Every Thing Will Be Fine (2015)


Amatör gibi film yapmış belgeselleriyle üç kez Oscar'a aday gösterilen 45'li Alman Wim Wenders. Yirmiye yakın uzun metraj sinema filmi de olan yönetmen, son beş senede üç kez belgesel filmleriyle adını duyurdu. Ha, izlemedim ayrı, ama belli ki belgeselde iyisin amca, ne zorluyon, bak leş gibi film oluyo sonra.. Aslında düzgün işlense hikaye fena değilmiş..


Tomas, yeni kitabı için notlar almak üzere, biraz da sevgilisi Sara'dan uzaklaşmak için sakin bir kar kasabasına gider. Günler geçer, pek bir şey yazamaz.. Sara'yla telefon konuşmaları gerer Tomas'ı.. Arabasıyla bembeyaz karlar içinde bir yolda giderken birden kızakla yola fırlayan bi şey görür. Basar frene ama, nası korkar, bi bakar çocuk oturuyo arabanın önünde bi şey olmamış.. Neyse kucaklar korkmuş çocuğu tepenin başındaki evlerine götürür, anne der ki "Öbürü nerde?"


Yanlışlıkla ufak bir çocuğun ölümüne sebep olan Tomas, Sara'dan da ayrılık yaşadığı bir bunalım dönemine girer ama çabuk atlatır. Yeni kitabı çıktığında, ölen ufaklığın annesini ziyarete gider, bir ihtiyacınız var mı diye.. Kate çizerdir, evden çalışır, tek çocuğuna bakar, koca yok zaten.. İlginç bir ilişkileri olur, Kate'in amacı oğluna güzel bir gelecek sağlamaktır ama mesele para değil.. Tomas'ın yayınevinde tanıştığı Ann'le bir ilişkisi olur, Ann'in bir de kızı vardır. İşte iki yıl sonra, üç yıl sonra, beş yıl sonra diyerek Tomas'ın değişen karakteri ve ilişkileriyle yükselen kariyeri anlatılır.. Ama Kate'in durumu parlak değildir falan.. Sara'nın hayatı da nerdeyse istediği gibidir..


Yani aslında düzgün işlense hikaye fena değilmiş, tekrar.. Ama görüntü yönetimi, görüntü kurgusu, oyuncu yönetimi, hatta belki oyuncu seçimi falan baya kötüydü. James Franco'nun öyle çok hayranı gibi bütün filmlerini izlemedim tabii ama ara ara denk geliyoruz işte, bildiğin gittikçe düşüyo performanslar, rol kesiyo gibi oynuyo artık.. Böyle, dur şuraya bi keskin bakış atayım, gözlerimi kısıp omuz düşürerek döneyim halleri.. Kolpacı oluyo yani.. Geçen True Story (2015) filmini izledim, o da rezalet, sinir oldum, yazmadım.. Bunu da yazmazdım da işte Rachel McAdams var, Sara rolünde, az var ama öz var, çok tatlı kadın; maalesef onun bile oyunculuğu kötü duruyo, replikler böyle basit öğrenci filmlerindeki gibi.. Ann rolünde Marie-Josee Croze diye tatlı bi kadın, Kate rolünde de -zamanında tanımadığım için fırça yediğim- Charlotte Gainsbourg var. (Film Hafızası oluşumunun iyice popüler zamanlarıydı, belki beni de yazarları yaparlar diyerek birkaç yazımı göndermiştim, yazılardan birinde Gainsbourg hakkında "tanımadığım bi kadın.." falan yazmışım, "Çok ayıp öyle dememelisin" falan diye mail dönmüşlerdi..) Küçük bir rolle de Peter Stormare, tatlı bi yayınevi sahibini oynuyor.. (Türkiye'deki yayınevi sahipleri gibi değil ama; bizde yayınevi sahibiysen burnun havalarda olacak biraz..) Kadrosuna kanıp izlemeyin bence, filme puanım 3/10..

29.12.15
Oku..

Listen to Me Marlon (2015)


1924-2004 arasında yaşamış ve o hayatla, hayat da onla çok uğraşmış. Karşınızda, hiç bilinmeyen ve eskiden daha çok bilinen halleriyle Marlon Brando. Benim kalemim değil pek, bana bi Adrien Brody yakınlığında değil yani, kırk kadar filminin dördünü izlemişim, ordan hesabet işte.. Bu sebepten, ben gibiler için güzel bir kültürel kaynak, Marlon'la da tanıştım, Mr. Brando'yla da.. Belgeselci Stevan Riley tarafından hazırlanmış film; yönetmenin daha önce dört belgeseli daha var.


Seneler içinde sık sık kendi sesini kaydedermiş Brando, Self-Hipnosis adını verdiği bir seri kaydı varmış böyle. Self-Hipnosis dediği, oto-telkin yani kendi kendinin psikoloğu olma, kendi kendine konuşup sorunu bulup çözüm üretme durumu.. İyi geliyormuş demek ki böyle yapmak, bak vakti gelince de ne amaçlarla kullanıldı o kayıtlar.. Bana biraz ince elenip sık dokunmuş kayıtlar gibi geldi, yani Cobain: Montage of Heck (2015)'teki kirli çamaşırlar ortada durumu gibi olmamış mesela; o çok acımasızdı.. Bu filmde gerektiği kadar anlatılmış hissettim. Anlaşılır, inandırıcı ve gayet aydınlatıcı olmuş.. Brando, ölmeden önce teknolojiyi güzel kullanarak bize çok tatlı bir de sürpriz hazırlamış..


Babası seyyar satıcı olan Marlon, serserilik yaparak zaman geçirirken, yakışıklı ve enerjik olması vesilesiyle oyunculuğa rahat giriş yapıyor. Her şeyi parayla ölçen babasının on yılda kazanacağı parayı altı ayda eve getirmesine evdekiler inanamıyor. Oyuncu olmasa dolandırıcı olabileceğini itiraf eden Marlon, çok rahat yalan söyleyebildiğini ve insanları kandırmak konusunda usta olduğunu anlatıyor. Bu özelliği, bazen de 'kendini bile kandırma' şeklinde tezahür ediyor. Ve o zaman yeni keşif olan metot oyunculuğuna çok uyuyor. Üçüncü filmi Viva Zapata! (1952) ile popülerliği yakalıyor..


Setteki güzel kızlar, röportaj yapan güzel muhabirler, çıtır hayranlar; Marlon hepsiyle yakından ilgileniyor. Tıpkı siyahi ayaklanmasında rahip King'in yanında olup, Kızılderililerin haksızlığa uğradığı dönem Oscar'ı reddederek insanlık onuruyla ilgilendiği gibi.. Üç evlilik geçiriyor ve beş çocuk sahibi oluyor..
72'de son eşi Tarita'dan ayrılıyor ve o sene The Godfather (1972) vizyona giriyor.. Bu film düşüşe geçen kariyerinde pik oluyor, Oscar'ı buna rağmen reddediyor. Sırf para için Superman (1978)'de oynayıp, "Çok saçma replikler okuyup, 12 günde 14 milyon kazandım.." demeci veriyor.. Ardından kilo almaya başlıyor, Coppola ile yine efsane bir film yapacağı anlaşmayı imzaladığı halde..
Apocalypse Now (1979), sırf Brando için, ışık düzeni değişerek, set saatlerce sarkarak ve yapımcı epey para kaybederek tamamlanmış. Film efsane olup, ödüllere boğulmasına rağmen, Coppola ve Brando'nun hakaretleşmeleri döneminde çok konuşulmuş. Brando buraları yorumsuz geçiyor..


İş hayatı böyleyken aile hayatı sorunsuz olur mu?! Babası gibi bir baba olmayacağını kendine söz verdiği halde, ister istemez kan çekiyor ve bu da itiraflarında yer alıyor. Oğlu, üvey kızkardeşinin sevgilisini vuruyor, hem de Brando'nun evinde.. Birkaç sene sonra kızı intihar ediyor.. Gençliğinden beri Tahiti hayranı olan Brando'nun, imkanı olduğu günden beri Tahiti'de evi var. Onun kaçma noktası, cenneti orası.. Kızı da orada asıyor kendini..


Ben bütün filmi anlattım nerdeyse, izlemenize gerek kalmadı :) Konu başlıkları bunlar en azından, daha fazlası ve detayları için filme bakınız. 7/10 puan verdiğim filmin imdb.com puanı 8,5.. Brando sekiz kere Oscar'a aday gösterilip ikisini kazanıyor, Golden Globe'da ise oranı yükseltip onda beş yapmış.. 2004'te öldüğünde nedense ölüm nedeni saklanmıştı ama galiba zamanla yemekten olduğu duyuldu. 80 yaşında ve şişman bir adamdı..

27.12.15
Oku..

Unexpected (2015)


Beklenmedik ne olabilir sizce? Tabii ki bebek.. Modern çağ sorunu gibi, hastalık gibi korkutuyo başta.. Ama sonra alışıyo insan.. Yani daha başıma gelmedi de çok gördüm çevremde, izledim ekranda, okudum bi yerlerde..
Kris Swanberg, geri planda kalmış, ikinci sınıf denilen Amerikan sinemasının az bilinen yönetmenlerinden bir hanımefendi. Bir arkadaşıyla beraber yazdığı bu film, üçüncü uzun metraj yönetmenliği; başka projelerde oyunculuk yaparak da geçimini sağlıyor anladığım kadarıyla..


Kadroda, HIMYM (2005-14) ve The Avengers (2012)'ta oynayan Cobie Smulders gibi popüler bir kişinin olması filmin daha büyük bir kitleye ulaşmasını sağlamış ve okuduğunuz üzere kendinden bahsettirmiştir. Diğer öne çıkan rollerde çikolata Gail Bean ve daha geçen gün The Intern (2015)'de ufak bir rolle izlediğim Anders Holm var.


Samantha, devlet okulunda, bi lisede, Fen Bilgisi öğretmenidir. Öğrencilerini gerçekten sever - hani şu anaç hocalar olur ya öyledir. Onların iyiliğini düşünüp durur, bi yerlere gelsinler ister. Bu arada hamile kalmıştır Samantha. Sevgilisi de kendisi de hiç beklemiyordur; evlenirler. Ama anne olma fikri çok ağırdır otuz yaşındaki Samantha için. Sonra öğrenir ki, en iyi öğrencisi Jasmine, on yedilik Jasmine de hamiledir. İyi de o daha üniversiteye gidecek falan diye onun yerine dertlenir Samantha. Bi anda kendi durumunu unutup daha kötü durumdaki öğrencisi için dertlenir. Artık onlar öğrenci-öğretmen ilişkisini aşıp kanki olmuşlardır; beraber yogaya giderler falan..

Sağdaki eleman Sundance ekibinden, gömlekli abla da yönetmen Kris Swanberg..

Samantha gerçekten yardım etmek için mi Jasmine'in yanındadır yoksa kendi acısını unutmak için başka hayatlara karışarak bencillik mi yapıyordur. Zorla Jasmine'i üniversiteye götürmesi tam ne demek oluyordur. Tatlı hikaye işte. Kategori olarak dram ama öyle ağlatan bir şey değil, hatta yer yer komedi.. Çok kaliteli bir film olmamakla beraber leş bir film de değil. 5/10 puan veriyorum, imdb.com puanı 5,6..

27.12.15
Oku..

The Lobster (2015)


'Allah bilir ne demek istedi' tip yönetmenlerden Yunan Yorgos Lanthimos'un ikinci filmini izlemiş oldum. Yani ne diyim.. Yapıyolar işte böyle şeyler; biz de zaman ayırmaya, izlemeye çalışıyoruz, yetmiyo gibi bi de hakkında bi şeyler yazıyoruz.. Hikaye kurgusuna diyecek bir şey yok, güzel anlatılmış, oyuncular zaten olmuş tipler ve güzel de idare edilmişler belli ki (bunlarla film pırıl pırıl gözüküyor) ama anlatılan şeye dönüp bir bakıyorum, peh. Hal böyle olunca diyoruz ki senin derdin hikaye anlatmak değil, şov yapmak. Hele bi de böyle kadrolar kurup kurup, izlemek zorunda bırakıyolar insanı..


Nasıl oluyor o da belli değil, göya düşük bütçesi sebebiyle her yerde gösterime giremeyen, festivallerde seyirciye koşan yapımlar: Colin Farrell, Ariane Labed, Lea Seydoux, Rachel Weisz, Angeliki Papoulia, John C. Reilly ve Ben Whishaw.. Bi tek Angeliki çok ünlü değil gibi, onu da Ariane ile beraber oynadıkları Yorgos'un bir diğer filmi Alpeis (2011)'ten biliyorum. Güzel kadro kurmuş adam valla, başrol Farrell ve Seydoux özellikle cuk oturmuş yani..


David, karısından ayrılmış, boşlukta bir adamdır. Bir otel vardır, ormanın içinde, huzurun kucağında; çift etme kampı. Anladığım kadarıyla yalnız gelenler bütün eşyaları ve alışkanlıklarından kurtulup, hayatlarını düzene sokup eş bulma uğruna geliyolar. Üniforma gibi herkesin aynı kıyafeti giymesi isteniyor. 45 gün süre ve katı kurallar var; kurallara uy, dengin bi eş bul ve bize bildir. Gerçekten uygun olup olmadığın kontrol ediliyor ve uygunsan kampta çift olarak devam edebiliyorsun. Kamptan çıkılabiliyor mu bilmiyorum, hatırlamıyorum bahsedildiğini. Ha zaten çift olmak zorundasın galiba her türlü.. Ama kaçılabiliyor otelden. İlk kaçılan yer ormanda da, ayrı bir kamp var. Asiler kampı!.. Oteldeki sisteme karşı olanlar bunlar, otelde kalanlar tarafından avlananlar..
Bu arada o 45 günde çift olamazsan dönüştürme makinesinde hayvana dönüştürülüyosun, David'in dönüşmek istediği hayvan da ıstakoz, lobster.. Bu lobster o lobster..


Bambaşka bir dünya kurmuş, çok kasınca beyin yakan bir film. Ha, çok etkileyici hareketler, şovu şov yapan şeyler yok mu, var.. Zaten biraz da bunların hatırına ama en çok oyunculuklar hatırına 5/10 veriyorum filme. imdb.com puanı da 7,5.. Çok uzun zamandır izlenecekler listemi işgal eden bir filmden kurtulmanın mutluluğunu yaşadığım şu dakikalar da öğreniyorum ki film, altı farklı ülkenin ortak yapımındaymış. Kafayı yiyecem.. Çok değerli projeleri çüküne takan olmazken..

24.12.15

Film yıllandıktan sonra Oscar adaylığı verdiler iyi mi.. En İyi Senaryo Oscar'ı için yarışacak..

280117
Oku..

The Intern (2015)


Emekli bir yaşlı olduğu yetmezmiş gibi bir de karısını kaybeden Ben, sıkıntıdan yoga falan yapar. Yıllardır çalışmaya alışmış, zamanında iyi de çalışmış bir adamın bomboş kalması can sıkıcı bir durum tabii. Sabah kalktığında boş boş oturmak çok saçma gelir Ben'e, iş bakmaya başlar. Birkaç görüşmesinden olumlu sonuç alamaz. Sonra bir internet alışverişi sitesinin ilanını görür. Stajyer arıyorlardır ve 60 yaş üstü.


Jules tam bir işkolik. Bir küçük kızı var, bir de kıza bakıcılık yapan ev beyi kocası. İşini çok severek yapıyor Jules ama her şeyin kusursuz olmasını istediği için biraz gergin; huysuz patroniçe yani. Her şey çok iyi gidiyor; bırak ailesini, kendine zor zaman ayırıyor ama olsun, işler tıkırında en azından. Yoksa öyle değil mi? Şirketin durumu çok iyi değil aslında, çünkü kontrolsüz büyüyen bir pazar. Yardımcıları, pazarlama alanında tecrübeli bir stajyer pozisyonu açarak Jules'a danışman almak istiyorlar. Ben, bu şekilde Jules'un asistanı oluyor.


Yazan yöneten Nancy Meyers, yönetmeye başladığından beri kendi yazdığını yöneten bir sinemacı teyze. 98'deki ilk yönetmenliğinden önce Private Benjamin (1980)'le en iyi senaryo Oscar'ına aday gösterilmiş. The Intern (2015)'de başrolleri iki Oscar'lı Robert De Niro ve tek Oscar'lı Anne Hathaway paylaşıyor. Bir de yeni yeni piyasaya ısınan 93'lü Christina Scherer tatlılıktan ölüyor. Jules'un kocası rolüyle de Anders Holm yerini alıyor.
Filmin öyle çok bi numarası yok ama işte, kış modu; battaniye, kahve falan, gideri var, tatlı hikaye.. Birkaç yerde sesli güldüm, mizahı güzel..

24.12.15
Oku..

Macbeth (2015)


Filmi izleyip, sadece "Harikulade, izleyin!..", "Güzeldi, izleyin!.." gibi iki kelimelik tanıtım yazmayı falan düşünüyordum başta. Beğeneceğimi zaten biliyordum yani, her türlü tavsiye edecektim. Konusundan falan bahsetmeyi zerre düşünmemiştim. Dün, filme mi gitsem, vizyondan kalkmadan izleyeyim artık şu filmi derken şarjım bitti. Bi arkadaşıma uğradım, "Baksana hangi sinemada, kaçta oynuyo.." falan diyerek.. "Macbeth ne ya, geçen biri daha gidiyodu, güzel mi ki?" dedi. "E, klasik hikaye işte, oyuncular iyi falan..", "Ne konusu, ne anlatıyo?" falan dedi.. Şaka yapıyo sandım ama yok, baya bilmiyodu ve duymamış hiç Macbeth'i.. O an uyandım ben mevzuya, ben Shakespeare okurken, o Kierkegaard okuyo; aynı yörenin insanları ama bambaşka dünyalar.. Gayet olağan bi şey aslında.. Artistlik yapmanın lüzumu yok!..

William Shakespeare, 16. yy'da yaşamış İngiliz yazar, şair. O dönem zaten yazar dediğin ya bilimadamıdır, kitap yazıyordur ya da drama yazarıdır tiyatro yönetiyordur. Shakespeare göremedi sinema dünyasını ama sinemada onun eserleri çok görüldü. Sinemaya ilk uyarlanan oyunu Macbeth (1898)'ten sonra -imdb.com'a göre- 1109 kez eserleri filme alındı, alınıyor; sadece şu dönem bile yapım aşamasında olan 27 eseri var. En meşhur hikayeleri, Romeo & Juliet, Hamlet ve Macbeth.. Toplamda 38 oyunu 150'den fazla şiiri var.. Oyunlarındaki şiirsel replikler, onun alametifarikası..


Macbeth (2015), üç kişilik senaryo ekibinin emeği olan bir uyarlama; güncelleştirme yapılmadan, Justin Kurzel tarafından yönetilmiş. Bir Shakespeare oyununu -hem de güncelleştirme yapılmayacaksa- senaryoya çevirmek çok zor değil, zaten dili İngilizce - sıfır dert; çünkü adam sahne sahne yazmış, o kadar güzel anlatmış ki atmosferi geriye sadece iyi bir oyuncunun o replikleri okuması kalıyor. Bu sene Hollywood'un kralı ilan ettiğim Michael Fassbender Macbeth'i, sadece Hollywood'un değil dünya sinemasının kraliçesi Marion Cotillard da Lady Macbeth'i oynuyor. Kadrodaki diğer öne çıkan isimler: Macduff rolünde Sean Harris, Lady Macduff rolünde Elizabeth Debicki, kuzen Banquo rolünde Paddy Considine ve onur konuğu olarak Kral Duncan rolünde David Thewlis.


Peki ne anlatıyor Macbeth?
Macbeth, cesurluğuyla aleme nam salmış İskoç bir asker, komutan. Girdiği her zorlu mücadele kralının lehine sonuçlanıyor. Bir gün yine bir cenk kazanılıyor ve sislerin içinde üç kadın görüyor Macbeth ve yoldaşı Banquo. Kadınlara yaklaştıklarında, onların birer büyücü, sözlerinin ise kehanet olduğunu anlıyorlar. Macbeth'e "Selam sana Glamis Beyi" der ilk büyücü, ikincisi "Selam sana geleceğin Cawdor Beyi", üçüncüsü "Selam sana geleceğin kralı.." der. Bunlar ne güzel sözler. Banquo, "Bana da malumat verin" der, "Selam sana geleceğin kral babası.." sonra sislerin içinde yok olurlar. Macbeth'le Banquo gördükleri şeyin gerçek olup olmadığını anlayamadan dönerlerken kralın habercileri gelir. "Kral Duncan başarılarını duydu ve seni tebrik ediyor Macbeth, Cawdor'un yönetimini sana verdi."


Karısı Lady Macbeth'e olanı biteni mektubunda anlatan Macbeth, ertesi gece Kral'ı otağında ağırlayacaktır. Lady Macbeth, madem kral olacaksın zaten, neden süreci hızlandırmıyoruz diye Macbeth'e akıl verir ve o gece Duncan misafirlikte öldürülür; kayıplara karışan oğlu suçlanır ve kral, Macbeth olur. Psikolojisi bozulan ve çevresinde sürekli öldürdüğü insanların hayaletini gören Macbeth'e, karısı sahip çıkmaya çalışır. O şeytanlar Macbeth'e görünüp yalan müjdelerini vermeseydi, Macbeth hala onurlu ve cesur bir komutan olarak bilinirdi.

Böyle hikayelerin klasik olmasının sebebi, insanlık hallerine -sadece yazıldığı dönem de değil- yaşanılan her saniye inanılmaz bir bilgelikle ışık tutuyor olmasıdır. Onun içindir ki, bu tarz hikayeler, mümkün olduğunca ileriye taşınabilecek çağ şartlarında revize edilmeli ve işlenmelidir. Bundan yüz yıl sonra belki sinemanın modası geçer, içtiğimiz su bize hikayeler anlatır - o suya bu kıssaları yükleyecek beceride olmalıyız. Yani bu klasiklere özen gösterip, bir yandan da kendi klasiklerimizi yaratmalıyız. Çünkü insanın buna ihtiyacı var.


Filme teknik yorumum ise kurgusunun, görüntüleri kadar iyi olmadığıdır. Ama yapmaya çalıştığı şeyden dolayı tebrik etmek gerekir. Ancak filmdeki cadı sayısındaki artışa anlam veremedim, bi tane de çocuk cadı vardı falan..
Yönetmenin seneye gösterilecek bilgisayar oyunu uyarlaması filmi, Assassin's Creed (2016)'e hazırlık yaptığı sezilmektedir. Nitekim yeni filmin kadrosu da bu filmin başrollerini kapmış. Merakla beklemeyip de n'apacaz?! Filmin Oscar'daki tutunacak dalı oyunculuklardır, adaylık olursa öyle olur. imdb.com puanı 7,4 olan filme puanım 7/10..

23.12.15
Oku..

Beasts of No Nation (2015)


Nijerya kökenli Amerikalı yazar Uzodinma Iweala'nın 2005'te yayımlanan aynı isimli romanından, filmin yönetmeni Cary Joji Fukunaga tarafından senaryolaştırılan yapım bu sene ödül törenlerinde çok konuşulur bence. Efsane film olmuş. Başrollerde Abraham Attah ve Idris Elba var. Elba, Golden Globe'da En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülüne aday gösterildi bile, Oscar da akar muhtemelen.. Zaten Avrupa'dan ödülleri toplayan filmi, hemen devamında Netflix satın alıp internete koydu.. Bu da güzel numara ha..


Batı Afrika'da yaşanıyor dram. Savaş var. Çocuklar sokakta oyun oynuyor çünkü okullar tatil edilmiş, onlar da zaman geçiriyor işte. Başrolümüz Agu, semtin haylazı. Babası öğretmen ama şu sıralar tarlasını sığınmacılara açmaya çalışan bi yardımsever. Devletin askeri geliyor köyde terör estiriyor. Anne bi şekil ufak kardeşle beraber kaçıyor, Agu'nun babası askerler tarafından öldürülüyor. Abisiyle beraber ormana kaçıyorlar ve o sırada abi de vuruluyor ve artık hayatta tek başına kalan Agu, koşuyor ormanda.. Sonra yakalanıyor, direniş ordusu buluyor Agu'yu..


Kumandan, Agu'ya sahip çıkıp diğer çocuklarla beraber askeri eğitim aldırıyor. Agu artık istese de istemese de direniş ordusunda yerini alıyor. Çok kötü şeyler yaşıyor. Adam öldürüyor, arkadaşları ölüyor.. Kumandan, nereye çeksen oraya gidecek yaştaki Agu ve Strika'yı özel koruması yapıyor; her işinde kullanıyor. Öğretmen babanın haylaz çocuğu Agu'nun savaşçı olma hikayesi, psikoloji yıpratıyor.


İyi ki 'gerçek bir hikayeden alınmıştır' demedi filmin başında/sonunda.. İyice kötü ediyo öyle şeyler.. Gerçi bu olanların -bir yaklaşık sonuçla- yaşanan şeyler olduğu da çok gizli bilgi değil. En basiti, en yakını, hemen doğumuzda oluyor.. Benzer göç hikayeleri, benzer çocuk savaşçılar.. Yani filmde gösterilen, o çocukların nasıl elde keleş, karın aç bi şeyler yaptıkları; çok gerçek.. Filminde de söylenen o, bu çocuk hayatta kalsa bile o psikolojiyle, kime, neye, niye çalışacak.. En kötü ihtimalle yirmi sene sonra bu çocuklar adam olup bi şey üretecek, bi yerler yönetecek.. Onun için onlara iyi bakmalıyız.. Umalım da bu durumdaki kardeşlerimiz bu bataktan en az hasarla kurtulsun.. Dünya böyle böyle sıçıyo işte..


Film, iki saati biraz geçkin, molalı izlemekte fayda var, puan dersen 8/10.. Filmin yönetmeni Fukunaga, normalde, yani 2003'ten beri pek çok kısa filmler yapmış, yapana yardım etmiş; bu filme kadar üç tane de uzun metraj çekmiş. Ama asıl bilinmesi gereken: True Detective dizisinin efsane ilk sezonunun yönetmenliğini yapan adammış. Ben de yeni öğrendim, ayrıca sevindim. Bu arada True Detective dizisi iki sezondur harika giden bir psikolojik polisiye, o da şiddetli tavsiye..

21.12.15
Oku..

Heartbreakers (2001)


Jason Lee'yi merak ettim, bi dizisini izlesem mi ne yapsam diye karar aşamasında filmlerine göz atarken buldum bunu. Baktım Jennifer Love Hewitt var, Ray Liotta falan da var. Sonra fark ettim, ben hiç Jennifer Love Hewitt de izlememişim, çok da tatlı kadındır ama ıskalamışım işte. Elbet izlemeliyim bu filmi diye şe'yaptım, indirdim. Bu üçlü haricinde kadroda Alien'ın ilk filmlerinden bileceğiniz Sigourney Weaver ve küçük bir rolle de -Hangover filmleriyle kendini sevdiren- Zach Galifianakis var..


Anne kız şirket olmuş, zengin adam ayıklayıp para indirme peşindeler. Anne, bir adamın aklını alır, üç ayda evlenilecek kıvama getirir, sonra kız gelir adamın aklını alır, anne bunları basar ve yüklü bir tazminatla boşanıp aynen topuk. Kız artık isyanlarda, ben tek başıma çalışcam, senin himayende olmak istemiyorum kafasında; Anne, korumaya çalıştığı kızını aşk denen illetten mahrum bıraktığının farkında değil. Ama gün geliyor işler ters gidiyor, Kız aşık oldu olacak..


Bu tarz eğlenceli aksiyonu seven var sevmeyen var, herkese izletemezsin ama ben zaten arada izliyorum, biraz da kafa dinleyelim, düşünmeden bakalım şu ekrana kardeşim.. Hep sanat filmi izleyecek değiliz ya. Kendi klasmanında 'fena değil' filmlerden, 6/10.


Filmin senaryosunu üç kişilik bir ekip yazmış. Bu filmle ikinci sinema filmi yönetmenliğini yapan David Mirkin, aslında -şu ünlü çizgi film- Simpsons'ın patronu, yapımcısı.. Senelerdir mizahın içinde çalışan Mirkin'in filminde mizah kullanımı bir de bu açıdan bakılınca bir rahatlama geliyor. Mizahı da güzel, eğlencesi de ayarında, bana izlemek istediğim oyuncuların güzel bir sunumu da yapılmış oldu; ben beğendim. Ayrıca Jennifer Love Hewitt gerçekten efsane seksi bir kadın. Bu filmde 21 yaşında olduğu da düşünülürse.. şimdiki yaşı ortaya çıktı eheh..

21.12.15
Oku..

Jurassic Park Boxset


Kasedi biraz başa saralım.. Michael Crichton, 66'daki ilk romanından beri Amerikalı bilim kurgucu yazarların en bilindiklerinden, çok satanlardan. 72'de romancılığını sinema yazarlığıyla, senaristlikle birleştiriyor ve beyaz perdeye çok sayıda tıbbi bilim kurgu hikaye buluyor. Bir yandan da romancılığı devam ediyor tabii, senaryolar genelde sipariş üzerine yazılıyor, romanlar ise kişisel merakı ve bilgisiyle. 1990'da Jurassic Park romanıyla olay yaratıyor. Tabii ki filme alınması gerektiğine inanılıyor ve Steven Spielberg'e emanet edilen ve epey efekt kasılan film, üç senede anca seyirciye hazır hale geliyor.


Jurassic Park (1993), maceracı bir zengin amca olan John Hammond'ın, çocukların hayalini gerçekleştirme arzusuyla giriştiği bir olayı, fikir almak ve beraber çalışmak için işinin ehli üç bilim insanına göstermesiyle girdiğimiz dünya, dinozorlar dünyası. 205-140 milyon yıl öncesi bir aralığı gösteren Jura Devri'nde yaşadıkları bilinen dinozorların, soyları tükenmesine rağmen bir şekilde saklanan genleriyle kopyalarının üretilmesi anlatılıyor. Muhteşem bir koruyucu olan çam balı yani reçine içindeki bir sivri sinek. Zamanında bir dinozorun kanını emmiş ve ağaca konduğu sırada bala yapışıp kalmış, kurtulamadığı bal onu çepeçevre sarmış ve resmen koruma altına almış. Ve işte milyon yıllar boyunca bu şekilde kaldıktan sonra Hammond'ın araştırmacıları tarafından bulunmuş ve kopya dinozorlar üretilmesi fikri gelişmiş.


Jurassic Park, bilinen bütün çeşitlerinin kopyalandığı, yeniden yaşama fırsatı bulan dinozorların hayvanat bahçesi gibi seyircili bir park. Özellikle çocukların çok ilgi göstereceği park, dünyanın parasını kazanacak. Hammond da işini ehli adamları buraya getirip son düzeltmeleri yapmalarını istiyor. Ancak kötü adamlar iş başında ve DNA hırsızları sayesinde yırtıcı hayvanların yaşadığı parkta aksiyon başlıyor.


95'te gelen devam romanı 'The Lost World', The Lost World: Jurassic Park (1997) adıyla yine Spielberg tarafından filme alındı. İlk filmde bütün ada ve dinozorların telef olduğu düşünülürken sağ kalmayı başaran yavru canavarlar, aradan geçen dört yılda büyüyüp adanın hakimi olmuşlardır. Durumu fark eden Hammond, farklı bir ekip kurarak burayı önceki hayaliyle birleştirir ve daha vahşi ama güvenli bir parka çevirmek ister. Maalesef ki hırçın dinozorlar buna izin vermeyecektir. Ve aksiyon adanın dışına taşacaktır.


İlk filmin efsaneliğinin çok çok gerisinde kalan bu ikinci filmden sonra biraz ara verilir. Fakat bir potansiyel olduğu da hep bilinir. Hikaye için genç bir yazar ekibi kurulur, senaryo yazdırılır ve Jumanji (1995)'nin yönetmeni Joe Johnston'a emanet edilir. Jurassic Park III (2001). İlk filmdeki araştırmacılardan Dr. Grant'a, dinozorlarla olan macera bilgisinden yararlanmak üzere iyi para ödeyen bir çift var, Kirby çifti. Bu sefer dinozor parkı projesi kötü adamların inisiyatifinde. İlk iki filmden kopuk, Hammond'sız ve vasat bir devam filmi. Kalite olarak ikinci filme yakındır ama hikaye kullanımı sınıfta kalmıştır.


Bambaşka bir yazar ekibiyle, taze sinemacı Colin Trevorrow yönetiminde çekilen dördüncü devam filmi Jurassic World (2015), diğer devam filmlerinin bir tık üstüne çıksa da vasatı geçemiyor. Yıllar sonra, Hammond'ın -yeğeni mi neyiyse işte- bir yakını, hayalleri gerçek etmiş. Park ziyaretçilere açılmış. İlgi o kadar yoğun ki, daha başka ne yapılabilir diye düşünülmeye başlanmış. Her sene biraz bi şey değiştirip ilgiyi hep canlı tutma peşindeler. Patron diyor ki, daha vahşi, daha saldırgan dinozorlar üretin. Bilim adamları büyük gizlilik içerinse DNA'ları çorba ederek en vahşi hayvanı yaratmışlar. Artık dinozordan çıkıp canavarlaşmış bir hayvan. İşte mürekkep balığının kamufle özelliği, bilmem ne maymunun koku alma şeyi falan diye diye savaş makinesi etmişler hayvanı, e nasıl tutacan onu kafeste. Bir de insanlar var artık parkta. Aksiyon başlar.


-Jurassic Park (1993), teknik dallarda aday gösterildiği üç Oscar'ı da kazanmıştır. Sam Neill, Laura Dern, Jeff Goldblum, Richard Attenborough, BD Wong ve Samuel L. Jackson kadrodaki isimler. Ayrıca imdb'de top#198
-The Lost World: Jurassic Park (1997), görsel efekt Oscar'ına aday olup Titanic (1997)'e kaptırmıştır. Jeff Goldblum, Julianne Moore, Richard Attenborough, Vince Vaughn ve Pete Postlethwaite..
-Jurassic Park III (2001)'te ise Sam Neill, Laura Dern, William H. Macy ve Tea Leoni var..
-Jurassic World (2015), Bryce Dallas Howard, Chris Pratt, Irrfan Khan, Vincent D'Onofrio, Ty Simpkins, Katie McGrath, Judy Greer ve ilk filmde de aynı doktor rolünü oynayan BD Wong.. Bu filmde başrol olan Bryce Dallas Howard, ne kadar başrol de olsa bir serinin devamı olmaktan kurtulamıyor. Ne diyor bu diyeni Despair [2010]'e alalım.


Bir Star Wars kadar olmasa da büyük bir hayran kitlesi olan hikayedir Jurassic Park. Yani hiç izlememiş olan komple izlemeyecekse bile ilk filmi kesin bi izlesin..

20.12.15
Oku..

Slow West (2015)


Aşırı romantik, tertemiz film, kesin izleyin, kafadan 8 veriyorum 10 üzerinden. Hikaye western'de geçiyo, Amerika'da. Britanya'da İskoçya diyarında başlayan masal, zengin oğlan fakir kız temalı. Köylü kıza tutulmuş bir soylu sıkotiş genç, ailesini silmiş aşkı uğruna. Oğlana söz geçiremeyen aile, kız ve babasını tehdit etmişler, onlar da kaçmış çok uzaklara. Western'de aranan tiplere 'ölü ya da diri' ödül koymak adettendir. Kızı bulmaya çalışan genç mecnun Jay, tekinsiz yol macerasında ödül avcısı Silas'la tanışır. Silas, hiç ses çıkarmadan Jay sayesinde Rose ve babasına ulaşıp 2.000,00 $ (iki bin dolar) ödüle konacaktır. Jay de garibim, habersizdir ödülden falan.


Ama Rose ve babasının peşindeki tek ödül avcısı Silas değildir. Eski dostu Payne ve çetesi bir yandan, sinsi bir başka pislik öte yandan hep beraber hedefe yaklaşırlar. Yol boyunca arkadaş olan Jay ve Silas, Rose'ların evine geldiğinde ortalık zaten karışmıştır. Ve öyle bir final olur ki, gel de ağlama, zor tut kendini. Çok beğendim romantizmini.. Ya da bilmiyorum o an çok beğenmiştim ama şimdi düşününce o kadar da etkileyici değil mi ne.. Fakat o kadar güzel detaylar var ki filmde - bunlardan bir tanesi alttaki sahne mesela..



En sonda, çok şık fotoğraflarla ölüler anılıyor, çok güzel olmuş.. Yazan ve yöneten, ödüllü iki kısadan sonraki ilk uzun metrajını çeken John Maclean. Kadroda ise ergen kardeşimiz Kodi Smit-McPhee, kralımız Michael Fassbender, The Dark Knight Rises (2012)'tan hatırlayacağınız Ben Mendelsohn ve geçtiğimiz üç seneyi dizi setlerinde geçirmiş ama bundan sonra bol bol filmlerde izleyeceğimizi umduğum 85'li Caren Pistorius var.


Fassbender galiba bu senenin kralı hakkaten: Macbeth (2015), Slow West (2015) ve Steve Jobs (2015).. Hepsi de öne çıkan, ses getiren, kaliteli yapımlar. Geçtiğimiz sene benzer durum Matthew McConaughey için böyleydi: The Wolf of Wall Street (2013), Dallas Buyers Club (2013) ve Interstellar (2014)..
İki üç senede bi kral yetiştirse Hollywood çok şık olur, hatta benim adayım Sam Rockwell valla, şöyşe çat çat çat diye iki üç bomba koysalar önümüze de aklımızı alsalar.. Aynı durum aktris klasmanında da işliyor, buyrun: Jennifer Lawrence, 4 senede 3 Oscar adaylığı gördü, birini zaten adlı, bu sene de kuvvetle muhtemel aday.
Neyse efendim, Slow West (2015) güzel film, izleyin!..


17.12.15
Oku..

Me and Earl and the Dying Girl (2015)


Jesse Andrews 2012'de basılan filmle aynı isimdeki ilk romanını kendi senaryolaştırıp yönetmen Alfonso Gomez-Rejon'a teslim etmiş. Alfonso da aslında dizi sektöründe ama geçen sene bir korku filmi yapıp sinemaya atılmış. Yani ikisi de çok tecrübeli tipler değil ve bu film tecrübenin her şey olmadığını gösteriyor. Amerika'da Sundance ve Seattle film festivallerinden ödüllerle çıkan filmin hala dünyanın çeşitli yerlerinden ödül haberleri geliyor.


Greg ve Earl'den Bahsedilen Bölüm
Greg ve yakın arkadaşı Earl, okuldaki diğer tiplerden kendilerini soyutlamış, dışlandıkları için diğerlerini dışladıkları bir düzen kurmuş liseliler. Okul çok saçma bi yer, bitse de gitsek kafasındalar. İyi anlaştıkları bi hocaları var, öğlen yemeğini bile onun odasında yiyolar, yemekhanede kimseyle muhatap olmamak için. Greg'in ilginç sosyolog babasının önceleri zorla izlettiği filmler, Greg ve Earl'ün hobisi olmuş. Klasikleşmiş 80'ler 90'lar sinemasını izleyip izleyip kısa parodilerini çekiyolar.


Rachel'dan Bahsedilen Bölüm
Kanser olduğunu öğrendikten sonra okula gidişlerini seyrelten, iyi niyetli ama çatlak annesiyle ve genellikle arkadaşsız zaman geçiren tatlı kız Rachel. Bi samimiyetleri olmamasıyla beraber annesinin zoruyla ziyaretine gelen Greg'le arkadaş olmaya çalışırlar. Yine muhabbetin tıkandığı bir ara Greg, yaptıkları filmlerden bahseder ve Rachel, o filmlerin bir numaralı hayranı olur. Çünkü başkla kimseye izletmez Greg ve Earl.


Film Tanıtımının Bağlandığı Bölüm
Rachel'ın arkadaşı Madison, Greg'e, Rachel için bir film yapmasını önerir, çok hoşuna gideceğini düşünür.

Filmde sık sık kullanılan, işte, 'vay efendim şu bölüm', 'yok efendim bu bölüm' isimli ayraçlardan bir tutam sunmak istedim. Filmin fragmanında "Juno (2007)'nun Çıktığı Stüdyodan" diyor. Hah, ben de diyorum neyi andırıyor. Hava aynı hava, demek aynı stüdyoda olmasından kaynaklanıyor..

Oyuncular: Thomas Mann, RJ Cyler, Olivia Cooke ve Katherine Hughes.. Yıldızımız Olivia'nın saçlarını gerçekten kesmişler, pisler.. Çok güzel kız, çok başarılı oyunculuk. Hastası oldum efendim.. Filme puanım 8/10

15.12.15
Oku..