Dead Poets Society (1989)


Adamlar benle yaşıt film yapmış.
Ne zamandır blog yazmadığımı fark ettim, iki hafta falan. Uzun süre yani.. Abi çok yoğun çalışıyorum, iki üç iş birden.. Neredeyse film izleyecek zamanım yok, neredeyse ama.. Yoksa, tabii izliyorum yine.. En son izlediğimi yazayım dedim.. Robin Williams'ın intiharıyla beraber izlemediğim bu filme öncelik vermek istemiştim.. Bir nevi anma, sayıgı..

Allah rahmet eylesin, 'enişte' gibi adamdı.. En sevdiğim rolü de -izlediklerim arasında- August Rush (2007)'taki Wizard tipi.. Herkesin aynı sempatiyle baktığı sevimli biriydi.. Dead Poets Society (1989) ile ikinci Oscar adaylığını almıştı.. Toplamda dört kez aday olup son adaylığında ödülü kapmıştı.. Good Will Hunting (1997).. Gus Van Sant'ın filmi.. Film, en iyi oyuncunun yanı sıra en iyi senaryo Oscar'ını da almıştı.. Matt Damon ve Ben Affleck'in beraber yazdığı bi senaryoydu..


Dead Poets Society, yazarı Tom Schulman, yönetmeni Peter Weir olan, gayet güzel bi okul filmi..

Disiplini ve başarılı öğrencileriyle ün yapmış bi lise.. Eski mezunlarından biri öğretmenliğe başlıyor.. Döneminin efsanelerinden.. Işıklı öğrenciler onu buluyor tabii.. Bi grup öğrenci, derste acayipliklerle anlattığı şeyi unutulmayacak hale getiren Mr. Keating'in, eskiden 'Ölü Ozanlar Derneği' diye illegal bi şiir kulübünün üyesi olduğunu öğreniyolar. Okulun efsanesiymiş o kulüp.. Ve çocuklar gaza gelip, yeniden hayata geçiriyolar kulübü, gizli gizli toplanıp, birbirlerine şiir okuyup, 'ufuk açma programı'na başlıyolar..

Biri aşık olduğu kızı, futbolcu sevgilisine rağmen tavlar, diğeri çok içerlediği anne-babasının davranışlarına göğüs germeyi öğrenir, biri oyuncu olmaya karar verir.. Ama tabii her şeyin bir bedeli vardır. Disiplinli kafalarda bu tarz hareketler sıkıntı yaratır.. Herkes Mr. Keating'in suçu olduğunu düşünür..


Güzel oyunculuklar, güzel hikaye.. Ama o kadar işte, Oscar'a koşar ama alamaz bir hali var zaten.. Gel gör; dört dalda adaylığı varmış ve en iyi senaryoyu almış.. Hemen baktım 1990 Oscar listesine, senaryoda tek rakibi Woody Allen'mış, Crime and Misdemeanors (1989)'la o da.. En iyi erkek oyuncuya baktım, durdum bi, My Left Foot (1989)'la Daniel Day-Lewis.. Robin Williams da çok başarılı ama rakibi üst düzey..

yazılısinema: 7 / imdb: 8.0 / rotten tomatoes: %85

31.08.14
Oku..

L'ecume des Jours (2013)


Mezarlarınıza Tüküreceğim'le tanınan Fransız yazar Boris Vian'ın romanı Günlerin Köpüğü, bundan önce iki kere sinemaya, bir kere de operaya uyarlanmış. İki günde yazıldığı rivayet edilen roman gerçekdışı ilişkileri, gerçeküstü bir ortamda işliyor.

Hikayenin bi uyuşturucu madde etkisinde yazıldığını tahmin etmek zor değil yani bence baya 2 saatte falan kurgulanmış bir hikaye. Çünkü kafa açıldıktan sonra mantıklı bir adam yazdıklarını okuyup yırtar atar yani.. Tamam, abartıyorum tabii ama halüsinasyon bir hikayeden yürümek de nedir be abi. Hani eğlenceli bir şey anlatsa yine dersin ki 'güldük, eğlendik', yok, amaçsız bi olmayan dert soktu içime geçen sabah.. Bi de sabah izledim ha..


Filmin senaryosunu Luc Bossi ile beraber hazırlayan yönetmen Michael Gondri, Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004) ve Be Kind Rewind (2008) ile bilinir. Kadroda ise Romain Duris, Audrey Tautou, Gad Elmaleh, Omar Sy, Aissa Maiga ve Charlotte Le Bon yer almakta. Audrey Tautou gibi bi isim olmasa normal şartlarda bu filmden hayatta haberim olmazdı. Yani normalde, takip ettiğim oyuncu-yönetmen falan olursa izliyorum ben filmi. Ama bu nasıl oldu biliyo musun?, Dinle..


Bi fuarda görevliyken çok tatlı bi kızla tanışmıştım. Adını madını diyecek değilim şimdi, kendimce biraz yürüdüm de olacak gibi değildi ama facebookta falan ekli yani. Bakmıştım, böyle kendi kendine videolar falan yapıyor; sağı-solu, kendini-arkadaşlarını, denizi-kumu-güneşi falan çekip güzel bi müzikle falan tamam ediyo videoları. İşte, bi iki sene öncesi.. Videonun adı 'Günlerin Köpüğü'.. Kitabı duymuştum ama okumadım işte sonra filmi çekilmiş, bu güzellik bahsetti. Öyle izledim yani. Bi ara "Audrey'nin oynadığı bütün filmleri izleyecem" dediydim ama bi yerden sonra bırakmıştım, muhtemelen o saçı güzel, kendi güzel olmasaydı izlemeyecektim bu filmi.


Hikaye, yaşamı boyunca yetecek kadar parası olan, arkadaşı, hizmetçisi, evi mevi ile güzel bi hayatı olan Colin (Kola diyo Fransızlar), artık bi de sevgili ister, aşık olmak ister. Yalnız tabii ne ev normal bildiğimiz ev, ne insanlar normal insan. Neyse, bi partide Chloe ile tanışır. Tatlı kızdır; severler birbirlerini, artık her şey çok iyidir. En yakın arkadaşı Chick, evlenmek için paraya ihtiyaç duyar, Colin ayarlar. İlk bu noktada ciddi anlamda para konuşuluyo ve olaylar yokuş aşağı harekete başlıyo. Chloe hastalanıyo, depresyondan ölüyoz sonra biz izleyenler. Hastalığı da, ciğerinde, aldığı nefesten beslenen bi nilüfer var, o gittikçe büyüyo. Doktor yanlış tedavi uyguluyo, para suyunu çekiyo, insanların tavrı değişiyo falan.. Ve bu dram, gerçeküstü bi ortamda gerçekleşiyo..


Filmin başrolünde yer alan Romain Duris, film boyunca "Ulan kime benziyo bu ya" dediğim bi başka oyuncu oldu. Benzetirim böyle bazen.. Kafamın bi kenarında bu vardı hep, sonlara doğru çözdüm.
Bi dört sene falan önce beraber tiyatro eğitimi alıp oyun çalıştığım bi arkadaşım, Kamil Özkaynak. Şu sıralar 'Zamane TV' diye işleri var, isteyen tabii ki bakabilir. Ne zamandır görüşmediğimiz bu arkadaşımla da geçen günlerde Kabataş sahilde denk geldik. İlginç detay oldu bana. Filmdeki eleman da aynı o. Bak..


14.8.14
Oku..

The Dreamers (2003)


Fransız ikiz kardeşler Isabelle ve Theo, sinema hastasıdırlar ve Paris'te dünyaca ünlü bi sinema okulunda eğitim görmeye çalışırlar. Ama karışık dönem, üniversiteli gençler olarak sürekli polisle çatışma halindeler. Sanatçı tayfanın anarşisi ön planda. Amerikalı bi genç olan Matthew ile tanışırlar kaynaşırlar. Kardeşlerin anne-babası şehir dışına gider, Matthew da bir süre iki kardeşin kaldığı evde yaşamaya başlar. Çok sıkı arkadaş olurlar. Her geçen saniye birbirlerini daha yakından tanırlar. Isabelle ve Theo'nun küçüklükten beri olan ilginç yakınlığına hayret eden Matt, zamanla onlara ayak uydurur. Tabii ki inceden Isabelle'e yanıktır. Ve olaylar çelişir; cinsellik, duygusallık ve anarşinin içiçe geçtiği bi yüz dakika falan..


Yönetmen Bernardo Bertolucci, Gilbert Adair'in aynı isimli romanından kendisinin uyarladığı senaryoyu, çok güzel işlemiş, hani nasıl derler, muhteşem.. Ben filmi çok beğendim, izledikten sonra silmedim, tekrar izlenmek üzere arşivime ekledim. Matthew'u Michael Pitt, Isabelle'i Eva Green, Theo'yu da Louis Garrel oynamış.

Aşağıdaki karede, siyah uzun eldivenler giyip, çarşafa dolanıp, "Hangi tabloyum?" diye soruyo..


Eva Green.. Bu film, zamanında 23 yaşında olan oyuncunun ilk oyunculuk deneyimi.. Oynayıp da memesinin görünmediği filmini hatırlamıyorum ama bu filmle piyasaya fena girmiş hatun. Ha, şikayetçi miyim, tabii ki hayır. Muhteşem vücut, efsane oyunculuk zaten, bu kadın olmuş. En son 300: Rise of an Empire (2014)'da izledik, gemide çatır çatır sevişti Artemisia.

Aşağıdaki karede, şu üç aynada üçünün de tek tek gözüktüğü anlar oluyodu..


Filmi bana müzisyen arkadaşım Mert Bereket önermişti mesela, aslında önermedi, lafı geçti, "İşte, izledim ama, çok şey değil ya, ama bi izle istersen, fena değil aslında.." falan demişti.
Sinema, biraz da, seyircinin ne bulduğudur yani, bak ben çok beğendim.

Ruh hali önemli, ne beklentiyle izlediğin önemli, izlerken ne yediğin-içtiğin önemli. Bunlar hep dış etkiler, yönetmen buna ne yapsın. Yönetmen çocuğu koyar, çeker gider; biz artık ya elektrik alamaz sadece yalandan gülümseriz çocuğa, ya göz kırparız, ve yahut da alır kucağımıza burnunu ısıra ısıra severiz. Mert, çocukları çok sevmez esasen.. Hep uyuyo film izlerken..

yazılısinema puanı: 8
imdb puanı: 7,2

07.08.14
Oku..

Transporter BoxSet


Jason Statham, Guy Ritchie'nin Lock, Stock and Two Smoking Barrels (1998) ve Snatch. (2000) filmlerinde oynadıktan sonra meşhur olan ve sinemaya giriş yaptığı bu gül gibi filmlerden sonra, Hollywood piyasasının aksiyoncu adamı olarak tanınacağı film tekliflerinin hepsini kabul eden bir İngiliz.. Ben olsam ben de her filmde oynardım, sözüm ona değil. Sözüm, piyasaya aslında, neden sürekli aynı tip filmlerle gidiyosunuz canım böyle adamlara.. Allahtan arada Revolver (2005)'le falan eski dünyasına dönüyo..


Luc Besson ve Robert Mark Kamen yazıyor, The Transporter diye bi karakter. Besson, Leon (1994)'un yazarı yönetiri.. Taşaklı yani baya.. Bakınca, bu filmdeki karakter, Frank Martin'de de ince bi Leon'luk var. Aslında iyi adam, iyi eğitimli falan, ama geçimini kötü adamlık yaparak sağlıyo..

Frank, aslında tam kötü adam da değil, taşıyıcı.. Çok iyi bi şoför, arabası falan janti.. Çoğu kişinin cesaret edip taşıyamayacağı özel teslimatları alıp götüren, götürdüğü şeyin ne olduğuyla ilgilenmeyen, kime kimden gittiği konusundaki belirsizliğin sert koruyucusu. İsim yok, paketi açmak yok, varış yeri şu varış süresi şu, bu kadar. Kuralları bozunca başına kesin bi şey geliyo.. Zaten başına gelen şeylerin çoğu kuralları bozduğu zamanlara denk geliyo..


The Transporter (2002)'da, Frank aldığı paketin içinde canlı bi şey olduğunu anlıyor, uzun yol olduğu için bagajdaki pakete su vermek için açıyor (açma işte di mi), aşırı tatlı bi Asyalı hatun, devamında kız işemek istiyor.. Al başına belayı, sonra kız kaçar gibi yapıyor. Teslimatın yapıldığı yerde paketi açmadığını falan söylüyo ama patron inanmıyo, Frank giderken yolda buna suikast düzenleniyo, sonra da işte intikam falan derken Frank kendini, Asya'dan konteynırlar içinde kaçak getirilen insanları kurtarmaya çalışırken buluyo..


Yönetmenleri Louis Leterrier ve Çinli Cory Yuen, aşırı tatlı Asyalı hatun da Tayvanlı Qi Shu.. Serinin yan karakterlerinden biri olacak olan ve Frank'in yardımcısı gibi takılan müfettiş Tarconi'yi Fransız François Berleand, kötü adamımızı da Amerikan Matt Schulze oynuyor. Schulze, Fast & Furious'ların Vince'i. Shu Qi de, New York, I Love You (2009)'da Fatih Akın'ın yönettiği kısımda oynayan ressamın aşık olduğu kız.. Bu arada zamanında izlerken pek anlamamışım ama dün hepsini arka arkaya izleyince fark ettim, oyuncu yönetimi, müzik kullanımı, sahne devamlılığı falan derken, en kötüsü bu ilk film.. Sonra sonra toparlamış.. Arabalı kovalama sahneleri olsun, tekme tokat girişme sahneleri olsun..


İkinci film Transporter 2 (2005), aynı zamanda The Incredible Hulk (2008)'ın da yönetmeni olan Fransız Louis Leterrier'a ait, bu sefer tek çalışmış. Yazarı değişmeyen serinin bu filmindeki kötü adamımızı ise Alessandro Gassman oynuyor. Bi arkadaşı tatile çıktığı için onun yerine bi çocuğun okul servisini çeken Frank, çocuğun annesinin azgın tavırlarına karşı koymaya çalışıyor. Çocuğun babasının düşmanları, çocuğu kaçırarak fidye istiyo gibi yapıp aslında çocuğun nefesinin hastalık yaymasını sağlayacak zehri enjekte planları yapıyorlar. Frank yine kendini işin içinde buluyor, panzehir peşinden dağları deliyor. Ayrıca bu filmle, Audi sponsorluğuna geçiliyor..


Çocuğun annesini Amber Valetta, Gassman'ın oynadığı kötü adamın yardımcısı seksi suikastçi psikopat kızı da Kate Nauta oynuyor. Kate bu filmle meşhur olup, bundan sonra da ne kadar skimsonik film varsa oynayan bi kız, yazık lan böyle kariyerlere de, hala en iyi filminin ilk filmin olması, hiç bi şey geliştirememen falan..


İkinci filmin sonunda telefon geliyor, Frank yeni bi iş alıyor bile..
Tutan ilk filmden sonra gelen filmin, hemen üçüncünün müjdesini vermesi sorunsalı..


Transporter 3 (2008), serinin en dandik filmi olarak dolaşır dillerde ama bence değil, hepsi aynı aslında... Taken 2 (2012) efsanesinin yönetmeni Olivier Megaton yönetmiş serinin bu filmini, yazar kadrosunda herhangi bir değişiklik yokken bu filme kötü adam rolü için Prison Break'in T-Bag'i Robert Knepper uygun görülmüş. Frank, kendisine gelen bi işi, bu işi yapan başka bi arkadaşına yönlendirerek reddediyor. Sonra o eleman yapamıyor işi, diyolar ki sen tamamlamak zorundasın. Takıyolar koluna bombayı, arabadan uzaklaşırsan patlar. Bi kız var arabada, bagajda da iki çanta. Aksiyon başlasın. Meğer bu kız, bi bakanın kızı, bakan da bi şeyi imzalamazsa bu kızı havaya uçuracaklar.. Frank de ordan oraya taşıyo kızı, maksat kilometre yapmak, bi varış yeri yok aslında.
Kızı, Natalya Rudakova diye çok oyuncu olmayan güzel bi Rus oynuyor. Filmde de "Biz Ukraynalıyız, Rusları hiç sevmeyiz" falan diyo..


Sonra bi de, Transporter Special Delivery: Transports in the Real World [2009] diye adı uzun kendi kısa bi devam filmi yapılmış. Bulamadım ama hiç bi yerde.. İzleyemedim. Bulursanız link verin hayrına..

Nassı, Isparta plaka :).. 

Serinin üstünden iki üç sene geçmişken, Besson ve Kamen, dizisini yazdıklarını duyurdular. Ama bu dizide Frank'i Jason Statham yerine Chris Vance oynayacaktı ve tutmayacaktı. İşte 2012'nin sonlarında başlayıp 12 bölüm dayanan bi iş oldu. İzlemedim hiç ama tahmin edebiliyorum ya, Kobra Takibi benzeri bi şey var kafamda. Her bölüm başka maceraya koşarak falan.. Dizide, filmden devam eden Tarconi karakteri var, François Berleand..


Hani ben söyliyim, sonra "Aaa, dizisi mi varmış, hiç duymamıştım" demeyin..

Serinin 4. sinema filmi olacak The Transporter Refueled (2015) çekim aşamasında görünüyor. Frank Martin rolünde Game of Thrones'in Daario Naharis'i Ed Skrein var.. Filmin yönetmen koltuğunda ise Transporter 3 (2008) ve Taken 2 (2012)'de Olivier Megaton'un ekibinde yer alan Camille Delamarre oturuyor. Yönetmen koltuğu da öyle çok rahat falan olduğundan değil ha, söylemesi havalı diye öyle deniyo. Delamarre, Luc Besson'ın yazdığı Brick Mansions (2014)'ı da yönetmiş.

yedi-sekiz hasanpaşa 2014 güncelleme 30.09.14
Oku..

Fading Gigolo (2013)


Epey zamandır bekliyodum, çünkü sinemadayken kaçırdım ben bu filmi.. E internete de bi türlü düşmek bilmedi. Sonunda izledim. John Turturro'nun yazıp yönettiği, Woody Allen'la beraber oynadığı film, bu kadar beklendiğine değdi mi?.. ('Deydi mi, değdi mi' diye bi iki saniye düşündüm önce, sonra 'değer' kökünden geldiğine ikna olarak 'değdi' yazmaya karar verdim..)

Bu arada sorumun cevabı da, evet, değdi.. Muhteşem, olağanüstü falan değil ama eğlenceli zaman geçirtiyor.. Yer yer Woody Allen tarzı hissedildi Turturro filmi olmasına rağmen. E abi taş olsan etkilenirsin bu adamdan, çok normal bence..


Bi kitapçı olan Murray (Woody Allen), çok para kazanamayan bir çiçekçi olan Fioravante'yle (John Turturro) çok eski arkadaşlar. Fakir değiller, orta direk işte. Murray, doktorundayken, durduk yerde bi konu açılıyo, kadın, jigolo arıyo.. Zengin kadın, "Kocamla beraber üçlü de yaparız belki ama önce ben bi denemek istiyorum," diyo, "var mı bildiğin biri?" diyo.. Bu da karı çok para verecek diye, "Var" diyo, Fioravante geliyo aklına. Söylüyo, "Hayatta olmaz" diyo eleman. "Olum, çok para" falan.. "Yok"..



Neyse bi deneyelime geliyo mevzu.. Aşırı seksi doktor hatunla sevişen Fioravante, hastası oluyo bu işin, Murray de.. Deli para kazanıyolar, piyasada isim yapıyolar. Murray'nin bi tanıdığı olan Yahudi bi dul abla, hayata küsmüş durumda.. Murray iyilik olsun diye Fioravante'yi ayarlıyo buna.. Ama abla Yahudi bir dul olduğu için, böyle şeyler yapmaması gerekir.. Yahudiler çok içinde mevzunun.. Hatta Yahudi Bölge Zabıtası Dovi de (Liev Schreiber) içinde her şeyin..


Virgil yani Fio, önce Dr. Parker'la (Sharon Stone), sonra onun arkadaşı Selima'yla (Sofia Vergara) sonra da daha pek çok kadınla harika zaman geçiriyor. Tabii en çok Avigal'le (Vanessa Paradis) takılmayı seviyor. Bi de en sonda Fransızca konuşan kafedeki güzel kadın var, Loan (Loan Chabanol). Kadınlar çok başarılı. Sharon çok seksi zaten; Sofia, adamı yakar yandırır, güzel değilse bile seksi esmer, gerçi eski sarışın yeni esmer; Vanessa bazen çok güzel bazen değil, ama tatlış, sonuçta dişleriyle az dalga geçmedik; Loan, tam bir 'olmuş'.. Loan, tam bir bonus ya, seyirciye güzellik..


Woody, kendi filmi olmasa bile çok konuşuyo, 'kendi filmindeymiş gibi' diye rahat ettirmeye çalışıyolardır belki.. "Hep kendini oynuyo, hiç rol yapamıyo, böyle oyuncu mu olur" falan deniyodu hakkında. Adam kendi gibi oynayabileceği karakterler yazıp, gelen tekliflerde de bu tarz tipleri kabul ediyosa, bu bir tarzdır, kötü değil iyidir bile.. Keşke herkes bunu yapsa da kötü oyunculuk olmasa.. John Turturro da tam tersi, yazar-yönetirliğinden çok oyunculuğuyla ön planda olan bir adam. Ama yönetimde de gayet iyi iş çıkardığını söylemek gerek..

7 verdim 10 üzerinden.. Bu aynı zamanda yazılısinema puanıdır.. imdb puanı ise 6,3'tür..

06.08.14
Oku..

Guardians of the Galaxy (2014)


Beklentilerin çok çok üstünede çıkan bi film. İşte böyle kötü bekleyip fena değil film çıkınca daha çok seviyosun ya filmi, bu da bi taktik aslında. Belki de o yüzden çok sevdirmediler bize bu tipleri önceden, ne sağda solda reklamı vardı, ne çizgi filmini falan duydum, direk film yapıyoz dediler.. Bi de öncesi o kadar başarılı ki ne gelse beğenmeyecez diye iyice beklentiler düştü, bi izledik, baya eğlendik yani..


Annesi öldüğünde çok yalnız hisseden Peter Quill bir uzay gemisi tarafından kaçırılır. Hiç adını duymadığımız gezegenlere, galaksinin öbür ucuna falan götürülür.

Adını duymadığımız derken, Thor'da falan da hiç muhabbeti geçmeyen gezegenler.. Galaksinin hakimi olmak isteyen bi adam var, ne kadar adamsa işte, koca kafa Thanos, önceden görmüştük mesela bunu. Thor filmlerinin sonunda, devamı gibi denebilir aslında, yani Koleksiyoncu falan da var çünkü.


Neyse işte, Peter kaçırılıyor, yetiştiriliyor, sonra bunu kaçıranların elinden kaçıp, galaksinin pici oluyor Peter. Ne bileyim, değerli bi şeyler çalıp satıyor, serserilik yaparak falan takılıyor öyle. Bi küre var, en son onu bi alıyo. Meğer o kürenin peşinde başkaları da varmış, aksiyona tutuşuyolar. Yeşil bi hatun, bi kunduz ve bi ağaç.. Gerçi ağaçla kunduzun küreden haberi yok, onlar ödül avcısı, Peter'ı yakalayıp, teslim edip paralarına bakacaklar. Ama yeşil kız niyeti bozmuş..


Bunlar dövüşürken, polis geliyor, dördünü de içeri alıyor. Kız küreyi, acayipler Peter'ı, Peter da dışarı çıkmayı istiyor. Diyolar ki beraber çıkalım şuradan, küreyi satıp hepimiz yolumuza bakalım. Bi adam daha giriyor aralarına, küreyi alacak olan mavi adama kin beslemiş yıllarca.. Diyor ben de sizinleyim, siz küreyi verirken ben de intikamımı alırım o ara. Bu beşli, ekip olup, hapisten kaçıp, dışarda baya beraber savaşır oluyolar. Birbirlerini de sevmiyolar tabii..


Mizahı da bol tutulmuş, aksiyonu-efekti de eksik edilmemiş, coşulmuş da coşulmuş.. Yönetmen James Gunn, Super (2010) diye bi komedi yapmıştı, sonra Movie 43 (2013)'nin 'Beezzel'ını çekmişti. En son da işte bu, Dan Abnett ve Andy Lanning'in çizgi romanını, Nicole Perlman ile beraber senaryolaştırdı.


Peter'ı Chris Pratt; yeşil fıstık Gamora'yı Zoe Saldana; intikamcı Drax'ı Dave Bautista oynuyor.. Ağaç Groot'u Vin Diesel seslendirmiş, kunduz Rocket'i de Bradley Cooper.. Gamora'nın kötü kız kardeşi Nebula'yı Karen Gillan, gizemli koleksiyoncu abiyi Benicio Del Toro oynuyor.
Del Toro, Thor: The Dark World (2012)'ün de sonunda çıkıp bi selam vermişti, hani "Asgard'da bi tane taş var, burda kalsın" diye ona emanet ediyolardı taşı.. Bu da onlar çıkınca "Biri geldi, kaldı beş.." diyodu.. Bu filmde bi önemli taş daha geliyor ama, çok kalmıyor.. Bakalım nereye bağlayacaklar..


Nihayetinde Avengers filmlerine bu da eklendi, seriye tutundu bi yerinden.. Güzel oldu güzel, yapsınlar bunlardan.. Devam filminde muhtemelen Peter'ın babasının hikayesini öğrencez, çünkü bu kahramanlık piyasalarında önemli biriymiş galiba.. Boşa kaçırılmamış Peter oralara..

Düzeltme Poll-E'den geliyor: "Kunduz değil la, rakun :)"

kimin çektiği anlaşılmayan selfi, sinema keyfi.. 

Film, en iyi makyaj ve en iyi görsel efekt dallarında Oscar'a aday gösterildi ve imdb.com'ın Top250 listesinde.. Bakınız beklentisiz filmlikten nerelere taşındı mevzu.. Helal..

Sıralı Tam Liste: Oscar 2015

02.08.14 güncellendi 05.08.14 güncellendi 21.01.15
Oku..

The Amazing Spider-Man 2 (2014)


Yeni seriye ilk filmde çok ısınamamış olsam da, yine Marc Webb'in yönettiği The Amazing Spider-Man 2 (2014), yeninin eski Spider-Man'lerden daha iyi olduğunu düşündürttü.. Hemen satarım.. Bu filmde eziklikten kötülüğe giden yolda Jamie Foxx'u izliyoruz, Emma Stone'a yine bayılıyoruz.. Peter'ı yine Andrew Garfield oynuyor..


Babasıyla ilgili gerçekleri öğrenen ve Gwen'in babasına verdiği 'kızından uzak duracağı' sözünden pişman olan Peter'ın çilesini izliyoruz.. Benim de bu kadar güzel kızım olsa herkesten aynı sözü alırım.. Ayrıca Oscorp'un belalı patronu ölüp yerini, oğlu, yeni bela Harry Osborn'a bırakıyor ve ilgi yoksunu bu çocuk Green Goblin'e dönüşüp kankisi Peter'a düşman oluyor.

Süper kahraman filmlerinin temelinde, fazla egonun insanı ne hale getirdiği gösterilip durur ama bazı kahramanlarda da görürüz o egoyu.. Yani mesele ego değil de, egoyu yönetme biçimi sanırım. Bunu bi düşünün..

Bu filme Harry Osborn'un asistanı olarak küçük bir rolle giren Felicity Jones'u da anmadan geçmeyelim, tatlı hatun kendisi.. Kadrodaki diğer öne çıkan isimler de Paul Giamatti ve Embeth Davidtz..

Shailene Woodley ve Andrew Garfield sette iken..

Kimileri merak eder; Normalde bu seride MJ karakterini Shailene Woodley oynayacaktı, tamam hikaye MJ üstüne dönmeyecekti ama oynayacaktı, tanışacaklardı diye.
Oynamış. Ama sanırım yönetmen Marc Webb'le duygusal yakınlaşması kötü giden Woodley'nin oynadığı sahnelerin filmden atılması gibi bi şey yaşanmış.. Hiç profesyonel değil ama böyle dedikodular var işte.. Belki bu hikaye yalandır, onu bile bilemem ama neden çıktı bu kızın sahneleri, meçhul.. Belki de bu yüzden devam filmi yok..

02.08.2014
Oku..