewart 12 yaşında daha.. Annesini Jodie Foster oynuyor ve film hakkaten geriyor izleyeni ama diğer filmleri kadar eleştirel başarıya ulaşamıyor. Bir de Fight Club (1999)'ın etkileri artınca, bu iki farklı tür kıyaslanıyor ve Panic Room (2002) başarısız gibi görülüyor. Bundan 5 sene sonra karikatürist Robert Graysmith'in anı kitabından uyarlanan, polisiye-gerilim türünde olan Zodiac (2007)'ı yönetiyor.. Filmde, Robert Downey Jr. gibi klas bir isim gayet sönük kalırken baş rol Jack Gyllenhaal çok güzel bir performans sergiliyor. Ama her şeye rağmen sıkıcılıktan kurtulamayan, süresi gereksiz uzun, temposu düşük bir film var ortada.
Scott Fitzgerald'ın öykü kitabından, aynı isimle uyarlanan The Curious Case of Benjamin Button (2008)'ı yöneterek, kariyerindeki üçüncü kitap uyarlaması ve Brad Pitt'le beraber çalıştığı üçüncü filmini çekmiş oluyor. Filmin bir güzelliği, Brad Pitt'i bize her yaşta gösteriyor olması... Ve çok iyi bir film bence. Ki sadece bence olmadığı aldığı ödüllerden de anlaşılıyor: 3'ü Oscar olmak üzere 39 ödül kazanmış ve 79 ödül adaylığı var şimdiye kadar.. Filmde, Brad Pitt'e, pek sevemediğim Cate Blanchett eşlik ediyor. Niye sevmiyorum bu kadını bilmiyorum...
Fincher, 2010'da, hayatımızın yarısı olan facebook'un, doğuş hikayesini anlatıyor; The Social Network (2010), başrolde, Mark Zuckerberg rolünde, Jesse Eisenberg.. Çok iyi bir film olmakla beraber, dijital dünyaların evrimini anlamamıza da büyük katkısı olabilecek bir film. En İyi Senaryo dahil 3 Oscar'ı olan bir film!.. Bu arada The Curious Case of Benjamin Button (2008) ve The Social Network (2010) ile 2 kez En İyi Yönetmen'e aday gösterildi, henüz kazanmışlığı yok..
Geçenlerde de, daha 2 sene önce Avrupa'da çekilen 'Ejderha Dövmeli Kız' gençlik romanı serisinin İsveç uyarlamasını, bir de Hollywood'da çekelim, n'olcak diyerek The Girl with the Dragon Tattoo (2011)'yu yönettirdiler.. Seri The Girl Who Played with Fire (2016)'la devam edecek. Başrolünde yeni dönem James Bond'u Daniel Craig var, dövmeli kızı da Rooney Mara oynuyor. Kate Mara'nın kardeşi..
Netflix'te yayınlanan House of Cards (2013-18) dizisinin yapımcılığını üstlenen Fincher, ilk iki bölümünün yönetmenliğini de yaptı. Dizi aynı zamanda bir kitap serisi uyarlaması olan eski bir dizinin yeniden uyarlaması.. 6 sezon süren House of Cards (2013-18)'ın son sezonu baş rol Kevin Spacey'siz çekildi, çünkü kendisi zamanında setlerde taciz suçu işlemiş ve bu ortaya çıkınca da itiraf edip kariyerini noktaladı. Sadece Spacey değil, başlatılan #metoo hareketiyle herkes geçmişteki suçları dillendirdi, bir çok sinemacının foyası ortaya çıktı. İnsan düşünmeden edemedi, bir sene daha bekleseydiniz de dizi layıkıyla finallenseydi ama olan oldu, son sezonda eşi rolündeki Robin Wright dümene geçti ve diziyi bitirdi.
Bu arada, Gillian Flynn'ın kendi senaryolaştırdığı aynı isimli romanından Gone Girl (2014)'ü film yaptı. Fincher tam bir 'roman mı o, film yapalım film' adamı.. Ben Affleck ve Rosamund Pike'ın baş rollerini paylaştığı film güzel oldu, Bayan Pike'ın performansı Oscar'a aday oldu falan...
House of Cards (2013-18) ile başlayan Netflix macerasına 2017'de bir yenisi eklendi; Mindhunter (2017- ). Yapımcısı olduğu dizinin bazı bölümlerinin yönetmenliğini de yapıyor Fincher; en son ikinci sezonunu izlediğimiz filmin bu sıralar üçüncü sezonu çekiliyor. FBI'ın psikolojik analizlerle suçluların davranışlarını öngörme hatta engelleme maksadıyla yaptığı çalışmaları anlatılıyor. Dizi 70'lerde geçiyor, o zamanların meşhur seri katilleriyle -o zaman seri katil bile denmiyor, çok insan öldüren katiller falan deniyor- görüşmeler yaparak raporlar hazırlayan, bir yandan da tabii aktif seri katilleri bu yöntemlerle yakalamaya çalışmak üzerine bir esinlenilmiş kurgu.. Bu diziyi izlerken hangi bölümü Fincher yönetmiş hangi bölümü başkası anlaşılmıyor haliyle..
Uzun zamandır yapmak istediği ama yapımcıları ikna edemediği bir film için Netflix'e nazı geçmiş ve Mank (2020) ortaya çıkmış. İkinci Dünya Savaşı sırasında Hollywood'ta geçiyor hikaye, Gary Oldman baş rolde. Sinema klasikleri arasında görülen Citizen Kane (1941) filminin senaryo yazım sürecinde senarist Mankiewicz'in Orson Welles'le çalışması işleniyor. Aslında Fincher, her zamanki gibi bir şeyleri anlatırken devasa bir arka planda başka şeyler anlatıyor. Ana tema, Welles'in Mank'e ittire ittire bir film yazdırma çabası gibi görünüyor fakat biz bir yandan Hollywood'ta işlerin nasıl yürüdüğünü bir yandan savaş döneminin buhranına halkın verdiği tepkiyi görüyoruz. Çok yönlü bir hikayeye sahip, flashbacklerle Mank'in hayatını aydınlatan güzel bir hikaye. Teknik olarak da Citizen Kane (1941)'e selam vermek ve o dönemin havasını yakalamak için siyah beyaz sunulan bir film. Bu arada filmin senaristi de baba Jack Fincher, hani zamanında Life Dergisinde yöneticilik yapan baba, 2003'te vefat eden rahmetli baba..
Şubat 2012 / İskenderun, edit- Ağustos 2015 / İstanbul, edit- Aralık 2020 / Gazimağusa