Horace and Pete (2016)


Çok uzun zamandır tiyatroya gitmiyorum. Özel bir sebebi yok, denk gelmiyor. Dikkatimi çeken bir iki oyun oldu geçtiğimiz aylarda ama -bildiğin- bahalı. Hepsi aynı değil tabii ama -ismi lazım değil biri- 60 tl idi mesela; Ezgi Mola izlemeye heves etmiştim içimde kaldı. Yok mu o kadar param, var, ama ne gerek var, altı kere sinemada film izlenir o parayla di mi?! Ya belediye salonlarında falan ayda yılda bir denk gelip üç beş liraya güzel oyun görcen ya da durum bu. Bu kadar zengin sporu olmaya gerek yok bence.

Louis C.K.'i biliyor musunuz? Trumbo (2015) filminde yan karakterlerden biriydi, böyle filmlerde denk geldiğim bir abi işte. Baktım da, aslında komedyenmiş. Şimdi onun son dizisinden bahsedicem size.


Tiyatro oyunu olarak veya -miş gibi yaparak hazırlanmış bir dizi. Birkaç istisna dışında iki sahne kullanılıyor, biri Horace and Pete's isimli bar, diğeri barın üst katındaki Horace'ın dairesi. Horace and Pete's, 1916'dan beri iki kardeş olan Horace ve Pete'ler tarafından işletilen bir mekan. Horace'ın Horace, Pete'in Pete isimli bir oğlu oluyor ve onlarla devam ediyor bar. Çok kar getirmese de barın varlığının kutsallığına hürmeten devam ediyor işler. Günlerden bir gün, Horace'ın kızkardeşi Sylvia barda hak iddia ediyor ama Uncle Pete hiç oralı olmuyor; Uncle Pete ayrıca kokteyl içki vermiyor, bira sadece Budweiser, mekanda hakaret ettirmiyor, bazı müşterileri kazıklıyor, bazısına ısmarlıyor ve sevmediğini kovuveriyor. Ve bu mekan yüz yıldır çalışıyor.

Karısı hamileyken baldızını da hamile bırakan Horace, kızıyla arasını düzeltmeye çalışırken; üç sene hastanede tedavi gören kontrolsüz halüsinasyon muzdaribi Pete, ilaçlarla hayata ayak uyduruyor. Sylvia'nın ise bardan pay istemesinin çok anlaşılır bir sebebi var, para lazım. Brooklyn'in göbeğinde müze gibi duran barın müdavimleri ise zırçeşit; siyasetten kadınlara, ilişkilerden sanata kadar birçok mevzuya farklı bakış açıları getiren dizi, on bölümden oluşuyor ve bölümler otuz ile altmış dakika arasında değişen uzunluklarda bölünüyor. Beşinci bölüm sonunda "İlk Perdenin Sonu" yazınca zaten iyice tiyatro olduğuna ikna oluyorsunuz.


Geçen ay, Mağara'nın üçüncü ve son sayısı için Çağlar Çorumlu ile yaptığım röportajda, "Güldür Güldür programı için televizyon tiyatrosu diyebilir miyiz?" demiştim, "Hayır," demişti "tiyatro tekniği kullanarak yapılan televizyon şovu denebilir belki. Çünkü tiyatro değil o, tiyatro canlı izlenmesi gereken bir performans." Tabii ki haklıydı, Horace and Pete (2016) için de öyle demek gerekir ama ben o tiyatro enerjisini çok yakından hissettim bu dizide.

Yazıp, yönetip, Horace'ı oynayan Louis C.K.; Pete olarak da muhteşem bir performansla Steve Buscemi'yi izliyoruz. Uncle Pete, Alan Alda; Sylvia, Edie Falco; Jessica Lange, Tom Noonan, Maria Dizzia ve birer bölüm konuk olan Nina Arianda, Hannah Dunne ve Rebecca Hall. Bu son üçlü baya güzel kızlar ayrıca.

Dizi genel olarak iyi hissettirme, ufuk açma özelliğine sahip ama bazen karakterler o kadar gerçekçi saçmalıyorlar ki, küfür bağırttırıyor evde. Tavsiye edilmez de n'apılır?! Bana da bir tavsiyeyle geldi zaten.

Herkese bu seneyi telafi edecek güzellikte bir yeni yıl diliyorum. Bakalım 2017 bize neler gösterecek..

301216
Oku..

Dönerse Senindir (2016)


İrem Sak deyince bende akan sular duruyor galiba; çok tanımam etmem, işlerinin her bölümünü kaçırmadan izlemem ama reklamda, tv'de bi yerde gördüm mü de geçemem, kitlenir kalırım. Güzellemeyle başladım.. Bildiğin hayran hayran bakıyorum, bir süre sesi aklımdan çıkmıyo falan. Mutlaka tanışmak istediğim biri mesela.. Üç kelimeyle tarif et desen edemem, sevdiği yemeğe kadar bilemem, 86'lıymış şimdi baktım viki'den.. 5'er Beşer programıyla tanıdık, sonra skeç mkeç, dizi mizi derken şimdi de sinema.

Murat Boz, yakışıklı eleman, eyvallah, ses mes şekil o biçim, popstar işte, jürilik falan da tamam da oyunculuk niye ya.. Justin T. misin sen? Hayır, bi eksiğin olduğundan değil, Justin çok hayırlı bi tipmiş gibi.. Abi yapma işte, valla oynayamıyorsun. Ama anlıyorum da bi yandan, hayranları var, filme seyirci çekiyo, film iş yapıyo, win-win ama kaybeden kalite oluyo.. Yanlışsam yanlışsın de!..


Yasemin Allen, bi yerlerden geldi direkt, Amerikan'ın oyunu gibi sızdı içimize. Aşırı güzel olduğu için herhalde kimse de ne arıyon burda diyemedi, öyle güzel. Hele n11 reklamında.. Allen soyadı sebebiyle Woody Allen çağrıştırdı bana, sempatim bu yüzden. Bi de geçen bi kamera şakasında denk geldim, ordaki tepkisiyle çıkmaz artık aklımdan. Filmi de izlediysem o program sayesindedir ha. Buyurun:
Demet Akbağ ile Çok Aramızda, ünlülere kamera şakası yapan program. Şakalarda bir işbirlikçi oluyor, kulaklıkla iletişim kurulan, bi de şakalananlar işte. Bu filmin reklam çalışması için toplanılmış, fragmanı ilk defa izleyecek ekip. Sadece Murat Boz'dan oluşan uydurma bir Dönerse Senindir (2016) fragmanı hazırlanmış, gerekçe de: piyasa araştırması yaptık, çoğunluk Murat'ı görmek istiyor. Yasemin Allen sinirlenip toplantıyı terk ediyor falan. İrem Sak orda da nasıl mütevazı, nasıl tatlı.


Hava fırtına leş kıyamet, elektrik gidip geliyo zırt pırt, sinir oldum kalktım sinemaya gittim. Baktım doğru düzgün film yok, yani izlemediğim. Bu var ama, şakasını da izlemişim ya, İrem Sak görmek istedi canım.
Gözlük ve hırka ile Murat Boz'u çirkinleştirebildiğini sanan film başlıyor.

Sevgilisi Selin'den ayrılan Mehmet depresyondadır. Selin daha meşhur değilken aşık olmuşlardır birbirlerine. Selin, albüm, konser falan yardıran bir şarkıcı olunca çevresi değişir; Mehmet'le araları bozulur, ayrılırlar. Mehmet sağda solda, her yerde, tanımadığı insanlara hala aşık olduğu Selin'den bahseder. Bir gün de Defne'ye denk gelir, anlatır; Defne mevzuya el atar. Selin'i geri kazanıcaz, seni sahalara geri döndürücez falan hesabı. Çalışmalar başlar. Bir süre sonra Selin hayranı olduğu bir oyuncuyla sevgili de olur, tam olur. (Buraya dikkat, Defne çalışmaya başladıktan sonra Selin Arda'yla sevgili oluyo.) Çalışmalar hız kazanır, ekip genişler, kanki Kurt, komşunun oğlu bilmemkim, esnaf bilmemne abi falan herkes destek olur. E kaçınılmaz olan, Defne'yle Mehmet aşkıdır.


Bir cümle sürpriz bozar koymak istedim, yukardaki -paragraf içi- detay için ama vazgeçiyorum. Müşterisine mani olmayayım filmin, gişesi çok olur inş. Çok olsun da Murat Boz üstüne alınmasın ama, İrem Sak için izledim ben mesela bak, bu da kayıtlara geçsin yani.
Yönetmen adaşım Erol Özlevi, piyasa adamı, işinin ehli; senaristler, Gizem Elçi ve Oğulcan Türe. Zaten basit hikaye bari diyaloglarında bir ışık olsun, yok, vasat yani. Oysa girişte Annie Hall (1977)'dan alıntı yapılması beni umutlandırmıştı. Aynı alıntıyla final yapalım o zaman: "İlişkiler köpekbalığı gibidir, sürekli ileri gitmesi gerekir yoksa ölür."

Filme puanm on üstünden dört Altan, daha güzel olabilirdi..

291216
Oku..

American Honey (2016)


Gereksiz uzun olması dışında gayet güzel film fakat "Neden izlemeliyim?" deseniz tutarlı bi cevap alamazsınız benden. Yani festivallerin büyük ilgi gösterdiği ve bol bol ödül verdiği filmin pek bi numarası yok ama güzel işte. Yazan yöneten İngiliz hanımefendi Andrea Arnold sanırım hep böyle filmler yapıyor. Önceden Wasp [2003]'le En İyi Kısa Film Oscarı almış olduğunu hatırlatarak filme geçeyim.


Star, iki çocuk ve bir adamla yaşadığı hayatından pek memnun olmayan, çöpten yemek toplayan tatlı bir kızdır, on sekiz yaşında olduğunu söyler. Bir gün otostop için yol kenarında beklerken bir minibüs görür, içindeki eğlenen kalabalığı takip eder ve Jake'le iletişime geçer. Jake ona bir iş teklif eder, Kansas'a onlarla gelirse kapı kapı dolaşıp türlü yalanlarla insanları dergi abonesi olmaya ikna edip para kazanabileceklerdir. Star, eski boktan hayatını geride bırakıp yeni boktan hayata yelken açar.


Jake'le ilişkisi, Jake'ten ve iş kurallarından dolayı ilginç bir haldedir. İlk hafta Jake'ten işi öğrenip sonra kendisi devam edecektir ama Jake'le o kadar da anlaşamaz. Zamanla ortama ayak uydurup, çeşitli entrikalar yaratıp, başkalarının yarattıklarına göğüs gererek oyunda kalır. İşin yöneticisi Krystal'la bir türlü yıldızı barışmaz, çünkü para kazanmak kolay değildir. Zengin muhite gidilir, varoşa gidilir; çeşit insanla karşılaşılır. Üç saate yakın böyle şeyler izleriz.


Başrol Star'ı, Sasha Lane diye yeni bi kız oynuyor, çok güzel kız değil ama var kendine has bir havası, tatlı bi tip; güzel performans. Jake'i, Hollywood'un 'yaramaz çocuklarından' Shia LaBeouf oynuyor ki her zamanki gibi çok başarılı. Krystal olarak da The Girlfriend Experience (2016- ) ile bu sene içli dışlı olduğumuz Riley Kenough'u izliyoruz. Riley de tam bir bacak reis yalnız, her işinde sokuyor gözümüze o güzel bacaklarını; TKO.
Cannes'da Jüri Özel Ödülü kazanan film için yakın çevremde kötü görüşler vardı, bir ara izlememeyi bile düşündüm ama izledim işte, sonuç olarak onlar kadar negatif değil fikrim. 6/10 puanım.

271216
Oku..

Assassin's Creed (2016)


MUN-TA-ZAM!.. Aman, muhteşem.. Muntazam nerden çıktı.. Çok iyi film, çok. Aşırı beğendim, çok sevdim, tam da beklediğimi buldum. Gerçi geçen hafta fragmanını izlediğimde çıtayı biraz düşürmüştüm ama geçen sene -Macbeth (2015) sonrası- geliyo haberini aldığımdaki beklentim tam da bu ayardaydı. Macbeth (2015)'in yıldızları Fassbender ve Cotillard'ı tekrar beraber izleyecektik, ve yine Justin Kurzel yönetiminde. Bu muhteşem ikili haricinde kadrodaki isimlerden Jeremy Irons ve Ariane Labed'in en az bir kez isimlerini anmak lazım. Ki Ariane zaten özel ilgi alanım; Attenberg (2010)'ten beri beğenerek izliyorum.


İber Yarımadası'nda, şimdiki İspanya'da 15. yy sonlarında Arapların hakim olduğu bölgeler var, Endülüs deniyor bu bölgelere. Burada Tapınakçılar yani aşırı dinci Hıristiyanlar ile Assassin yani suikastçılar arasında bir mücadele yaşanıyor. Hedef: Elma.
Elma'ya da artık bilgelik ruhu mu dersin, kutsal kase mi dersin, mutluluğun resmi mi dersin ne dersen de. Bu iki aşırı grup Elma'nın peşinde. Zamanın Assassin'i Aguilar bir dizi mücadele sonucu Elma'yı almış saklamış. Hop günümüz.

Bir araştırma grubunun yürütücülerinden Sofia, Cal'ı uzun süredir takip ediyormuş. Cal, küçükken babasının annesini öldürdüğüne tanıklık eden sorunlu bir çocukken biraz kriminal bir kişilik olmuş. Hapis yatmış bir süre ve idam edilecek. Ediliyor, resmen ölüyor. Fakat Sofia bu resmiyette ölmüş arkadaşı dalavereyle programına dahil ediyor.
Peki neden Cal? Çünkü Cal, Aguilar'ın nesiller sonraki torunu, son Assassin geni. Sofia'nın programı sayesinde gen eşleşmesiyle anılarına gidilen Cal yani Aguilar ile Tapınakçılarla çatışılıyor. Yani zamanında yaşanan çatışmaya, Cal, Aguilar'ın bedeniyle dahil oluyor ve Elma'nın yeri öğrenilmeye çalışılıyor.


Sofia'nın babası Dr. Rikkin bu şirketin yöneticisi ve Elma ile çılgın planları var. Maria ise Aguilar'ın yoldaşı çılgın bir Assassin. Bizimkiler Elma'yı saklayıp herkesten korumak isterken, Tapınakçılar Elma'yı elde edip şov yapma peşinde. Onun için bizimkiler diyorum, ben Assassinleri tutuyorum.
Suikastçı anlamındaki Assassin kelimesinin Haşhaşi'den geldiği filmde de geçiyor. Haşhaşiler de zaten zamanında Hasan Sabbah liderliğinde asilik eden bir grup Arap. Yani bu bilgisayar oyunu asıllı filmin hikayesinin esin kaynağı Haşhaşiler.
Geçen gün yine oyun uyarlaması olan Warcraft (2016)'ı izledim, o oyunun takipçileri beğenmişti mesela onu; bu oyunun takipçileri filmi görünce ne düşünecek bakalım. Çünkü asıl muhatap onlar gibi, yıllarca o hikayeyle yaşayan var sonuçta; onu üzmemek lazım. Oyunu hiç oynamayan biri olarak filmin hastası oldum, aşırı beğendim. Hikayenin çekiciliği yüksek, Elma'nın ince bir kolpalığı da yok değil ama olur o kadar; filmin tekniği muazzam. Efekt, müzik, kostüm YI-KI-LI-YOR!..

261216
Oku..

The Light Between Oceans (2016)


İngiltere'de yaşayan Avustralyalı yazar hanım Stedman'ın, yayımlandığı 2012'de ödüller kazanan ve 2014'te Türkçe'ye çevrilen aynı isimli romanından uyarlanan filmin yönetmeni Derek Cianfrance. Yönetmeni, Blue Valentine (2010) ile tanıyorum, etkili filmdi o da. Son iki filmdir Derek'in Ryan Gosling'le çalışması ve güzel işler çıkarması "Ayrılmaz bunlar gayrı" dedirtse de bu filmde Gosling görmüyoruz. Michael Fassbender, Alicia Vikander ve Rachel Weisz görüyoruz. Çok da güzel görüyoruz valla, büyük oyunculuklar var, o kadar iyi oynuyor ki nefret ediyorsunuz tiplerden, çok gerçek, çok 'Allah başa vermesin'..


1920'lerde geçen hikayede, askerde psikolojisi bozulan ve kendini toplumdan soyutlayan Tom, bir iş ilanı görür. Avustralya açıklarında bir adada deniz feneri görevlisi aranıyormuş. Var olan görevli, karısı öldükten sonra adada tek başına kalınca rahatsızlanmış ve altı aylığına Tom işe başvuruyor. Tam Tom'luk iş olan fenercilikte, tek sorumluluk geceleri feneri açık tutmak, denizcilere yol göstermek. Hasta fenercinin intihar haberiyle iş komple Tom'a kalınca, Avustralya'ya ilk geldiğinde tanıştığı müzmin bekar Isabel atak yapar. Evlenirler ve fenerde beraber yaşarlar. Çocuk diye yanan çift iki kez doğmaya yakın canı kaybeder.

Psikolojilerin iyice bozulduğu bir anda adaya bir tekne vurur ve içinde ölü bir adamla en fazla bir aylık bir bebek vardır. Isabel bunun kader olduğunu söylese de Tom yetkililere haber verme taraftarıdır. Fakat karısının gözünün önünde eriyip bitmesine dayanamaz; ölü adamı gömer, kızı kendi kızları ederler. Kızlarının vaftiz töreni için kasabaya gittiklerinde Tom acı gerçekle yüzleşir. Bir kadın, denizde kaybolan kocasının ve kızının sembolik mezarı başında dua etmektedir. Hayat Tom için hiç kolay değildir artık. Birkaç yıl sonra durumu karısına anlattığında ise ortalık iyice karışır, Isabel "Vermiycem, vermiycem" diye tutturur. Zaten o saatten sonra versen bi dert, vermesen ayrı.


Hadi Tom'u ayrı tut, iki annenin yaşadığı travma, hele dört yaşında çocuğun yaşadığı travma çok büyük olur, oldu da. Ağlamadım ama ağlasam niye ağlıyom demem, o derece. Teknik anlamda büyük ustalık hissettiren film, ödül törenlerinde kesinlikle adı geçmesi gereken bir iş bence ama Golden Globe adayları açıklandı ve yok yani, Oscar'da durum ne olacak bakalım. Vikander bu sene de geçen sene gibi çok başarılıydı. Ex Machina (2015), Danish Girl (2015) ve En İyi Kadın Oyuncu Oscar'ını hatırlayın. Bu arada -en azından şu sıralar- sevgili de olan Alman Fassbender'la İsveç Vikander'in bu ikinci birlikte işleri, ilki The Man From U.N.C.L.E. (2015) idi. Aaa yok yok, dur, o Henry Cavill'dı; Michael'la Alicia'nın ilk işi bu.

Ayrıca Fassbender'ın Assassin's Creed (2016)'i vizyonda, onu kaçırmamak lazım, Macbeth (2015) ekibi komple orada. Bu filmde de resmen Macbeth'le aynı kaderi yaşıyo Tom, karısının gazıyla bok yiyip vicdan kasıyo; çok üzüldüm Tom'a..

251216
Oku..

Sully (2016)


Nerede okudum hatırlamıyorum, hatırlasam valla söylerdim, yorum şuydu: "Ee, Denzel Washington'ın Flight (2015)'ından ne farkı olacak?!" Ya yuh be, sırf adamlar pilot diye dediği şeye bak, bi de daha izlemeden etmeden.. Sırf iki hikayede de uçak var diye bu yapılmaz, o mantıkla Ghost Ship (2002) Titanic (1997)'in tekrar yapımı.. Ayrıca Denzel siyah, Tom beyaz; ırkçılık yaptırtıyon bana burada meçhul adam..

Tom Hanks için bi arkadaşımdan da, "Aslında çok iyi oyuncu değil olum, güzel filmlerde oynuyo sadece, kafa çalıyo herifin" dedi, ne diyeceğimi bilemedim. Nasıl iyi oyuncu değil ya, ikna olamam böyle bi şeye. Aynı arkadaşım Nicolas Cage'i de sallamıyo zaten ama ben ikisini de gizli gizli çok seviyorum. Geçen bi video gördüm, parkta düğün fotoğrafı çektiren çifte koşu yapan Tom Hanks yanaşıyor, tebrik ediyor, beraber fotoğraf çekiliyorlar ve çok mutlu oluyordu çift. Keanu Başkan'ın metroda bayana yer vermesiyle aynı tatlılık bence.


Amerika'da, kalkışını henüz tamamlamış bir uçağa çarpan kuş sürüsü motorlara zarar veriyor ve uçağın acilen inmesi gerekiyor. Fakat civardaki iki havalimanına yetişemeyeceğini düşünen pilot koca uçağı Hudson Nehri'ne indiriyor. Bütün yolcuların kurtulduğu bu ilginç kaza dünya gündemine oturmuş ve hemen sonra nehre inmenin şov olduğu, havalimanlarına da gayet inilebileceği sigorta şirketleri tarafından iddia edilmiş ve kahraman pilot zor bir süreç geçirmiş. Film, Sully lakaplı Chesley Sullenberger'ın bu süreçte yaşadıklarını anlatıyor.


Olay gerçek yani, Ocak 2009'da hakkaten indirmiş koca Airbus A320'yi Hudson'a. Ben hiç hatırlamıyorum ya, tamam o dönem çok haber maber takip etmediğimi inceden itiraf edeyim ama bunu da duyardım herhalde. (Bak inanmıyo hala) Hayır, sonra arkadaşıma dedim, "Sen hatırlıyon mu böyle bi şeyi, bildiğin büyük olay olmuş" dedim, "Olum kurtulmuş işte herkes" dedi. Kimse ölmeyince köpek insanı ısırmış sayılmış yani.

Tom Hanks'e Aaron Eckhart eşlik ediyor yardımcı pilot rolüyle, çok sempatik karaktermiş Jeff Skiles, yıllarca unutamayacağım bir tip olarak yazdım hafızama. Sully'nin kendi yazdığı ve kendi adını taşıyan kitabından uyarlanan filmin yönetmeni Clint Eastwood. Film bittiğinde aklımda kalan şey 'kebin kıruv'un suratsızlığı idi, ben bu kadar sevimsiz hostes tipi görmedim daha..

231216
Oku..

Alice BoxSet


Lewis Carroll'ın 1865'te yayımlanan Alice's Adventures in Wonderland kitabında John Tenniel illüstrasyonları da yer almakta. Bu çizimler önemli çünkü o zamandan bugüne görsel mecra uyarlamalarında bu illüstrasyonlar esas alınıyor; çizgi romanları, çizgi filmleri, sinema filmleri.. Fantastik edebiyatın önemli eserlerinden olan bu maceranın devamı da 1871'de Through the Looking-Glass ismiyle gelmiş. Alice'ten başka kalıcı bir eseri bulunmayan yazarın aslı şairdir. Zaten Alice de komşunun küçük kızıdır.

Şimdiye kadar pek çok sinema uyarlaması yapılan maceraların en dişe dokunuru Tim Burton yönetimindeki Alice in Wonderland (2010) ve Tim Burton yapımcılığında James Bobin yönetiminde Alice Through the Looking Glass (2016) filmleri.


Alice in Wonderland (2010), 19. yy ortalarında maceraperest babasının maceraperest kızı olan Alice'in, normal bir çocuğunkinden biraz daha aktif bir hayal gücüyle büyümesini anlatarak başlıyor. Babasını kaybettikten sonra annesiyle baş başa kalan genç Alice, herkesin gözünde evlilik çağına gelmiştir. Oysa "Hele daha bi durun ya" demektedir. Tam herkesin önünde evlenme teklifi aldığı sırada gördüğü, ceketli bir tavşanın peşinden gider. Tavşan Alice'i bir kuyuya çeker ve burası Harikalar Diyarı'dır. Çocukken geldiği bu yeri yavaş yavaş hatırlar Alice, Wonderland'in rüya değil anı olduğuna ikna olunca da işe koyulur. İki kız kardeş olan Beyaz Kraliçe ve Kırmızı Kraliçe, tacı paylaşamamaktadır. Beyaz Kraliçe, Alice'in yardımıyla Kötü Kırmızı'yı yenip Krallığı kurtaracaktır.

Alice Through the Looking Glass (2016)'te ise arkadaşlarının yine Alice'e ihtiyacı vardır, Şapkacı iyice kafayı yemiş, kendini ölüme terk etmiştir. Derdi de ailesinin yaşıyor olduğuna inandığı halde onları bulamamasıdır. Alice, Zaman'ın yanına gider ve geçmişe ufak bi kaçamakla Şapkacı'nın ailesini kurtarma planı yapar. Ama geçmişi değiştiremeyeceğini çabucak öğrenir. Bu arada Kırmızı Kraliçe de geçmişe gidip tacı geri alma peşindedir.


Bu iki filme de puanım 6/10'dır, güzel filmler ama sanki bi şeyi eksik ikisinin de. Her iki film de Şapkacı rolündeki Johhny Depp reklamıyla çıktı ama ben Depp'i çok silik buldum hikayede. Hele ilk filmde iyice zayıf. Ki bak ne güzel de kadro var ortada: Mia Wasikowska, Helena Bonham Carter, Anne Hathaway, Sacha Baron Cohen..

Bu arada Alice in Wonderland (2010)'in üç Oscar adaylığından iki heykelcik çıkardığını da not etmek gerekir bir kenara.. En İyi Kostüm Tasarım ve En İyi Sanat Yönetimi..

111216
Oku..

Miss Peregrine's Home for Peculiar Children (2016)


Jake, çok sevdiği dedesi Abraham'ın çok sevdiği torunudur, sevişirler yani. Benim dedem öyle derdi rahmetli, sevdiği bir arkadaşından bahsederken "Çok sevişiriz filancayla.." diye konuşurdu mesela. Çocuk aklı, gülerdik keh keh; adaş idik dedemle.
Abraham, çocukluğundan beri Jake'e yatmadan önce fantastik hikayeler anlatır, işin kötüsü uyanınca da anlatır, daha da kötüsü büyüyünce bile anlatırdı. Jake çocukken inandığı bu hikayelerden büyüdükçe kurtulmak ister ama bu sefer de gerçekliğinden kendini alamaz ve psikiyatra gitmeye başlar.

Dedesinin ilginç ölümü ve son mesajı, Jake'i hikayeyi araştırmaya yöneltir. Dedesinin son sözleri "Peregrine'i bul, o sana her şeyi anlatacak" olur. Babasıyla beraber hikayenin geçtiği adaya giden Jake, çok geçmeden Bayan Peregrine'i ve Acayip Çocuklar Yetimhanesi'ni keşfeder. Aslında onlar Jake'i bulur, kendilerini tanıtırlar.


Bir takım işlevli-işlevsiz acayipliğe sahip yetimhane sakinleri Abe'in torunuyla tanıştıklarına çok memnundurlar. Dönemin bir Nazi saldırısında binaya isabet eden bir bomba yetimhaneyi yok etmiştir ama Bayan Peregrine, bomba düşmeden önceki son günü 'tekrara' alıp zamanı genişletmiştir. Yani zaman akıp gitmiş ama 'tekrara' alınan kişiler o günü tekrar tekrar yaşamak durumunda kalmıştır. Onların gözünde yetimhane ve ahalisi hayattadır, dışarıdan bakınca yetimhane bir harabedir.

Abe, yıllarca anlattığı ama kimsenin inanmadığı 'acayip ikizler, havadan hafif kız, görünmez çocuk, on insan gücünde ufak kız vb,' hikayelerini torununa aktarmış ve zamanı geldiğinde de onları bulmasını istemiştir. Peki neden zamanı gelmiştir? Demek kötü adamlar yoldadır!


Ransom Riggs'in yazdığı, 2011'de ilk kitabı yayımlanan -çok satan- Miss Peregrine serisi şu an üç kitap genişliğinde; filmleri de geliyor sırasıyla. Yani gelir herhalde. İlk film bu. Yönetmen Tim Burton. Bayan Peregrine'imiz Eva Green; Eva'nın memelerini göremediğim ilk film oldu, şimdiye kadarki her filmde gördüm. Başrolümüz Asa Butterfield; Hugo (2011)'da izlemiştik, çocuk idi büyüdü biraz. Yalnız ne kadar öncesinin filmiymiş ya Hugo (2011), hatırlıyorum Hatice vardı o zaman, beraber gitmiştik filme, nasıl yorgunsam uyumuştum sinemada, hey gidi... Kocaman gözleriyle Ella Purnell var kadroda, bir de Terence Stamp, Chris O'Dowd ve Samuel L. Jackson...

Film güzel, kötü değil, çok doyurucu iş hakikaten ama bittiğinde ilk düşüncem 'kitabı kesin daha güzeldir' oldu. Nedenini anlatırım da çok saçma gelir size. 10 üzerinden 7 verdim filme çok düşünmeden. İskelet olarak, Marvel'in X-Men'inden veya bilmemkimin bilmemneyinden çok farklı bir mevzu değil; acayip özellikli tipleri bir araya toplama ve kötü adamlara maruz kalındığında özelliklerden faydalanarak düşmanı alt etme aksiyonu.
Ama yani dokunduğu şeyin alev almasını sağlayan Yalaz Kız, her hikayede olan özellikli. Ve ya Bayan Peregrine'in kuşa dönebilmesi McGonagall'ın kediye dönmesinden çok farklı bir özellik değil. Ama genele bakıldığında gayet eğlenceli tipler de var tabii.

Fantastik sevenlere tavsiye edilebilecek bir film fakat Tim Burton sevenleri hayal kırıklığına uğratabilir. Çünkü alıştığımız Tim Burton bu değil.

101216
Oku..

Warcraft (2016)


Blizzard imzalı bir bilgisayar oyunu olan Warcraft'ın filminin yapılacağı yedi sene önce falan duyurulmuş. Şirket, filmin yaratımı sürecinde senaryonun, 'oyunu oynayanları' hayal kırıklığına uğratmayacak şekilde hazırlanması için çok ısrarcı olmuş, çok ince çalışılmış. Ben oyunu oynamadım, oynayanlardan dinlediğim kadarıyla film, hayranlarını mutlu etmiş.

İlk filmi Moon (2009)'la dikkatleri üzerine çeken yönetmen Duncan Jones, senaryoyu Charles Leavitt'le beraber yazmış. Görsel efektleri doyurucu, sanat yönetimi ve kostümler baya başarılı. Oyunculuklar için çok iyi diyemeyecek olmam Paula Patton'u gözden kaçırdığım anlamına gelmesin, keşke bir ödül alma şansı olsa önümüzdeki aylarda törenlerde. Bu arada film ilk çıktığında izlemedim çünkü maymunlar cehennemi tarzı işler pek ilgi alanıma girmiyor. Hikayesini hiç bilmiyordum, bu da o tarz bi şey sandım ama daha derli toplu bir macera imiş. Geçen galiba Oscar aday adayları açıklanmış da, biri anlatıyodu, orada geçiyodu ismi. Dedim bi izliyim, Efekt Oscarı'na koşabilir..


Başka bir dünyası olan yeraltı yaratığı Orklar, başlarında büyücü Guldan'ın gazıyla İnsanların dünyasını istila etmeye kalkarlar. Guldan gücünü canlılardan alır, ruhları emerek güçlenir, büyüsüne katık eder. Dünyaya büyülü bir kapı açılır ve öncü birlik savaş hazırlıklarına başlar. Ama ufak bir kabilesi olan Reis Durotan bakış açısını değiştirince Guldan'ın gücünü kullandığı yere çoraklık getirdiğini yani Guldan hiç olmasa kendi memleketlerinde sakin sakin yaşayacaklarını fark eder.

İnsanlar da kendi büyücüleri Muhafız'ın yardımıyla bu savaştan sağ çıkmaya çalışırlar. Esir Ork Garona, İnsanların tarafına geçer. Bir yandan iç savaş sinyalleri veren Orklar, bir yandan ne idiğü belirsiz Muhafız. Bu şartlarda tutuşurlar bir savaşa ve sonunda babasının ruhunu taşıyan Goel, "Siz daha durun, savaş yeni başlıyor!" mesajı verir.


Kadroda, Marvel'ın Howard Stark'ı Dominic Cooper, RocknRolla (2008)'nın Rakınrola'sı Toby Kebbell, -küçük rollü olay soyadlı Dominic'le Preacher'dan antrenmanlı- Ruth Negga ve kariyeri Hitch (2005)'le başlayan çikolata Paula Patton var.

Oyunu oynuyo olsam kesin daha yüksek bi puan verirdim ama şimdilik 6/10. Çünkü "Ork bir nedir yaa?!" kafasındayım ben.. Bu arada hakikaten ilk kim yazdı bu Orkları, komple yaratıcısı Tolkien mi lan bu dünyanın? Lanlu lunlu bitti yazı iyi mi..

41216
Oku..

Out of Africa (1985)


2008'de hayatını kaybeden usta yönetmen Sydney Pollack'ın en meşhur filmi değil belki ama en çok ödül alan filmiymiş Ouf of Africa (1985). Ran (1985) filmini izleyip, Kurosawa'nın elinden kim kapmış acaba En İyi Yönetmen Oscarı'nı diyerek haberdar oldum bu filmden. 7 büyük Oscar kazanan film toplamda 11 dalda ödüle aday gösterilmiş. Bence biraz abartılmış, tamam güzel film ama işte Akademi yapıyor arada böyle şeyler. Gerçi o zamanın aday diğer filmlerine de bakmak lazım ama -kafadan- Kurosawa'nın hakkı yenmiş.

Gel gör ki o kadar ödül içinde En İyi Kadın Oyuncu Oscar'ı Meryl Streep'e yar olmamış, olsun, o zamana kadar iki Oscar zaten zulalanmış eve. Oscar'a En Çok Aday gösterilme rekoru da yine ablamızda, 19 adaylıktan 3'ü ödüle dönmüş. Yani sinema tarihinin en başarılı oyuncusu mudur, belki de öyledir.


Maceralı bir hayatı olan Britanyalı öykücü Karen Blixen'in biyografisidir bu film. Hali vakti yerinde ancak gönül işleri çok istediği gibi gitmeyen Karen'in evliliğe dair umutları yitmek üzereyken, çulsuz ama zevkine düşkün Bror'la (Klaus Maria Brandauer) bir anlaşma yapar. Bror'la evlenip Afrika'ya yerleşecek, mandıra kurarak Baroneslik yapacaktır, Hanım Ağa yani. Kenya'da bambaşka bir hayatı olan Karen'e sıkıcı Afrika geceleri hikaye anlattırır ortamlarda. Ve hayatının aşkı olacak Denys'in (Robert Redford) hediyesi kalem, onu bir yazar yapar.


Kuvvetle muhtemel Australia (2008)'ya esin kaynağı olmuş film, safari sahneleriyle büyük dikkat çekiyor. Ki En İyi Efekt kategorisinde adı geçmiyor olması o aslanların gerçek olduğu ihtimalini iyice güçlendiriyor.

Filmde bahsetmek istediğim bir oyuncu daha var. Daha önce 1984 (1984)'te izlediğim Suzanna Hamilton. Bu kadar. Sadece adını anmak istedim. Çok sevdim.

Süresi 2.40 olan filme puanım 6/10.

31216
Oku..

Closed Circuit (2013)


Resmen 2013'ten beri izlenecekler listemde ama kısmet 2016 Aralık'ın gayet soğuk bir ilk gününeymiş. Güzellerden bir güzel, karizmatik, süpersonik Rebecca Hall'ın varlığıdır bu filmi listeye ekleten. Diyeceksiniz ki, e o kadar da güzel değil o zaman, baksana üç senedir yatıyo film.. Buna verecek bi cevabım yok.. Rebecca Hall'ın yanında Eric Bana ve Jim Broadbent var. Julia Stiles, Pınar Öğün ve Hasancan Çiftçi de kadrodaki diğer isimlerden.

John Crowley'nin, Brooklyn (2015)'den hemen önce çektiği bu filmin senaristi Steven Knight.


Londra'da, bir çarşının ortasında patlatılan kamyon, terörist bir canlı bomba eylemi. Faruk Erdoğan isimli bir Türk olayla bağlantısı olduğu gerekçesiyle tutuklanıyor. Eski sevgili Martin ve Claudia, Faruk'u savunmak için devletin yönlendirdiği avukatlar. Aslında beraber çalışmak istemiyorlar ama ikisinin kariyeri için de güzel dava. Tam bir cin olan Martin, mevzuyu anlıyor, Faruk'un aslında MI5 ajanı olduğunu Claudia'ya anlatmaya çalışıyor. Ve bu davanmın çözülmemesi için gerekirse MI5'ın kendilerini yaşatmayacağını da hemen fark ediyorlar. Martin bir süre sonra Claudia dışında etrafındaki herkesin MI5'la işbirliği yaptığını görüyor.

Adaleti yerine getirip gerçekleri açığa çıkarmak mı yoksa devletin refahı için sessiz kalmak mı?


Terörist tip olarak Türk ailesi seçilmesi ve aile reisinin eroin bağımlısı bir hırt olması Batı'nın bize oynadığı bir oyun mudur? Tam bir 'yav he he!' denecek görüş. Başka bir filmde Afgan olur o aile, başka filmde de İranlı.. Doğu teröristtir demek yanlışsa da terör eylemcileri genelde Doğu menşeili.. Biz de zaman zaman birbirimizi patlatıyoruz, açık konuşalım. Ama zaten hikayeye göre İngiliz Hükümeti de piçin teki; bi yerde ellerine düşen bitik bi Türk bulunca hemen pis işler yapıp üstüne atmaca.. Bi İngiliz de çıkıp "Batı bize düşmanlık besliyo zaten!" demiyo.. Dese çok komik olur yalnız, Amerika'ya Batı diyerek konuşsalar..

Ama güzel film. Hele mutlu son olmaması falan, tarz final ama büyük bir film değil. Orta sınıf gerilimin iyilerinden, 7/10.
Bir de, Türk ailenin arada Türkçe konuşması çok da şey değil, Hollywood'daki Türkçe malzemesi değil yani.. Sonuçta o başlıkta olması için Türk olmayanlardan Türkçe, kırık Türkçe duymak lazım..

11216



Yeni yazıları anında takip edebileceğiniz facebook sayfasını beğenmek için tıklayın!..
Oku..

Diario de Una Ninfomana (2008)


Nemfomani, bazıları hiperseksüalite diyor, cinsel dürtüleri çok artmış ya da cinsel aktivitesi son derece sık veya aniden beliren kişiler için kullanılan terimdir. Halk arasında 'adam delisi' de deniyor. Bu tabirden anlayacağınız üzere kadınlar için kullanılıyor, çünkü erkekte hiperseksüalite olunca normal karşılanıyor, kadında rahatsızlık.

Olay yaratan Lars von Trier'den Nymphomaniac (2013) filminin atası bu. Nasıl ataysa, beş sene var altı üstü aralarında. Ata dediğin biraz eski olur ama bu yeni ata. Fransız yazar Valerie Tasso'nun otobiyografik bir kitabından, günlüğünden film yapılmış, yani gerçek hikaye olduğu kabul ediliyor. Bence bu sebep bunu ata yapar. Kitap da çıktığında kendi çapında olay yaratmış ki film yapılmış. Fahişelik dönemini anlattığı günlüğünden sonra seks terapisti olan Tasso, hala bu konuda kitaplar yazmaya devam ediyor. Hadi şimdi bu seks bağımlılığından terapistliğe uzanan hayatın film yapılan kısmına geçelim.


İspanyol Christian Molina yönetimindeki filmde Belen Fabra Valerie rolünde. Val, İspanya'da yaşayan bir Fransızdır, büyükannesi vardır bir tek. İş hayatında başarılı olan Val, partnerleri pes edene kadar sevişir, yorulmak bilmez. Bir süre sonra bu tempoya ayak uyduramayan adamlar bir bir terk eder Valerie'yi, o yalnızlığa mahkum bir kadındır. İlk seksini hiç unutmaz, hiç unutamayacağı hale getirmiştir çünkü; 21 yaşındaki Val'i de Alba Ribas oynuyor.
Hayatından genel olarak memnun olan Val, bir gün bir adamla tanışır ve ilk defa biriyle hemen seks düşünmez ve aşık olur ona. Sonra hiç beklemediği bi adama dönüşür eleman, hayat olur zindan. Bu, iş hayatını da çok etkiler, işsiz kalır yani. Tam her şey bitti derken bi genelevde çalışmaya karar verir. Ve çok hoşuna gider bu, yeni zevkler keşfeder. Ama tabii bir noktada o da boka saracaktır. Bunca deneyimden sonra hayatın olayını çözmüşcesine havalara uçar Valerie, film çok umutlu biter.
Alba Ribas'ı hatta Belen Fabra'yı de daha önce El cadáver de Anna Fritz (2015)'te izledim..


Film bitince kitabın nasıl olduğunu tahmin edebiliyor insan, okunacak şey değildir kesin. Film hali de çok ahım şahım olmamakla beraber fena değildir, 5. Ama beni filmde en çok etkileyen Belen Fabra'ydı, sadece sevişen bi kadın diye değil, sürekli birilerini hatırlatıp durdu, her hareketi, bakışı falan, tanıdık birini izler gibiydi. Nasıl anlatılır ki o, hani hep görürsün de çok bilmezsin, yan komşu gibi mesela, bakkal gibi. Göz aşinalığı yani.. Ama bu filmle alakalı değil benle alakalı galiba..

Neyse, film idare eder, izlemek isteyin böyle şeyler. Ama dikkat, çok sevişmeli, bildiğin çok fazla erotik sahnesi olan film bu! Ben n'apıyorum lan, niye erotik film öneriyorum size, kapatacaklar blogu sonunda, yasaklı site olacaz..

11216
Oku..

VİZONTELE EMİN ŞİMDİ N'APIYOR?


Emin Abi, Anadolu'nun herhangi bir uzak doğu kasabasında yaşayan, mucitliğiyle tanınan ama deli denilen bir tikliydi. 70'lerin sonlarında köye gelen televizyon ve vericisiyle ilk karşılaştığında -Şerefsizim benim aklıma gelmişti!- nidası hala kulaklardan silinmedi. Köyün her türlü acayip işini gören Emin Abi, belediye başkanından berberine kadar herkesin günün birinde işinin düştüğü adam olmuştur. Öyle ki 80'lere gelindiğinde, kütüphanesiz bu köye kütüphane müdürü gönderildiğinde, kütüphane binası yine Emin Abi'nin büyük emeğiyle yapılmıştı. Kütüphane Müdürünün bacakları tutmayan kızı Tuuba'yla arasındaki aşk ise askeri darbeyle son bulmuştu. Asker yönetime el koyunca, Müdür tutuklanmış, karısı ve kızı da Ankara'ya dönmüştü.

Yıllar geçti tabii... Yeni bir darbe muhabbeti olunca aklıma geldi o zamanlar, dedim n'apıyodur acaba Deli Emin Abi?!. Atladım gittim ziyaretine, dinçliği karşısında bir dakikalık saygı duruşundan sonra bir de alkışlamak geldi içimden. O da beni alkışladı, unutmuşum tikini, yapmasana terbiyesiz, ihi, dedi. Üç köpeği var, Sağcı, Solcu, Ortacı koymuş isimlerini. Önce bir taneydi dedi, Solcu varmış ilk. Bulduğu her şeyi paylaşıyordu yanında kim varsa diye anlattı: Buraya ilk geldiğinde bi yerden çorap bulmuştu, parçaladı çorabı getirdi bir parçasını benim önüme koydu. Ne yapılır ki yarım çorapla. Öyle koydum adını... Ama -bazıları- dedi sen nasıl köpeğe böyle isim koyarsın, alındılar, bir tane daha aldım yanına, ona da Sağcı dedim, sırf gönülleri olsun diye... Vay efendim sen siyasetle ilgilenen herkese hakaret ediyorsun başladı. Bu ortacı da ondan. Hala daha laf eden oluyor ama olsun n'apalım..

Siti Ana ve Reis Bey gibi önemli isimler rahmetli olmuş. Üstünden kaç reis geçmiş bu zamana kadar hala Reis Bey diye anılıyor. Bütün diğer işe yaramazlar adam oldu diye anlattı. Kütüphaneyi n'aptınız asıl dedim, tablet yaptım dedi. Kimse bakmıyor ki kitabın yüzüne, ha eskiye göre yine meraklısı çok ama şimdi de teknoloji öne geçti. Ben de internet bağladım, tablet koydum masalara, dedi. Kendi yapmış tabletleri, ne var onu yapmada diye anlattı bi de. Gittik gördüm kendi gözlerimle, cidden deli bu adam, bildiğin tablet yapmış. Kuşunu da çakmış arkasına.

Çok geleni gideni oluyo mu köyün dedim. Yok dedi. Eskiden gelemezlerdi, şimdi gelmek istemiyorlar. Zaten gençler ne yapacak burda, hepsi şehre gidip koşturuyor he vallah. Köylü yaşlı kaldı artık; ya yaşlı ya çocuk. Gençler hep şehirli. Ama ne istesen var artık, senin son gördüğünden beri çok gelişti kasabamız, dedi. Sor mesela, ne istersin, dedi. Hiçbir şey istemem dedim, hiçbir şey olmaması daha güzel dedim. Yürü git lan, alay etme benle dedi. Şehrin keşmekeşini anlattım sonra, hak verdi biraz. İnternette görünce abartı sanıyoruz, demek hakkaten yaşanacak hali kalmadı ha İstanbul'un dedi. Sadece İstanbul değil, Ankara'ya gittim, oralı da trafikten şikayetçi, İzmirli de, Burdurlu da. Burdur'a n'oluyo lan dedi, güldük. Gerçi biz de şikayetçiyiz trafikten dedi, bi tane cadde var yüz tane araba var. Nüfus yok be o kadar.

Vizontele'yle aran nasıl dedim. İzleyecek bi şey yok ki koca televizyonda dedi. Çok arada güzel belgesel denk gelirse işte, bazen de haberler. Onun dışında her şey internetli, dedi. Herkesin elinde bu akıllı telefon. Telefonu cebinden çıkarınca aklına geldi, kasabaya inince ufak ufak devreler aliyim de şundan da yapiyim dedi.

Solcu, Sağcı ve Ortacı koşa koşa geldi peşimizden. Asiye Yenge'nin geldiğini haber verdiler. Ben, Emin Abi'ye 'hayırdır' bakışı atınca, biliyorsun o da yalnızdı yıllardır ben de, göz kulak oluyoruz birbirimize işte dedi. Yaş kaç oldu senin Emin Abi dedim, 69, niye sordun, dedi. Yok bi şey, maşallah, dedim. Ceviz getireyim yersin!..

Aralık16

not: Bu yazı ilk olarak Mağara dergisinin aralık sayısında, yazılısinema köşesinde yayımlanmıştır.
vinyet: Öğünç Ersöz
Oku..