Jane Eyre (2011)
Yönetmeni Cary Joji Fukunaga'yı Beasts of No Nation (2015) ve True Detective (2014- )'in ilk sezonuyla tanıyorum. Kaliteli bir adam olduğunu hemen belli ediyor. İngiliz klasik edebiyatının nadide eserlerinden olan Jane Eyre'yi, Moira Buffini senaryolaştırmış. Kadrodaki isimler, Mia Wasikowska, Michael Fassbender, Jamie Bell, Judi Dench, Sally Hawkins ve Jayne Wisener.
Geçen gün izlediğim The Piano (1993)'dan sonra bu film için de söylenegelen kalıplarla uyuşmadığımı fark edince durup bir düşünmem gerektiğini anladım. Bu film için, "Sınıf ayrımı ve erkek üstünlüğünü gerçekçi bir dille anlatan..." ifadesi kullanılıyor. Sınıf ayrımı tamam ama bu hikaye için erkek üstünlüğü anlatılıyor demek bende biraz algı yaratılmaya çalışıldığını düşündürüyor. Düşünelim bakalım.
Jane, küçük yaşta anne babasını kaybetmiş, ilgilenmesi için dayısının eşine emanet edilmişti. Sağ olsun kötü kadın yengesi Jane'i hiç sevmediği için çeşitli bahanelerle onu bir yatılı okula vermiş, parasal imkanlardan mahrum bırakmış, zerre sevgi göstermemişti. Sözde eğitim süresi dolup Jane'in okuldan ayrılma vakti geldiğinde yengesinin yanı yerine hiç bilmediği bir yerdeki malikaneye mürebbiye yani dadı hatta öğretmen olmuştu. Filmin üçte biri bu, şimdiye kadar bir tane erkek gördük o da yurdun müdürüydü, dayakçı öğretmenlere "Aferin" diyordu. Yine de filmin gördüğümüz kadarında kadının kadına şiddeti daha bariz. Erkek üstünlüğü? Ben görmedim.
Daha sonra, malikanenin sahibi, asabi Mr. Rochester teşrif edecek haberi geliyor. Evde bir telaş, bir hazırlıklar. Evet bir üstünlük muhabbeti var burada şu an ama bu erkek olmasından çok zenginlik veya asabilik olarak yorumlanabilir. Zamanla, Jane'in tanıdığı hiçbir kadına benzemediğini fark eden ve ondan etkilen beyfendi, hislerini açıyor sonunda. Bir bakıyoruz ki, Jane de ona karşı boş değilmiş; 'ama nasıl olur'lar, 'siz zengin bir efendi, ben ise bir mürebbiye parçası' fikirleri arasında ilişki evliliğe yürüyor. Ben hala cinsiyet üstünlüğü göremiyorum. Zengin olan kadın olsaydı da evdeki öğretmen beye açılsaydı ne olurdu ki? Gururlu, zeki, terbiyeli bir genç öğretmen olacaktı o zaman karakterimiz; artık genç sayılamayacak yaştaki ev sahibesi hanımımız da bu beye hislerini açacaktı. Kuvvetle muhtemel aynı şeyler yaşanırdı.
Rochester'ın yıllardır sakladığı sır düğün zamanı açığa çıkmasa belki seyirci onu melek bile sanabilirdi. Hatasının da farkında hatta ama yıllar önce bulaştığı bu işten kendini bir türlü kurtaramıyormuş. Durun o işi de söyleyeyim ki şu üstünlük mevzusunu oradan da görün; karısı varmış, delirmiş bir zaman, akıl hastanelerinde iyi bakmıyorlar diye bir oda yaptırmış, saklıyormuş herkesten. O ortaya çıkıyor.
Bir de rahip var en son, ona mı deniyor üstünlük taslıyor diye acaba?! İyi de o din adamı, her türlü gideri var, etekleri öpülesice. Yok yok, orada da erkek üstünlüğü göremiyorum.
Maalesef cinsiyet eşitsizliği de sınıf farkı gibi insanoğlunun baş edemeyeceği, nesilden nesile aktarılan büyük bir sorun. Ama bu hikayede erkek üstünlüğü konusu işleniyor demek abesle iştigal. Ha desen ki, "Filme konu olan romanın yazarı Charlotte Bronte neden oluyor da Currer Bell erkek adıyla yazmak zorunda kalıyor, bu nasıl terbiyesizlik?!" Sonuna kadar arkandayım, zamanında kadın diyerek ciddiye alınmayan nice yetenek kendini göstermek için bu tarz hileler yapıyorsa, yaptırtanın çükünü kesmek gerekir belki de.
Modern toplumlardaki çalışma kanunlarında belirtilen, eşit ücret ödemek şartıyla, çocuk ve kadın çalışanları ayrıcalıklı saymak, kelli felli adamlarla aynı işi yaptırmamak şartı kafa karıştırıyor. Aynı yasalar bedenen zayıf erkekle güçlü erkeği de işe göre eşit görmüyor, herkes yapabileceği işte çalıştırılmalı diyor. Yani kadına eşitlikten ziyade kolaylık tanınıyor.
Şöyle bir düşününce, eski dönemlerde de kadının iş hayatındaki rolü kısıtlıydı çünkü işler ağırdı; kadına görece daha hafif olan ev işleri tavsiye edilmişti. Bu durum, kadının daha eve kapanık, daha sinik olmasına sebep oldu denilebilir. Yine dışarıda çalışan kadın vardı, yine kendini ifade edebilen kadın vardı ama genel olarak toplumda kadınlar biraz geri planda kaldı.
Modern yasalardaki mevzuat da buna sebep olmaya devam ediyor o zaman.
Peki en başa dönüp, ağır işleri kadınların da yaptığı, tamamen eşit imkanların olduğu bir ortam düşünelim. Muhtemelen beden ona göre evrilecek ve bu kadar narin olmayacaklardı ama erkek doğası gereği yine öne çıkacaktı.
Anlamalıyız ki kadın-erkek eşitliği böyle olmaz, eğitimle olur, insanın kendini eğitmesiyle olur. 'Yazar' dediğin zaman kafanda bir adam silueti canlanıyorsa, çalışmalara devam et, 'insan' düşünmek gerek. Bir adam, karısını dövdüğünde haberlere 'kadın şiddeti' diye çıkıyorsa, çalışmaya devam, sadece 'şiddet' demeliyiz, insana şiddet o.
Dönecek olursak. Bu film için zaten erkek üstünlüğü tanımını kabul etmiyorum. Yok öyle bi anlatım çünkü.
Kadın o saatte dışarı çıkmaz, kadın öyle konuşmaz, kadın kitap yazmaz vb. ifadeler de tamamen kalıplaşan düşüncelerin ürünüdür, alışkanlıktır. Bir değil de birkaç kadın çıkmaya başlarsa, kimse "Kadın o saatte dışarı çıkmaz" diyemez. Bu sefer de buna alışılır çünkü. "Erkek adam etek giymez" deniyor, neden ki, görmediğin için olabilir mi, sokakta görmeye başlasak alışırız bence; selam sana İskoçya.
Peki neden durduk yerde erkek üstünlüğü deyip, hikayeyi bize böyle pazarlıyor olabilirler? Neden, siyah olduğum için mi?! Hadi bunu da siz düşünün, yoruldum ben. Kaç saattir yazıyorum ya..
28 mart 2018