Konuk Yazar // Kadir Akbulut
İngiltere menşeli olup Hollywood’da üretmeye devam eden birinci sınıf yönetmenler arasında Stanley Kubrick, Alfred Hitchcock ve Ridley Scott gibi ustaları sayarken, Stephen Frears’ı vizyon sahibi oluşu ve samimi hikayeleri ile bu yönetmenlerin yanında saymamak için bir sebep yok. Doksanların başından bugüne değin yaptığı kalburüstü işlerin çoğunlukla kendi coğrafyasına dair olması adını saydığım yönetmenlerden onu ayıran bir özellik. Philomena / Umudun Peşinde filmi usta yönetmenin maharetli elinden çıkan en son iş.
Philomena Lee’nin henüz çok gençken tek seferlik denilebilecek bir ilişki sonrası hamile kalıp manastırda soluğu almasının akabinde, çocuğunun, Amerikalı varlıklı ailelerden birine kendi rızası olmaksızın evlatlık verilmesinin hikayesini, yıllar sonra bir umut çocuğunun peşine taa Amerikalara kadar gidiş sürecini izliyoruz.
İşinden ayrılmak durumunda kalmış bir gazeteci olan Martin Sixsmith ve yıllarca çocuğuna olan özlemi içinde derin bir yara açmış emekli hemşire olan Philomena Lee soluğu Amerika’da alırlar. Sixsmith, editörünün bir siparişle onu gönderdiği bu yolculukta aslında yapmak zorunda olduğu iş ile yaptığı işin manevi boyutu arasındaki anlam katmanı filmin anlatısının itici gücü. Kaybeden hallerinin ortaklaştırdığı şekliyle yola çıkmışlarsa da asıl tutku ve özlemin kaynağı olan Lee’nin dilemma durumları yolculuğun akıbetini belirliyor.
Martin, dinsel bir olayla bağ kuramıyorken Philomena’nın dinsel bir ritüele olan bağlılığı, Martin ve Philomena’nın genel kültür bağlamında farklı bir altyapı barındırmalarına karşın temelde birbirlerine olan benzerliği dikkat çekici. Martin, deneyimlediği durumlar sonucunda bazı aydınlanmalar yaşayıp dinsel hassasiyetlere girse de Philomena kadar affedici bir kimlik kazanmış olmuyor.
Tesadüflerin işin içinde bariz şekilde oluşu olayların gelişiminde de yer buluyor. Bütün bu hikayenin ilgi çekiciliği bir çok hayati durumu içinde barındırmasıyla da doğru orantılı. Rahibelerin korunaklı ve gizli politikaları ile aranan kişinin özgün halinin bir arada olduğu bu olayda, en çok da bir annenin kendi canından kanından olan varlığa dair özlemi ortaya çıkıyor.
İngiliz yönetmenlerle başlayıp İngiliz aktrislerle sonlandırayım. Maggie Smith, Vanessa Redgrave ve Judi Dench gibi yaşayan üç büyük İngiliz aktrist varsa, bunlardan belki de en kıdemlisi olan Judi Dench, Philomena Lee’ye hayat verip, seviyesi yüksek oyunculuğunu filmin her anına yayarken, ona eşlik eden Steve Coogan’ın sadece komediden ibaret biri olmayışını gösterip üstüne senaryoda klasını konuşturduğunu vurgulamalı.
Frears’ın bu gerçek hikayeyi elbetteki sinema için süslediği yerler vardır. Ama yine de başlı başına vurucu olan olayları, üstü kapatılan ve gerçeğin gizlenmesinin afişe edilmesi açısından da manası büyük bu isyan edilesi durumu sinema perdesinde izlemenin anlamı bir hayli fazla. Philomena Lee, umudunun peşinde giderken, düzen gibi gözüken düzenlerin içinde var olan düzmece yapıların ortaya serilmesi, aidiyet durumunun nelere kadir olabileceğinin kanıtlanması açısından yaşayan ve yaşama anlam katan değerli bir film.
(Bu yazı, iki sene önce yarın yani 14 Şubat 2016 tarihinde turkcealtyazi.org sitesindeki film başlığı altında incelemeler bölümünde yayınlanmıştır. Kadir Akbulut, paylaşıma izin vererek de yazılısinema'ya renk ve değer katmıştır, teşekkür..)
13 şubat 2018