The Immigrant (2013)


Seneeee.. Geçmiş sene.. Avrupa'dan Amerika'ya kaçmaya çalışan bi abla-kardeş. Tam gemiye binecekken kardeş sen öksür, hasta diye ülkeye alınma, abla tek gir ülkeye. Bi adam ablaya yardım et, iş miş ayarla, dans ederek hayatını kazanmaya çalış ve kardeşi hastaneden kurtarmak için rüşvet parası biriktir. Adamın kuzeni de kadın için rakip çık.


James Gray'in yönettiği filmin senaryosu Gray ve Ric Manello'ya ait. Kadroda ise Marion Cotillard, Joaquin Phoenix ve Jeremy Renner; Jicky Schnee ve Dagmara Dominczyk karakterlere hayat veriyor.. Zaten Joaquin Phoenix, James Gray'in bütün filmlerinde var..

Marion Cotillard'ın bütün filmlerini izlemeliyim amacı uğrunda izlenebilecek ancak normal şartlar altında izlemenin zaman kaybı sayılabileceği bir yapım. 5 verdim 10 üzerinden.


26.05.14
Oku..

The Color of Time (2012)


Bir şair bohemi..
Bohem bir şair hayatı..
Adam şair ve bir kişi..

Şiir okuma etkinliği var, bu eleman kitabını okuyacak.. Şiirlerine ilham olan sahneleri izliyoruz. Utanç, sevinç, hüzünç anlarını.. Tarz olarak biraz vimeo videosu gibi olmuş film. Kararsız kadrajlar, ışık parlamaları, kaybolan netlikler.. 72 dakikalık bir hayat hikayesi..


James Franco, Pulitzer ödüllü Amerikalı şair C.K. Williams'ı oynuyor; annesinin gençliğini Jessica Chastain, sevgilisini Mila Kunis, bi arkadaşını da Zack Braff oynuyor. Williams'ın, 1983 senesinde yayınlanan Tar isimli şiir kitabından yararlanarak hazırlanan film için 10 senarist, senaristlerin de 9'u yönetmen olarak çalışmış. Meraklıları buyursun: Tar (2012) full cast & crew..


Benim anlamadığım bu tarz hikayelere böyle star oyuncuları nasıl ikna ediyorlar. Para desen, bu tarz filmlere kim niye para yatırsın.. Hani kötü olduğundan değil, para kazanamayacak film. Anca oyuncular çok sevecek de işi, parasına takılmadan kabul edecekler. Ya da çevre işte.

Üstelik film biraz sıkıcı gibi; imdb.com puanı 5,5 ama ben inisiyatif kullanıp 6 verdim. 5 ya da 6'dır hakkı zaten, kendimce güzellik yapmak istedim işte.. Siz de yapın bence..


Filmin Tar olan adı The Color of Time olarak değiştirilmiş. Nerden baksan ilginç hareket. Ama insanlar böyle seviyor di mi, bi şeyin bi şeyi.. Bence Tar daha güzel isim ama yapımcılar filmi vizyona sokmak isteyip böyle bir atak yapmışlar. Daha önce vizyona çıkmamıştı diye hatırlıyorum.. Bu arada sinemada denk gelsem, yine izlerim ya, öyle hissediyorum..

25.05.2014 güncellendi Aralık 2014
Oku..

The Phantom BoxSet


Fantom, 1936'da bi gazetede yayıma başlamış, Lee Falk tarafından yaratılmış bir kahramandır. 'İlk kostümlü çizgi kahraman' olarak tarihe geçmiş ve pek çok dile çevrilerek bi çok ülkede maceraları okuyucuya ulaşmıştır. Lee Falk, Mandrake'nin de yaratıcısıdır. Bu iki karakteri, bir süre sonra 'Defenders of the Earth' ekibinde yer alacak ve birkaç kahramanla daha birlik olarak türlü kötülükle savaşacaktır. Bu maceralar da çeşitli dergi ve gazetelerce yayımlanır. (Yayım.. Hep takılırım ben buna; yayım/yayın farkına.. Yayın, bir işin basılı hale gelmesi, kitaplaşması falan iken; yayım, bu basılı ürünü yaymak, okuyucuya ulaştırmaktır.. Diye düşünüyorum en azından..)

Yalnız, tarih geçmiş tarih olduğundan siyah beyaz moda.. Orijinali siyah beyaz basıyor bu maceraları, ancak bazı ülkeler renklendiriyor. Tabii sahibinden icazet almak lazım böyle durumlarda ama ya kimse çok sallamadı, ya da Lee Falk'un da kafası karışıktı; mesela bizde ve diğer bazı ülkelerde bu kahraman kırmızı kostümlü bilindi. Adını da, hayalet anlamındaki The Phantom'dan Kızıl Maske'ye çevirmişiz.. Orijinali renklenince bi görüldü ki kostüm mor, maske siyah... Ama bizde hep kızıl oldu kostüm..

Geçen Catherine Zeta-Jones hakkında yazarken filmografisinde denk gelip dank etmişti kafama.. Ulan bu Fantom ne ayak.. Animasyon filmlerini falan bir kenara bırakırsak, filmleri dışında bir de yine The Phantom (2009) adıyla iki bölümlük bir mini-dizi yapılmış.


Fantom'un hikayesi de şu, çocuk yaşta ailesinin korsanlar tarafından katledilmesine tanık olan çocuk Walker, gemiden kaçarak bi adada hayata tutunuyor. Ada yerlisi sahip çıkıyor çocuğa, kutsuyorlar, iyi bakıyorlar. Walker da babasının kafatasını alıyor, büyük yemin ediyor katilini cezalandırmaya ve kötülükle savaşmaya. Büyüyünce bi kostüm ayarlıyor kendine bi de maske.. Kurukafalı kemer, yüzük falan.. Nesilden nesile devam ediyor kahramanlık. torununun torununa falan derken günümüze kadar geliyor hikaye. Yalnız bu kahramanlık maskeli yapıldığı için, kötü adamlar sanıyor ki bu cevval kişilik ölümsüz.. 400 yılı aşan bi macera oluyor bu.


The Phantom (1996), efsanevi güç kafataslarını bir araya getirmek isteyen bi godamanın zalimlik yapmasıyla başlıyor. Bu olay da 20. Fantom'a denk geliyor. Sihirli kafatasları kovalanıyor, kah ele geçiyor, kah kaçıyor. Fantom da mevzuya en başından dahil olan Diana Palmer'a aşık oluyor. Bir de çok tatlı Pan American reklamı yapılıyor.. Pan American deyince de hemen Pan Am (2011-12) akla geliyor.


Filmin yönetmeni Simon Wincer.. The Phantom'u yani Kit Walker'ı Billy Zane oynuyor. Zane, Kurtlar Vadisi: Irak (2006)'ta Sam'i oynuyordu hani. Diana'yı, Kristy Swanson; kötü adam Xander'i, Treat Williams ve Xander'in yancılarından kıskanç Sala'yı, Catherine Zeta-Jones oynuyor. Yalnız şöyle bi şey var, film çok tırt.. Bildiğin dandik film.. Öyle ki, bazı sahneleri görünce, ulan bu filmi yapan zeka yoksunu herif bu sahneleri nasıl çekmiş dedim. Hikayesi zaten leş; bi süper kahraman var elinde, bu kadar kısır bırakılır mı bir hikaye.. Olmamış yani..


The Phantom (2009) ise mini-dizi diye geçiyor ama bildiğin film. toplam 3 saat zaten, ayırmış bi buçuk - bi buçuk iki bölüm demiş.. Çok da güzel işlenmiş hikaye.. 21. Fantom'u ele almış. Çocuk Kit, 4 yaşındayken, bi trafik kovalamacasında annesi ölüyor, bu sağ çıkıyor arabadan. Baba iki sene önce ölmüş zaten.. Herkes bunu da öldü biliyo ama bu saklanmış, çocuk aklıyla.. Yetimhane, evlatlık falan derken yirmisinde bi genç oluyor Chris Moore (Ryan Carnes).


Hiç hatırlamıyo çocukluğunu, ara ara kabus görüyo sadece.. Yeni ailesi de bi şey dememiş, öyle büyümüş. Chriss, çatıdan çatıya atlama sporu ile iştigal iken polise enseleniyor, ilk defa sabıkası oluyor falan. Sabıka olunca aslında kim olduğu keşfediliyor, ve kahramanlık macerası başlıyor. Kim keşfediyor, Abel Vandermaark (Jean Marchand) ve Guran (Sandrine Holt) ikilisi. Televizyonuna kablolu yayın bağlatan insanları hipnotize eden bi sistem geliştirilmiş, bunla savaşılıyor. Başta bi kötü adam var, Mr. Singh (Cas Anvar). Yani Kit, insanlık için savaşmaya başlıyor. E soyunu sürdermesi için de bi hatun olması lazım, o kim, Renny (Cameron Goodman).


Hikayesi daha oturaklı, bir öncekinden çok çok daha kaliteli bir film. Ben bunu film olarak ele alıyorum; mini-dizi neymiş.. Bi kere, eleman kahraman olacağı zaman kostümü gösteriyolar, direk "Ben bunu giymem" diyor. Helal len dedim kendi kendime.. Bi de, "Zaten baban da giymezdi pek" falan diyolar ama bi önceki işte baya giyiyor Billy mor mor.. Hemen yeni kostüm tasarlanıyor, daha modern..


Yine tırt ama modern en azından, yani siyah.. Hikaye güzel dedik, kurgusu da baya eğlenceli, kızlar tatlı.. Cameron zaten turunç güzeli, Sandrine'i de House of Cards (2012- ) ile tanıdım bildim beğendim, burda da olduğunu görünce izlememe etkisi oldu baya..


Yalnız bu film, bi macerayı tamamlayıp başka bir macerayı açarak bitti. Sanki devamı gelecekmişcesine ama yok ortada bi hareket.. Yönetmeni Paolo Barzman olan film ya da dizi, artık dizi mi devam eder, filme mi döner n'olursa olsun da bi devam etsin ya, beğendim çünkü..

19.05.14
Oku..

Spartacus (2010-13)


Bilen zaten bilir, benim lafım izlememiş, duymamış ya da sallamamış olana..

İsa'dan önce yetmiş küsur senelerinde gerçekleşen bir vaka olan, Spartacus'ün öncülüğünü yaptığı Roma'daki köle ayaklanması, çok romana/filme konu oldu. Teknoloji gelişti bilgisayar oyunları yapıldı. Oyuncakları çıktı falan. İlk filmi İtalyan yönetmen Vidali tarafından Spartaco (1913) ismiyle perdeye yansıtılacak hale getirilmiş. Zaten sinema teknolojisi, ilk yıllarında, savaş belgeselleri, efsane hikayelerin aktarımları amaçlı falan kullanılmış. Bazen düşünüyorum da savaşlar olmasa insanlık gelişemeyecek, ne acı.. Düşünsene, ilk haritalama askeri amaçlı, iletişim araçları, uydu teknolojisi, hep askeri amaçlı keşifler.. Neyse..

En bilinen filmi tabii ki Kubrick'in Spartacus (1960)'ü.. Ben izlerken sıkıldım. Sonra da dizisi yapıldı işte.. Asıl olması gerektiği gibi, seyircinin istediği her şey var bu dizide.. Çok tuttu.. Hatta efsane oldu, dizi piyasasında yeni bi yol açtı. Dediler ki dönemin Roma'sına sansür uygulamayalım, olduğu gibi verelim.. Varsın çocuklar da izlemesin.. Ahlaki durumlar malum, dönemin Roma'sı işte.. Şimdiki Roma öyle değil.. Nereye değil..


O zamana kadar tek bilindik işi Süpermen temalı Smallville dizisi olan yaratıcı-yapımcı Steven S. DeKnight, artık Spartacus ile biliniyor. Ve paraya para demediği söylenti değil.. Dizi ilk çıktı, olay oldu. Neden? Baya sevişmeli falan, meme-pipi göstermeli dizi de ondan.. Kesmeli parçalamalı dövüş sahneleri çok çizgiromanvari.. Çok tuttu bu tarz.. Herkes işini gücünü bırakıp Spartacus izler oldu, çoğu kişinin dizi sektöründe ahlak anlayışı değişti. Hiç göze batmıyordu çünkü o sevişmeler.. Demek ki doğru kullanılınca oluyormuş dizide de, onu gördük.. Bu dizi tivide sansürü yer ama internet çağı artık..


Spartacus: Andy Whitfield
Sura: Erin Cummings
Batiatus: John Hannah
Lucretia: Lucy Lawless (bildiğin Zeyna..)
Crixus: Manu Bennett
Ilithyia: Viva Bianca
Glaber: Craig Parker
Oenomaus: Peter Mensah (bildiğin 300 (2006)'de kuyuya tekmelenen hadsiz elçi..)


İlk sezonda, pis Romalılar tarafından köyü basılan Spartaküs'ün karısı ayrı kaçırılır, kendi ayrı.. Köle pazarında satışa çıkar, Batiatus hanesi satın alır bu asi adamı.. Önce saçlar kesilir, sonra dövüş eğitimi verilir. Amaç, arenada dövüştürülmek üzere gladyatör yetiştirmektir. Batiatus da Spartacus'e söz verir, "Adam ol, iyi çalış, karını bulur getiririm." Tabii yalan.. Sezon sonunda Spartacus ayaklanır, hanedeki sözünü geçirebildiği köleleri gaza getirir, haneye kafa tutulur. 


Spartacus: Blood and Sand adıyla yayınlanan dizinin ilk sezonu kah arazide kah yeşilde çekilmiş, seyirciye sunulurken de, Spartacus'ü oynayan Andy Whitfield'ın kanser olduğu duyurulmuştur. Tedavi görmeye başladı adam, ama kurtulamadı.. Bi yandan adama üzül, bi yandan çok tutmuş bi iş var ortada.. Neyse biraz düşünelim deyip öncesini anlatır bi mini-dizi yapılır.. Spartacus gelmeden önce Batiatus hanesinin durumunu anlatan, Spartacus: The Gods of the Arena..


Gannicus, Batiatus hanesinin şampiyonudur.. Sekse ve şaraba düşkünlüğü onun şampiyonluğunu engellemez.. Sağlam dövüşür. Arena kanunları der ki "İyi dövüşen gladyatör özgürlüğünü kazanabilir.." Bu biraz da köleleri ayakta tutar aslında, küçük de olsa bi ihtimal hep vardır. Ve Gannicus'un özgürlüğüne ulaşmasına az kalmıştır. 6 bölümlük bu mini dizide bu maceraya değinilir. Ve Gannicus özgürlüğünü alıp, gitmiştir. 


Gannicus: Dustin Clare
Seppia: Hanna Mangan Lawrence (bildiğin çok tatlı..)
Ashur: Nick Tarabay
Agron: Daniel Feuerriegel
Spartacus: Liam McIntyre


Yeni bir Spartacus bulunmuştur ve onunla beraber en başta planlandığı gibi 3 sezonda tamamlanacaktır dizi. Andy'ye benzemesine özen gösterilmiştir yeni oyuncunun, Liam McIntyre. Başta biraz yadırgasak da çabuk alıştık seyirciler olarak. Sevdik Liam'ı hemen..


Spartacus: Vengeance, Batiatus hanesindeki ayaklanmanın etkileriyle başlar. Gladyatörler kaçmış, Roma'ya karşı tehlike oluşturmuşlardır. Koskoca Roma, bir grup gladyatörden korkmuyor tabii ki, bu olaydan gaz alıp diğer kölelerin de ayaklanmasından korkuyor. Sonuçta ülkede köle nüfusu, özgür insan nüfusunun 3 katı. Ziyaret için geldiği Batiatus hanesinde bu ayaklanmaya şahitlik eden Romalı kumandan Glaber, hanenin yeni sahibi olduğunu ilan eder ve askeri birlik yığar şehre. Bu sezonda da Glaber'in askerleriyle, Spartacus'ün tayfası arasında vuruşma izlenir. Bu arada özgür gladyatör Gannicus da Spartacus'e katılır. Zaten özgür olmasına rağmen, özgürlük için savaşanların yanındadır yani, adamdır..


Marcus Crassus: Simon Merrells
Caesar: Todd Lasance (bildiğin ibne..)
Saxa: Ellen Hollman
Kore: Jenna Lind
Canthara: Ayşe Tezel (bildiğin türk..)


Spartacus: War of the Damned'de artık ayaklanma iyice büyümüş ve korkulan başa gelmek üzeredir. Glaber savaşı kaybetmiş, yetmemiş, ölmüştür. Roma Senatosu toplanır, adam akıllı bir komutan ve askeri destekle Spartacus'le savaşır. Zaten Spartacus tayfası iyice zayıf düşmüştür. Çünkü, firarisin, yiyecek yok, kış havası, arazide aç bilaç saklan, yeri geldiğinde savaş, hep enerji yakıyosun. E sevişiyolar bi yandan. İyice güç azalıyo, yemek lazım.


Köyleri talan etmeye başlıyolar. Hem aldıkları kasaba bir nevi kale oluyo onlara.. Bu arada Roma'nın gönderdiği birliğin başında Marcus Crassus vardır. Yetmez, bitirim Caesar da kendini ispatlamak için, Spartacus'ün kellesini ister. Roma sonunda ağırlığını koymuş ve Spartacus'ü sindirmiştir. Ama fikirler, hikayeler ölmez işte.. Spartacus, kimsenin kölesi olamamak için, özgürlüğü için ve kendi gibi olanlara yardım etmek için canını vermiştir. Ama, pes etmeden, özgürce yaşamak için sonuna kadar mücadele etmek gerektiği fikrini nice nesillere aşılamıştır. 


Peki öne çıkan senarist kim, yönetmen kim? Biliyorsunuz artık, bu adamlar sistemi oturtmuş.. Belli bir hikaye var, yaratıcı denen adam vermiş hikayeyi, o haftanın senaristi de olaylar ve diyaloglar geliştiriyor. Yönetmen de çok çizgiden sapmadan, bölümünü yönetiyor. Tertemiz iş.. Kimse işten sıkılmaz yeminlen.. Hatta bi bölüm daha alabilmek için baya özenli çalışır. Keşke bizde de buna dönse sistem. Önce süreleri bi ayarlayalım, sonra kaliteye de gelecek sıra.. Bu 33+6 sezon dizide toplam 9 bölüm yöneterek en çok yönetmen koltuğunda oturan isim Jesse Warn olmuş. Senaryoda ise Brent Fletcher toplamda 13 bölümle zirvede. 

14.05.2014
Oku..

Labor Day (2013)


Güzel hikayelerin adamı Reitman, bu sefer gergin bir atmosfer yaratmış. Hikaye yine güzel ama baştan beri bi sıkıntı.. Galiba Kate Winslet'ın enerjisi yüzünden.
Juno (2007) ve Up in the Air (2009) filmlerinin yönetmeni Jason Reitman. İzlemediyseniz her ikisini de severek öneririm. Hatta bunu da önerirdim ama işte...


Anne babası boşanmış bi çocuk olan Henry, bunalımdaki annesiyle yaşamaktadır. Annesinin hayatta kalmasını sağlıyor desek yalan olmaz; babası ise sekreteri ve iki çocuğuyla kurduğu yeni ailesinde epey mutludur. Aşırı bunalım günler geçer bu şekilde, sıkıcı bir kasabada.

Derken, hapisten kaçan Frank, Henry ve annesi Adele'den yardım ister, adamı saklamak zorunda kalırlar.. Bu olağanüstü durum kasabayı ayağa kaldırırken, Henry'lerin evine renk getirir. Kaçak Frank'in, Henry ve Adele'e olan yakın tavırları hikayeyi bambaşka yerlere götürür. Bu ilginç hikaye içinde büyüyen Henry'nin ilerki yaşamından kısa sahnelerle de psikolojisine olan etkiye ışık tutulur. Ama hep bi sıkıntı hakim yani filmde.


Aslında bu kadar bunalım takılmazdı Reitman, bu filminde neden böyle yapmış anlamadım ama olmuş artık.. Hikaye güzel aslında, müzikleri sevmedim. imdb.com puanı 6,9; ben 6 verdim.

Henry'yi Gattlin Griffith; annesi Adele'i Kate Winslet, babasını Agnets of S.H.I.E.L.D.'ın baba ajanı Clark Gregg oynuyor. Frank rolünde ise Josh Brolin yer alıyor. Brolin'in top sakalsız bi şeye benzemediğinin ispatıdır bu proje, aynı benim bıyıksız halim.. Henry'nin büyümüş hallerini Tom Lipinski ve Tobey Maguire, karısını ise Maika Monroe oynuyor. Maika, piyasada henüz çok yeni, en son Sofia Coppola'nın The Bling Ring (2013)'inde arka plandaki güzel kızlardan biri olarak görünmüş. Şimdi de bu filmde ufak bir rol.. Burdan sonra yürür kısmetse.


Jason Reitman, Joyce Maynard'ın aynı isimli romanından uyarladığı bu film ile birlikte, beşinci filmini yapmış oluyor. Şu sıralar yine bir romandan Men, Woman & Children (2014)'ı uyarlamış, izleriz yakında..

13.05.2014
Oku..

Bu İşte Bir Yalnızlık Var (2013)


Liseyi İskenderun'da okudum. Bi şeyler okumaya da o dönemler, sahafta zaman geçirmeyi sevdiğim için başladım. Bi kitap alırdım mesela, diyelim 6 lira.. Okurdum, bi hafta sonra, başka bi kitap alırdım, bunu verip 3-4 lira indirim yaptırırdım mesela. Bi nevi kiralama gibiydi. O zamanlar, aman da kitaplığım olsun, evin süsü kitaptır falan takılmıyomuşum. Şimdi acıyorum birine ödünç kitap verirken mesela.



O dönemler okudum Tuna Kiremitçi'nin bu romanını. Romantik adam valla. Kız olsam verir miydim bilmiyorum ama bi düşünürdüm.. Yalan yok, filmi izlemeden önce bi sıktım kendimi, konusunu hatırlamaya çalıştım falan, yok.. Sadece eleman gitar çalıyodu o kalmış aklımda. İzledikçe de ara ara çaktı şimşek ama baya baya unutmuşum hikayeyi. Liseli kafasıyla ne okuduysam artık..


Bi kere adı çok acayip, kolpalıkla klaslık arasında gidip geliyor.. Ama karakterler çok sağlam, aşırı gerçek.. En azından filmden analiz edebildiğim kadarıyla.. Olay şu: Karısından boşanmış bi gitarist olan Mehmet, alt kat komşusu ve eskiden beri arkadaşı olan Ayşe'ye yanık. Ayşe evli. Kocasıyla bi patırtı, adam çekiyo gidiyo, bi iki gün haber yok. Ayşe, Mehmet'ten yardım istiyor, kocasını beraber arıyolar.. Ayşe, Mehmet'e baya kankisi gibi davranırken, Mehmet'in içi gidiyo. Sonra Mehmet, Ayşe'nin kocasını buluyo getiriyo. Vay anasını ya derken mutlu sona bağlanıyo hikaye.. Sonu tırt bence.. Ama koca bulunana kadar ki mesafe o kadar güzel ayarlanmış ki hikayede, acı gerçek resmen.


Hikaye bu iken kadro şöyle: Mehmet, Engin Altan Düzyatan; Ayşe, Özgü Namal. Tap ya bu kadına, öl uğruna.. Bi de organik restorancıyı oynuyo ki, kısa şortla falan.. Başrolün dışında, kuşçu var, Deli Yürek'in kuşçusu Emin Gürsoy.. Müge Boz, Wilma Elles, Gaye Gürsel, Atiye.. Yalnız Özgü Namal'la Müge Boz aynı projede, büyük kıyak. Kitaptan senaryo yapan Burak Göral, Gece 11:45 (2005)'in senaristiydi... Gelelim yönetmene..


Yönetmen, Ketche, asıl adı Hakan Kırvavaç.. Klip ve reklam yönetmeni olarak piyasada büyümüş sonra Romantik Komedi (2010) ile kendine sinemada yer edinmiş, etti yani gördüm.. Bi röportajında denk gelmiştim, "Kolay değil film yapmak, dünyanın parasını yatırıyor insanlar, ciddi bir iş.." falan gibi bi şeyler demişti. Sanırım bu filmdeki reklam rezaletine bahane uydurmaya çalışıyormuş, filmi görünce düştü jeton.
Hiç markanın adını geçirip tekrar reklam yapmak istemiyorum. Ama film boyunca her yerdeydi. Yetmedi repliklere girmiş abi, dizi gibi.. Sinema lan bu, biraz saygı... Sırf reklam yapcam diye, baya reklam metni yazmak nedir?!. Ağır eleştirdim şu an. Baktım, baya da eleştiren olmuş bu mevzuyu, kimse de iyi demiyo.


Yani çok tavsiye edemeyeceğim ama Özgü Namal var bi kere.. Çok tatlı.. Müge Boz var, az var gerçi ama yeter.. 5/10 verdim, izlense izlenir yani.. Ama çok reklam kokuyor.. Bi şe değil, filmi bozuyor, duyguyu kırıyor, dikkat dağıtıyor vesselam..

8.5.14
Oku..

Delivery Man (2013)


Hayatı boyunca pek doğru kararlarlar verememiş ya da alamamış -ikisi de her nasılsa aynı anlama geliyor- bir adam varmış, David diye (Vince Vaughn).. Bi aile şirketleri var, restoranlara, marketlere et dağıtımı yapıyorlar, David de et kamyonuyla siparişleri dağıtma görevini üstlenmiş. David'i ne ailesi ciddiye alıyor, ne çevresi.. Sürekli bi kararlar alıp işleri batıran, sürekli borca giren bi yapısı var bu adamın.. Bi sevgilisi var, Emma (Cobie Smulders), seviyor David'i ama 'olmaz yani onla' kafasında..


Abilerim ablalarım, bu David, zamanında, bi sperm bankasına epey bi yatırım yapmış.. İyi para indirip çok güzel bi yere harcamış ayrı.. O bankaya yaptığı yatırımlar, çok kaliteli bulunup pek çok kadına nakledilmiş ve olan olmuş..

20 yıl önceki mesaisinden, tam 533 çocuğun biyolojik babası olmuş David.. Peki bu nasıl ortaya çıkmış, çocuklardan bi kısmı hastaneden bilgi istiyor, tek alabildikleri 'Starbuck' takma adı.. Starbuck'ın azimli çocukları bi toplanıyo, 142.. Sonra diyolar ki böyle olmaz, babamızı bulalım, mahkemeye veriyolar hastaneyi, öğrenmek bizim hakkımız diye..


Böyle öğreniyo David.. David'e çocukların dosyaları geliyo.. Merak ediyo tabii o da.. Bi göreyim diyo, dosyadan seçip seçip buluyo çocukları bi denk getirip muhabbet ediyo falan, söylemiyo ama kim olduğunu; çok hoşuna gidiyo onlarla takılmak.. Ama çok tehlike.. Avukat bi arkadaşı var, hastaneyi dava edelim, kimliğini saklı tutmak zorundalar, dünyanın parasını kazanırız, hem sen borçlarını ödersin falan diyo.. Akıllar karışıyo..


Gayet eğlenceli, güzel zaman geçirten, teknik olarak pek bir numarası olmayan, çerezlik film. Bakın tatlar nasıl ve ne zaman kaçıyor.. Britt Robertson var çocukları içinde, tatlı kız..

Ben yazıyı hazırlarken imdb.com'dan isimlere bakıyorum, yazan, yöneten, oynayan, falan..

Yönetmen: Ken Scott
Senarist: Ken Scott (senaryo), Ken Scott (orijinal senaryo 'Starbuck'), Martin Petit (orijinal senaryo 'Starbuck')

N'oluyo falan diye düşünürken bi bakıyorum Starbuck (2011) diye bi film var.. Yazan yöneten isimler yine bunlar.. Oyuncular değişmiş bi tek.. Daha popüler isimlerle iki sene sonra yeniden çekilen bir film yani..

Yalnız Starbuck (2011)'ın site puanı 7,3; Delivery Man (2013)'in puanı 6,4. Yeminlen tadım kaçtı. Hayır bi de ilk filmde 14 adaylık 9 ödül falan var... Resmen kendime kızdım, sırf beğendiğim oyuncular var diye bu filmi izleyerek Starbuck (2011)'taki emeğe saygısızlık ettim.. Keşke daha önce fark etseydim de orijinal halini izleseydim. Neyse artık, sayın okuyucu, sen biliyorsun durumu.. Elini vicdanına koy, hangisini izlemen gerektiğine karar ver, ona göre izle..


Hayır, benim anlamadığım bunu yapımcıya nasıl kabul ettirdin.. Adam demez mi "Yok mu başka hikaye de aynı şeyi çekip duruyon?!" Hayır, ne bu inat, illa bu hikayeyi tüm dünyaya anlatacam derdi.. Acayip adammış Ken Scott.. Şimdilerde yine popüler bi kadroyla yeni bir film yapıyo Business or Pleasure (2015) diye, umarım üçüncüye de aynı hikaye değildir..

Bi düşünüyo.. Ben Scott..

Yalnız böyle bi tarz olsa ya, bi hikayeyi, farklı farklı oyuncularla tekrar tekrar çekse bi adam.. Çekemez de, diyelim çekti.. Çok küfür yer.. Aynı hikayeyi farklı yönetmenler çeker, anlarım, o ayrı..

6.5.14
Oku..

Pompeii (2014)


Geçende Game of Thrones'un Jon Snow'u Kit Harington'ın filmi.. Ama önce genel kültür..
İtalya, jeolojik konumu ve yapısı gereği volkaniktir ayıptır söylemesi.. Vezüv, Etna, Stromboli.. Bunların içinde de en yakın zamanda aktivitesi görülen Vezüv Yanardağı'dır.. O da 1944.. Baya yakın yani.. Stratovolkan tipindeki bu yanardağ zaman zaman, biriken basıncını boşaltmak amaçlı patlamalar gerçekleştirir. Bu tip yanardağlarda basınç yüksek olur, lav akma değil fışkırma yoluyla yeryüzüne çıkar.. Fışkıran lavlar da, havada ani soğuma sonucu taşlaşarak volkan bombası şeklinde çevreye saçılır. Taş fırlatır yani.. Lavla beraber kül ve tüf de salınır. Vezüv'deki patlama haritadan şehirler silmiştir. Mevzubahis edilen şehir, günümüzde Pompeii Antik Şehri olarak dünya mirası listesindedir.

kül bulutunun içinde kalıp taşlaşan insanlar..

Genel kültür falan değil baya teknik bilgi esasen.. Ama bunları bilince film daha eğlenceli olur diye tahmin ettim. Verdim bilgiyi beyinlerinize. Dur! Bitmedi..

MÖ 73'te Roma'ya karşı köle ayaklanmasını gerçekleştiren Spartaküs ve arkadaşlarının kaçtıkları dağ olarak da bilinir Vezüv Yanardağı.. Spartaküs'ün öldürüldüğü yer de burasıydı sanırım, çok hatırlamıyorum o kadarını..


Gelelim filme..
MS 79 senesi.. Gladyatörlük, kölelik ve Roma zalimliği devam etmektedir.. Çocukken ailesi gözünün önünde katledilen Milo, atlardan da anlayan bir gladyatördür, Pompeii'ye getirilir savaştırılmak üzere. Pompeiili zengin bir tüccarın kızı olan Cassia da, Roma seyahatinden, olumsuz görüşlerle ve Romalı kumandan Corvus'u kendine aşık etmiş olarak döner.

Milo ile Cassia'nın ki resmen yasak aşk; Corvus ise Milo'nun ailesini katlettiren kumandan.. Vezüv Yanardağı'nın yamacında yer alan Pompeii şehri, zaman zaman gerçekleşen depremlere alışmıştır. Ama bu sefer etkileri daha net görülür. Nihayetinde onlar için dünyanın sonu gelir.


Filmde Milo'yu, Kit Harington;
Cassia'yı, Sucker Punch (2011)'ta başrol oynayan Emily Browning;
Romalı kumandanı Kiefer Sutherland;
Cassia'nın annesini ise Matrix'in Trinity'si Carrie-Anne Moss oynuyor..
Filmin yönetmeni Paul W.S. Anderson; Death Race (2008) ve Resident Evil serisininin üç filmini yönetmiş.. Ama filmde adını görünce There Will Be Blood (2007)'ın yönetmeni Paul  Thomas Anderson sanmıştım.. İsim benzerliği çıktı.. İnce bi hayal kırıklığı..


Film çok kaliteli değil.. Özellikle hikaye ve senaryo zayıf.. Efektle, uğraşılmış belli ki.. Oyunculuklar biraz eksik gibi ama o da senaryo kaynaklı bence.. Ama her şeye rağmen bu tarz bi konu seçmeleri zaten başlı başına izlenme sebebi. Kesinlikle desteklediğim bi iş.. Ben de böyle jeoloji temalı filmler yapmak istiyorum. Güzel hikayeler var.

Yalnız, volkanik patlamada çıkan tüf, kül gibi hafif malzemeler havada bir süre asılı kalır, güneş ışınlarını kesip şehri karanlığa boğar ve elbet yere düşüp birikir. Filmde hava çok kararmadı, yerlerde de malzeme birikintisi görmedim, bi şey de yağmadı yoğun biçimde.. Çok bekledim yani olsun diye.. Üstteki planda görülen duman duman gelen malzemeler sadece bu açıda var yani..

10 üzerinde 7 verdim ben, önce 6 verdim sonra 7 yaptım onu.. Bence, izlenebilir film gayet.. Tadını çıkarın..

5.5.14
Oku..