Alien BoxSet


'Cumhuriyet Bayramı'nın 89.'su kutlamak amacıyla film izliyeyim dedim. Genelde kutlamalarımı böyle yaparım, kutlama dediğin iyi zaman geçirmek değil midir? 117 dakikalığına günün stresinden sıyrılıp dipsiz bir seriye başladım. Yaratık serisinin ilk filmi olan Ridley Scott yönetimindeki Alien (1979), korku / bilim-kurgu türünün başarılı örneklerinden biri olarak gösterilir ve imdb.com'un en iyi 250 filminin arasında 40. sırada yer alır. Film en iyi efekt Oscar'ını da kazanmıştır 1980 senesinde.


Filme büyük bir şevkle başlayıp, biraz hayal kırıklığıyla bitirdim. Ne bekledim bilmiyorum çünkü zaten korku filmi sevmem ama bu film de zaten korku filminden çok gerilim havasındaydı; bilim-kurgusunun yanında tabii. Bir uzay mekiği ticari bir görevle boşlukta dolanırken, uzayda bir yerlerden sinyal alırlar ve prosedür gereği -belki yardıma ihtiyacı olan başka bir uzay gemisidir diye- neler olduğunu öğrenmek için belirlenen yeni rotayı takip ederler. Dünya dışı bir varlıkla çok hoş olmayan bir tanışma ve kaynaşma seyrinden sonra ucu açık bir şekilde film biter.

Devam filmi Aliens (1986)'in hikayesinin uzun bir aradan sonra ve başkası tarafından yazıldığını düşünürsek filmin senaristi ve hikayenin yaratıcısı Dan O'Bannon'ın neden Alien (1979)'i böyle bir sonla filmi bitirdiğini anlamak güç. Yani ''Nasıl olsa başkaları devam eder bu hikayeye, sonunu açık bırakalım da çok zorlanmasınlar bağlarken'' dediyse büyük adammış.


Ridley Scott'ın yönettiği serinin ilk filmine kaldığı yerden devam eden yönetmen James Cameron oluyor. Hikayede, Ellen Ripley'nin uzayda salınımı elli küsur yıl sürmüş ve tesadüfen bulunup incelemeler için şirketin kontrolünde bir uzay gemisine alınmıştır. Şirket kaybolan mürettebatı unutmuş, geçen film kahramanlarımızın yaratıkla karşılaştığı gezegene koloni kurmuş ve koloniyle irtibatı kesilmiştir. Ripley'nin de anlattıkları doğrultusunda askeri bir timle olaya müdahale etmeye gidilir ve danışman olarak da Ripley'i yanlarında götürmeye ikna ederler. Vardıklarında koloniden sadece küçük bir kız kalmıştır ve Alien kendi sistemini kurmuş Aliens olmuştur.

İlk filme göre daha aksiyon bir türe bürünmüş konusu; askerler, silahlar, alevler derken gayet güzel bir film yapmış Cameron. İlk filme göre daha çok beğendim bunu, üstelik Cameron, Avatar (2009) filminde kullandığı makinanın prototipini bu filmde kullanmış taa ne zamandan; görünce bi sevindim. Ayrıca iki filmdir Ripley karakteriyle baş rolü üstlenen Sigourner Weaver da Avatar (2009)'dan hatırlayacağımız bir yüz. Yine ayrıca, iki filmde de yer yer kilotla dolaşıyor; kendi modasını yaratmış kadın.


Scott'ın başlayıp Cameron'ın devam ettiği yaratıık filmlerini Fincher uzatıyor. Alien³ (1992) diğerlerinden daha kötü bir film değil. Zaten uzatıyor derken de kötü anlamda değil. İkinci filmin 6 yıl sonrasında gelen bu devam filminde de başrolde Sigourney Weaver devam ediyor Ripley rolüyle. En son yaratıklardan kurtulup, ufak kızla teğmeni kurtarıp atlamışlardı gemiye; bu film gemiden ayrılan kapsülün bir hapishanenin yakınlarına düşmesiyle başlıyor. Ripley hariç herkesin öldüğü kapsül hapishane doktoru tarafından bulunuyor ve Ripley'ye kurtarma gemisi gelene kadar da orda sığınma izni veriliyor. Ama Ripley tabii ki eli boş gelmemiş.. Yaratık tehlikesi buraya taşınmış oluyor. Ve kötü kalpli şirketimiz yine yaratığın incelenmesi için çabalıyor.


Filmin önemli özelliklerinden biri, yönetmeni David Fincher'ın ilk uzun metraj sinema filmi olması. Konuyla ilgili denk geldiğim röportajlarında hep hayallerden bahsediyor, "hayranı olduğum yönetmenlerin hayranı olduğum filmlerine devam filmi çekerek başladım kariyerime" diyor. Duygusal. Bu arada seri boyunca yaratığın en belirgin olarak gösterildiği ilk film de bu; ilk filmlerde düşünülen yaratık tipi biraz daha geliştirilmiş sanki.. Ayaklı mayaklı bir yaratık..


İlk filmden, nereden baksan 250 yıl sonra.. Alien: Resurrection (1997).. Ne yalan söyliyim serinin en sevdiğim filmi bu. Üçüncü filmde Ripley kendini ateşlere atmıştı. Artık bitti dedik yani ama Ripley'nin DNA'sıyla kopyalama teknolojisi güçlerini birleştirmiş ve içindeki yaratıkla Ripley yeniden  yaratılmış (Bir sürü istenmeyen sonuçla beraber). Tabii ki kötü kalpli şirketimizin başının altından çıkan bu yaratığı inceleme merakı çok ağır sonuçlar doğuracaktır. Bu sefer atraksiyona misafir bir grup katılır. İlk defa çok insanlı bir Alien kadrosu..

Önceki filmde Ripley'e tecavüz eden yaratık, insan sistemini kendine adapte edip normal doğumla çoğalmaya başlar. Ayrıca iki ayağı üstünde durma yeteneği olan yeni yaratık insan formuna yakın çizilmiş. Son iki filmdir gelişen teknolojiyle yaratığı daha ayrıntılı seyirciye sunmaya başladıkları görülüyor, önceki filmlerin korku-gerilim unsurları biraz da yaratığı göremememizden kaynaklanıyordu. Bu filme bir kaç ince espri de yerleştirilmiş, biraz zorlama da olsa havayı yumuşatmış en azından. En güzel yanı da dünyada bitiyor film.

Filmi, bundan 4 sene sonra Le Fabuleux Destin d'Amelie Poulain (2001)'ı yönetecek olan Fransız yönetmen Jean-Pierre Jeunet çekmiş. Bu filmin kadrosunda Sigourney Weaver'ın yanında Ron Perlman, Winona Ryder ve yönetmenin yurttaşı Dominique Pinon bulunuyor.



Sinema tarihi bunun gibi tutulmuş hikayelerin devam filmleriyle doludur. Örneğin, Cameron'ın Predator Serisi yine dünya dışı bir varlıkla kurgulanmış, distopik bir hikayedir. Predator (1987) ve Predator 2 (1990)'den sonra popüler bu iki türü savaştırmaya karar veriyorlar. AVP: Alien vs. Predator (2004) ve AVPR: Aliens vs. Predator - Requiem (2007) gibi iki vasat film yapıyorlar...


Aradan uzun bir zaman geçtikten sonra Ridley Scott, Alien'larına geri dönmek istiyor. Olayı başa sarıyor, en öncesine gidiyor. Prometheus (2012), kürtaj sahnesiyle aklımdan çıkmayacak bir film oluyor. Noomi Rapace, Michael Fassbender, Charlize Theron, Idris Alba ve Guy Pearce gibi isimlerle seri devam ediyor. Hem teknolojinin gelişmesi bu tarz filmlerin daha görsel tatmin içeriği sunmasına imkan verdiği için hem de Ridley Scott'un tekrar işin başına geçme isteği olumlu sonuçlar veriyor.

17.01.14

Scott bu sefer hikayenin peşini bırakmıyor; Alien: Covenant (2017) ise Prometheus (2012)'un devamı olarak, tıpkı ilk filmde olduğu gibi tesadüfen alınan bir sinyalle kontrol amaçlı inilen bir gezegende yaratıklarla karşılaşmayı anlatıyor. Hikaye, Elizabeth Shaw'un yaşadığı olaylardan yıllar sonra da, 2104 senesinde geçiyor. Çok bayıldığım filmler değil ama belirli bir seyir zevki sunan işler..


2019 senesine gelindiğinde ilk film Alien (1979)'ın 40. yılı vesilesiyle, altı yönetmenden altı kısa film geliyor. Yaklaşık 10'ar dakikalık bu kısa filmler, o dünyaya ait olanlar için, Alien hayranları için güzel bir hareket olarak karşımızda. Alien hayranı olmak doğru değildir tabii de, sonuçta insanlığı yok etmeye çalışan bir yaratıktan bahsediyoruz. Bizi yok etmek isteyen şeylere zaaflarımız olsa da hayranlık duymayız genelde.. Alien filmlerine hayran olanlar diye düzelteyim..


güncelleme 19 Temmuz 2020
Oku..

Red Dawn (1984)


Kevin Reynolds'ın hikayesini John Milius senaryoya döküp filme çekmiş. Kurgusal bir 3. Dünya Savaşı izliyoruz. Küba, Kamboçya ve Sovyetler birleşip Birleşik Devletlere dalmışlar. Kasabalarına yapılan saldırıdan kaçıp kayalıklara sığınan bir grup genç, yakınlarının öldürülmesinden aldıkları gazla bir eşkiya timi kurarlar; direnişe geçerler. Kendilerine, dilimizde 'kutup porsuğu' karşılığı olan Wolverine'ler derler. Liderleri Jed rolünde Patrick Swayze, gruptaki kızlardan biri olan Erica rolünde Lea Thompson ve gruptaki diğer kız Toni rolüyle Jennifer Grey'i izliyoruz. Bundan 3 yıl sonra Grey ve Swayze'yi Dirty Dancing (1987)' beraber oynuyor. Thompson ise 1985 yılında Geleceğe Dönüş serisine başlıyor ve... bebeğim ya!


Şu an 52 yaşında ve hala çok güzel olan Lea'nın, Red Dawn (1984)'da çok bir rolü yokmuş; bana yetmedi yani zaten çok güzel bir film de değil. Tamam kabul, eski film olduğu için çok güzel efektler yok, beklemiyordum da zaten ama hikaye bile sıkıcı yani.


O zaman ki savaş filmlerinden beğendiklerimizi bir de şimdinin teknolojisiyle çekseler dediğimiz oluyordur zaman zaman. Bunda da bir ışık görmüşler demek ki, tekrar çekildi ilk yönetmenliğini yapan Dan Bradley tarafından, önümüzdeki ay vizyona girmesi bekleniyor. Red Dawn (2012)'de, Jed'i Chris Hemsworth, Toni'yi Adrianne Palicki ve Erica'yı Isabel Lucas oynayacakmış.


27.10.2012
Oku..

Poupoupidou (2011)


Isereli* yönetmen Gerald Hustache-Mathieu'nun senaryosuna da katkıda bulunduğu Poupoupidou (2011), roman yazarı David Rousseau (Jean-Paul Rouve)'nun kıytırıktan bir miras davası için epey yol geldiği İsveç sınırında bir Fransız kasabasında geçen bir intihar olayı üzerine kurulmuş. Yerel bir üne sahip Candice Lecoeur (Sophie Quinton) bir peynir markasının reklam yüzü ve fotomodeldir. Lecoeur, hayatını hayranı olduğu Marilyn Monroe'nunkine benzetir. Lecoeur bir gün intihar eder ve bu, o sırada oralardan geçmekte olan yazarımıza ilham verebilecek bir ölümdür. Araştırmaya başlar.


Film, polisiye-gerilim-romantik gibi pek çok kategoriye girebilir. Yönetmenin çok parası olmadığını, kaza sahnelerinin ustalıkla atlanmasından anlıyoruz. imdb.com puanı 6,5 ama bence daha fazlasını hakkediyor, 7 veriyorum.. 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde gösterilmiş film, hatta yönetmeni de gelmiş; filmin adının nerden geldiğini falan anlatmış ama bulamadım o hikayeyi. Marilyn'in, I Wanna Be Loved By You şarkısında geçiyor 'poupoupidou' ordandır herhalde; n'olcak. Soundtrack'i de güzel, yine bu şarkı.


* Notun Dibi: Yönetmenin memleketi Isere, Fransa'da bir şehir olmasının yanı sıra 'Özgürlük Heykeli'nin Amerika'ya taşındığı geminin adıymış.

25.10.2012
Oku..

Les Jolies Choses (2001)


Virginie Despentes'in romanından uyarlanan Les Jolies Choses (2001), Gilles Paquet-Brenner yönetiminde bir fransız filmidir. Türü dramdır, başroldeki Marion Cotillard, Marie ve Lucie rollerini oynamaktadır.


İkiz kardeşlerden Marie biraz daha içine kapanık, Lucie ise tam bir orospudur. Biraz fazla oldu belki ama hedefine ulaşmak için ne gerekiyorsa yapan tipler vardır ya, öyle biridir işte Lucie. Çocukluğundan beri babasının Marie'yi daha çok sevdiğini düşünüyor, evde yeterli ilgiyi göremeyince de biraz büyüyüp şarkıcı olmak için Paris'e kaçıyor. Şarkıcı olmak için sesi yeterli değil ama iyi çevre yapıyor, şarkıları da sesi daha güzel olan Marie'ye okutup albümden para kazanmayı planlıyorlar. Bir konser için Marie Paris'e gelir, o gece Lucie intihar eder ve Marie de şöhretin tadını çıkarmak için Lucie'nin yerine geçer. Artık Lucie F.'nin geçmişi Marie'nindir.


Sıkıcı bir film olmasının haricinde ilginç bir hikayesi ve Marion Cotillard'ın fena sahneleri var.
imdb.com puanı 5,9. Bir Fransız'dan başka da kimse kurmaz herhalde yukarıdaki gibi bir cümle..

23.10.2012
Oku..

Spider-Man BoxSet


Marvel'in karakter yaratıcıları Stan Lee ve Steve Ditko oturmuşlar, sene 62, çizgi öykü okuyan kesimin kendi yaşlarında bir kahramanı daha çok seveceklerini düşünmüşler. Liseye giden, yine aynı liseden güzel bir kıza aşık ve çok da popüler olmayan bir çocuk düşünülmüş. Biraz da dram ekleyelim deyip anne babayı ortadan kaldırıp amcası ve yengesiyle büyümesini uygun görmüşler.

Bilimsel araştırmalar için DNA'sıyla oynanmış bir örümcek tarafından yanlışlıkla ısırılan Peter Parker'ın artık çok iyi refleksleri, her yüzeye tutunabilmesini sağlayan yapışkan parmakları, bir yerlere fırlatıldığında ona uçma yeteneği sağlayan ağları ve tabii atletik bir vücudu vardır. Amcasının ölümünden kendini sorumlu tutması ve sevdiklerine zarar gelmemesi için kimliğini saklaması karakterin en önemli özelliği olarak belirlenmiştir. Onun için maskesi var. Zaten maskeli bütün kahramanların olayı bu diil mi ya.

En çok tanınan çizgi karakterler bazında Superman, Captain America ve Batman'den sonra -ki onlar kadar eski değildir- Spiderman gelir. Hatta diğerleri dönem dönem popülerliklerini yitirmişlerdir ama Spaydi hep göz önündedir. TV dizileri, çizgi diziler, bilgisayar oyunları, sahne performansları, oyuncakları ve taklitleri hep vardı. The Amazing Spider-Man (1977) de o zamanın şartlarında çekilen bir tv filmiydi. Ama yıllar sonra sinemada kullanılan teknoloji o kadar ilerledi ki, neler gördü bu gözler?!

Şu aşağı sahnedeki öpüşmeyi unutursak yüreğimiz kurusun..


Spider-Man (2002), Spider-Man 2 (2004) ve Spider-Man 3 (2007) Sam Raimi yönetiminde çekilen, Peter Parker karakterini Tobey Maguire'ın oynadığı bir seri filmdir. İlk filmde Green Goblin, ikincide Doc Ock üçüncü filmde ise New Goblin, Sandman ve Venom ile savaş veren Parker'ın aşık olduğu kız Mary Jane'i Kirsten Dunst oynuyor. Seride sekreter Betty Brant'i Elizabeth Banks, Gwen'ini de Bryce Dallas Howard oynuyor.. Bu ilk serinin öne çıkan karakterlerini oynayan diğer isimler ise şöyle: Willem Dafoe, James Franco, J.K. Simmons ve Alfred Molina..

İlk seri dedim çünkü bir süre sonra Marvel Studios, Spider-Man'i baştan anlatmaya karar veriyor..

"Bütün bildikleriniz unutun size yepyeni bir Spider-Man hikayesi anlatıcaz." dediler.. Tabii bende bir önyargı oluştu, zaten güzel gidiyordu ne gerek vardı dedim kendi kendime ama hepsi yeni filmi izleyinceye kadarmış.


Şimdi bambaşka bir hikaye.. Kimisi daha çok sevdi, kimi benim gibi başta çok ısınamadı.. Bu sefer Gwen karakteriyle sevgili oluyor Peter ve daha zıpır bi eleman olarak karşımızda.. The Amazing Spider-Man (2012)'i Marc Webb yönetti, Parker'ı Andrew Garfield ve Gwen Stacy'yi Emma Stone oynadı.

Gwen Stacy karakterini Spider-Man 3 (2007)'ten hatırlayacak olanlarınız vardır. Hani komiserin kızı vardı ya, yeni seride de komiserin kızı tabii ama bu sefer başka.. Peter, Gwen'e aşık ve esas kız Gwen bu seride; onu da Emma oynuyor, hayranlıkla izlettiriyor.

Devam filmi The Amazing Spider-Man 2 (2014) var bir de. Bu filmde Shailene Woodley'i MJ rolünde izliyecektik, Peter, ona aşık olacaktı falan ama olmadı, yok. Bu filmin setinde yaşanan Shailene Woodley anlaşmazlığı da başka bir takım tatsızlıkları doğurmuş. Normalde üçüncü filmi de olacak bu yeni serinin iptaline karar verilmiş neticede. Bu arada yeni serinin seti kurulduğundan beri Andrew Garfield ve Emma Stone sevgililer.. Çok şaşırdık di mi?!


Bu son filmin zamanında pazarlama için kullanılan eğlenceli bir de video filmde oynamışlardı sevgilicek, Saturday Night Live'da gösterilen. Öpüşme sahnesinde ne zorluklar çektiklerini gösteren bir kamera arkası kurgulanmış. Çok keyifli iş çıkmış bence. Buyrun linki..

Bu yeni seri sayesinde Spider-Man'in popülerliği korunmuş olsa da başarısızlıkla sonuçlandığı için hayal kırıklığı yarattığı söylenebilir. Halihazırda devam eden Avengers serisine dahil edilip karizma toparlama ihtiyacı da böylece doğdu belki. Captain America: Civil War (2016)'la yepyeni bir Peter Parker'la tanışıyoruz.

23.10.2012 Güncelleme 01.10.2017
Oku..

Dogville (2003)


Giriş: Danimarkalı aykırı yönetmen Lars von Trier'in yazıp yönettiği filmin başrolünde Nicole Kidman'ı Grace karakterini canlandırırken izliyoruz. Film gibi bu yazı da 9 bölüm ve şu an okuduğunuz 'Giriş'ten oluşsun. Dağ eteğine kurulu Dogville isimli az nüfuslu bir kasabada geçiyor hikaye. Sıkıcı ama sakinlerinin pek şikayetçi olmadığı bu kasabaya mafyadan kaçan Grace'in sığınmasıyla başlar her şey.


1. bölüm; Grace'le tanışma: Tom'un gece vakti sokakta denk geldiği Grace'in hikayesini dinledikten sonra ona yardım etmek istemesi ve diğer kasabalılarla onu tanıştırıyor.


2. bölüm; Grace'e iş aranıyor: Gayet alımlı bir hatun olan Grace'i tanımak için ona tanınan iki haftada kendini kasabalıya sevdiriyor ve bir işe yaradığını gösteriyor.

3. bölüm; Grace kendine hakim olamaz: Başarılı bir 2 hafta geçirmişti, insanlar Grace'i sevmişti ama daha çok sevdikleri kasabalarına yabancı birini alma fikri hala çok sıcak değil ve Grace bunun farkında.



4. bölüm; Dogville'de mutlu günler: Her şeye rağmen kasaba Grace'e alışmıştı, Grace'de burda olmaktan mutluydu. Ama kötü adamlar hala kızın oralarda olabileceğini düşündüklerinden ahali biraz tedirgin.

5. bölüm; 4 temmuz: Kasabalılar ara sıra Grace hakkında toplantı yapıyor ve her seferinde kasabada kalmasına karar veriyorlar, Tom da ona karşı olan aşkını dile getirebiliyor bu sıralar.

6. bölüm; Dogville'in dişleri: Önce çocuklar sonra kasabanın erkekleri sonra da kadınlar.. Yavaş yavaş bütün kasabalı gereğinden fazla iyi olan bu durumdan rahatsız olmaya başlayıp sıkıntı çıkarıyorlar.



7. bölüm; Grace'in sıkıntıları: Kasabalının davranışları sonucunda sessiz sedasız kasabadan kaçmak istemesi ve devam eden olumsuzluklar yaşanır.

8. bölüm; Gerçekler konuşulur: Kasabalı tarafından hiç ummadığı davranışlara maruz kalan ve artık içine atmak istemeyen Grace yaşadıklarını herkese anlatır.

9. bölüm; Beklenen ziyaret: Kasabalı Grace'i kötü adamlara teslim etmeye karar verir. Ama bu çok yanlış bir hamle olacaktır. Gün gelir devran döner, Grace yaşadıklarının etkisiyle intikam vaktinin geldiğini gösterir. Eline geçen güçle büyük bir tiyatro sahnesine kurulu kasabayı yok eder.


Trier'in dengesiz kadın karakterlerinin feministleri ayaklandırdığını okumuştum, kadınlara edilen bir hakaret olarak falan algılanıyormuş, ilginç..

18.10.2012
Oku..

Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak (2004)


Ne zaman sessiz sinema oynansa hep sorulur bu film, yalan mı? Bana mı hep öyle denk geliyor anlamadım ki. Karpuzu tarif edene hemen kabuğundan gemiler yaparım, şimdiye kadar yapmadıysanız da tavsiye ederim. Bir ara bir ortamda denk geldiğim bir sinemacı arkadaşa çok fazla film izlediğimden falan bahsetmiştim hatta Fetih 1453 (2012) fena bulmadığımı söyleyince bir köpürmüştü kendisi "Bir sürü para harcayıp kötü film yapmışlar, biz çok daha az bütçeyle çok daha iyi film yapmıştık" gibi bi'şey demişti. Hangi film diye sorduğumda Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak (2004) demişti. Artık bu filme karşı bir önyargım vardı. Neyse işte denk geldim filme, izledim. Güzel çıktı hakikaten.


İki genç eleman var lise çağlarındalar, köyde yaşıyorlar, köye yakın bir kasabada biri berberin biri karpuzcunun çırağı, ikisi de sinemanın büyüsüne kapılmış. Bunlar kafaya koymuş filmci olacaklar; kasabadaki sinemada gördükleri, ellerinde bir kitap ve hayal güçleriyle sinema makinası yapıp sinemacının çöpünden topladıkları kopmuş filmleri birleştirip oynatıyorlar. Uğraşa uğraşa sonunda gerçeğinin basit bir taklidini yapmayı başarıyorlar da. Bir de tabii aşık oluyor o yaşta insan; ki o daha fena.


Bu iki gencin bazı diyalogları beni benden almayı bırakıp nerelere götürdü anlatsam inanmazsınız. Ama izleyin kesin çok tatlı muhabbetleri var. Filmin yönetmenliğini ve senaristliğini 2009'da kaybettiğimiz Ahmet Uluçay yapmış. Film Kütahya'da çekilmiş sanırım, Dondurmam Gaymak (2006) ağzı hakim filme. imdb.com puanı 7.6 ben de verdim 8. Filmin yapımcısı yazan Diloy Gülün'le tanışmış olabilirim, emin değilim; hatırlıyo gibiyim..

15.10.2012
Oku..

Les Petits Mouchoirs (2010)


Jeux d'enfants (2003)'un Julien'i, Guillaume Canet büyümüş de yönetmenlik de yaparmış, diye düşünmem çok geç değil, yakın zamandaydı. Sonuçta kendisi genç kızların sevgilisi olduğu için, hiç öyle 'başka nerelerde oynamış, aman da nasıl yaparım da bir daha izlerim bu çocuğu' gibi dertlerim olmadı ve araştırmadım. Jeux d'enfants (2003)'da rol arkadaşı Marion Cottillard'ın peşindeydim ben; Marion'un oynadığı filmlere bakarken seçtiğim bir filmdi. Ama pişman olmadım, güzel filmdi. Canet'nin de yönettiği üçüncü uzun metraj filmmiş bu.
(Jeux d'enfants, Ju Defan; Canet de Kane diye okunuyor)



Doktorundan aktörüne, kızlı erkekli, evli bekar bir arkadaş grubu var. Grupta bi' tane zengin var; her sene onun yazlığına gidiyorlar tatile. Hem hep beraber olunca daha eğlenceli zaman geçiriyorlar. Gerçi doktor olan Vincent (Benoit Magimel), yazlığın sahibi Max'e (François Cluzet) ilginç bir sevgi gösterisinde bulununca biraz kafaları karıştırıyor. Sonraki gün arkadaşlarından birinin trafik kazası geçirdiği haberiyle hastanede toplanıyorlar, komadaki arkadaşlarını ziyaret ediyorlar. Tam da tatile çıkacakları günün öncesi gelişen bu olayla moraller bozuluyor ama üzülmenin bir faydası olmadığı fikrinde karar kılıp zaten yoğun bakımda olduğu için yanında duramadıkları Ludo'ya (Jean Dujardin) çabuk iyileşmesi için dua edip planladıkları tatile çıkıyorlar.


Film, çok Fransız filmi gibi değil. Baya Hollywood havası aldım ben; hikayesi olsun, karakterler olsun.. Renkler bile farklıydı izlediğim diğer Fransız filmlerinden. Filme giriş yaptığı plansekansı görülmeye değer; her ne kadar başka filmleri çağrıştırsa da, her ne kadar tahmin edilebilir bir plan sonu olsa da. Gerçi ben 'Fransız filmi izliyorum kesin böyle bir plana absürt bir son hazırlanmıştır' diye izledim ve klişe görünce bir şaşırdım. Sonuç olarak şaşırdım yani şaşırtmayı başardı bir şekilde. Tavsiye edilir mi? Edilir. Ayrıca zaten Marion olduğu için bile izlenir sadece. imdb.com puanı 7.0


15.10.2012
Oku..

I'm Not There (2007)


Baba tarafından bi'kaç kuşak gidince aslen Trabzonlu ama Amerika'nın Minnesota'sında doğup büyüyen sonra kendini yollara vuran bir rock, folk, country, blues, gospel sanatçısıdır. Yaptığı şarkılarla hep birilerini kızdırmayı başardığı söylenir. Hep kendi dertlerinden yakınır; nasıl halk sanatçısı bu dersiniz hatta ama o hiç ünlü gibi yaşamaz hep halkın içindedir. Mesela, 'içtiğim su çok kötü, havalarda soğudu' falan derken aslında herkesin derdini dile getirir. Çok kötü örnek oldu.


Sıradışı biyografi olarak literatüre geçen bir film bu. Hani bir adam vardır herkes başka anlatır; aynen öyle olmuş. Ben Whishaw, Christian Bale, Richard Gere, Marcus Carl Franklin, Heath Ledger ve hatta Cate Blanchett, Bob Dylan'ın hayatının farklı dönemlerini farklı karakterlerle oynuyor. Yani filmde bir tane Bob Dylan yok; hatta filmde hiç Bob Dylan yok. Filmde isminin geçtiğini hatırlamıyorum, afişinde yazıyordu. Farklı karakterler olduğu için isimler de farklı hep. Bir dönem fena hippi, bir dönem kendini dine vermiş kilise şarkıcısı modunda, gün gelmiş ünü tavan yapmış gazetecilerden kaçıyor, başka bir döneminde çocuklarının babası karısının eski kocası..


Biyografik filmler içinde alışılmış bir örnek değil, ki olmasın da zaten. Sinemayı sevmemizin bir sebebi de ezber bozması değil midir? imdb.com puanı 6.9 olan filmin yönetmenliğini Todd Haynes yapmış.

Filmde yer alıp da Dylan'ı oynamayan güzel oyuncular da var: Michelle Williams, Kristen Hager, Charlotte Gainsbourg ve Julianne Moore..

14.10.2012
Oku..

Indiana Jones BoxSet


Tam adı Dr. Henry Walton Indiana Jones Jr. olan araştırmacı aksiyoncu arkeolog karakteri ve hikayesini George Lucas ortaya çıkarmıştır. Star Wars efsanesini de bu adam yaratmıştı hatırlayın.. Daha sonra senaryo hazırlanmış ve ismi Raiders of the Lost Ark (1981) olarak belirlenen filmi çekmesi için Jaws (1975)'ın yönetmeni Steven Spielberg'e verilmiş. Lucas'ın yapımcılığında filme başrol olarak ilk düşünülen isim Tom Selleck olmuş ancak o sıralar Selleck'in daha önemli işleri varmış demek ki bu klasikleşecek rolü Harrison Ford'a kaptırırken gözünü bile kırpmamış. Bu ilk filmin hikayesi, sınırsız bir güce sahip olmak isteyen Nazilerin, 'kutsal sandığın' peşine düşmesidir.

Film gişede dünyanın parasını kazanınca, başladı çalışmalar ama sırf kaymağını yemek için bi'şeyler yapmak için yapmadılar devam filmi Indiana Jones and the Temple Doom (1984)'u. Üç sene çalışan ekip Jones'un, Şangay'da özel güçleri olan kocaman elmasların peşine düşmesini konu ediniyor. Sonraki film Indiana Jones and the Last Crusade (1989), Jones'un küçüklüğünden bir kesitle başlıyor; henüz ilköğretim yaşlarındayken izci olan Jones Jr. sınıfça yapılan bir gezi sırasında bir anda kendini sınıftan ayrı, tarihi eser kaçakçılarıyla savaşırken bulur ve daha o yaşlardan nasıl biri olacağını gösterir. Babası Prof. Henry Jones yine arkeologtur ama oğlu kadar maceraperest değildir; yaptığı bir araştırma sırasında kendini maceranın içinde bulur ve oğlunu da bu maceraya dahil eder. Babasını Sean Connery'nin oynadığı bu film, serideki favorimdir; üstelik film 1938 İskenderun'unda, Hatay Cumhuriyeti'nde geçmektedir.

90'larda fırtına gibi esmeye devam eden Indiana Jones'un tv dizileri, bilgisayar oyunları, çizgi romanları, tişörtleri, kamçıları vesaireleri her yerdeydi. Şapkası ve kamçısıyla tanınan kahramanımızın modası geçmek üzereydi ki Spielberg, Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull (2008)'ı çekti yaklaşık 20 yıl aradan sonra. Jones'un bu sefer ki rakibi Cate Blanchett'in oynadığı Irina Spalko idi. Ve bu sene Spielberg'in çalışmaları arasında 'Indiana Jones 5' başlığını görüyoruz ve başrolde hala Harrison Ford var. Otuz küsür yıllık efsane devam edecek..

10.10.2012
Oku..

To Rome With Love (2012)


Woody Allen'ın Avrupa filmlerinin son ayağı olarak bildiğimiz, ilk önce nisan ayında İtalyan seyircilere sunulan film tam bir festival filmi. Kalbur üstü ülkelerde sırayla vizyona girdikten sonra ekim başı itibariyle biz de izleyebildik; sonunda.


Klasik Woody Allen harfleriyle yazılan jeneriği klasik İtalyan müzikleri eşliğinde izliyoruz ve film diyor ki gelin size Roma sokaklarında gezinen aşk hikayelerinden bi'kaçını anlatalım.

Allen, Jerry rolüyle karşımıza çıkıyor - oyunculuğa verdiği uzun bir aradan sonra. Allen, kızı Hayley'nin tatile geldiği Roma'da, Michelangelo isimli İtalyan'la tanışması ve kaynaşması üzerine, ailesiyle tanışmak için karısıyla Roma'ya gelen Amerikalı emekli müzik yapımcısını oynuyor. Kızı Hayley ise Midnight in Paris (2011)'in Zelda Fitzgerald'ı Alison Pill.

Diğer hikayelerde kadroya renk katan isimler arasında Penelope Cruz, Alec Baldwin, Jesse Eisenberg ve Ellen Page yer almakta. Karakter çeşitliliğiyle dikkat çeken filmde dünya üzerinde en arzulanan kadından tut, dünyanın en iyi duşta şarkı söyleyenine, dünyanın en anlamsız meşhuruna kadar pek çok tip var.


Film boyunca kulağa tanıdık gelen İtalyan klasikleri caz enstrümanlarıyla çalınmış ve filme öyle güzel yerleştirilmiş ki bu kadar olur yani. Zaten Allen'ın bu filmin müziklerine önem verdiğini okumuştum bir söyleşisinde, hatta filme verdiği ilk isim Bop Decameron'muş (Müzikle veya müzik tarihiyle ilgili açıklaması olan bir isim). Daha sonra Reno Fiddled yaptığı film ismini son olarak To Rome With Love olarak değiştirip vizyona öyle sokmuş.


Alessandro Tiberi, Faruk Alatan (küçük de bir rolü olan filmin Türk yapımcısı) ve Penelope Cruz

Alessandra Mastronardi, Grera Gerwig ve Woody Allen

Her filminde olduğundan daha çok güzel kız kullanmış olması dikkat çekiyor. Alison Pill ilk bebişimiz, Roma'da salınan bir turisti oynuyor.. İkinci güzelimiz Roma'da okuyan bir öğrenciyi oynayan Greta Gerwig, kendisi erkek arkadaşını -kendi elleriyle- üçüncü şekerimiz olan Ellen Page'in oynadığı çılgın aktris arkadaşına kaptırıyor. Bir diğer tatlı kız rolünde Alessandra Mastronardi'yi izliyoruz, o da çılgın bir hikayenin içinde kocasını Penelope Cruz'un kollarına bırakıyor.

Filmin imdb.com puanı 6,6 benim puanım 7..

09.10.2012
Oku..

Sofia Coppola Sineması


Sinema için doğmuş, film setlerinde büyümüş, zaman içinde seyircilerine çok güzel dünyalar kurmuş, sunmuş bir hanımefendi kendisi.. İsminin altında ezilecek olması çok normalken imkansızı başarıp kendi markasını yaratmış bir sinemacı.. Sadece Coppola değil, Sofia Coppola olarak bilinebilmiş, dünya tatlısı bir kadın..

Mayıs 71 doğumlu Sofia, henüz bebekken babasını efsane yapacak filmin setindeymiş; filmografisinde en altta The Godfather (1972) kadrosunda ismi geçer, yürümeye başladığından beri de setlerin maskotu gibi her yere girer çıkar, çeşitli filmlerde rol de yazarlar kendisine, Domino takma adıyla birkaç filmde yer alır. Woody Allen, Martin Scorsese ve babası Francis Ford Coppola'nın bir araya gelerek yapacakları üç parçalı New York Stories (1989) filminde, babasına hikaye konusunda destek verince, adı yazar kadrosunda geçer. 98'deki kısa filminden sonra, Hollywood'un bereketli senesi 99'da ise ilk sinema filmini yazar ve yönetir. Aynı sene, yine sinemacı Spike Jonze ile 4 sene sürdürebilecekleri bir evliliğe kalkışırlar. Jonze de o sene Being John Malkovich (1999)'i yönetmiştir -- Bunlar nasıl insanlar ya..


Bir de bendeki hikayeye bak.. Sene 2008'di hiç unutmam, arkadaşımla film izliyoruz, filmi de Scarlett Johansson oynuyor diye seçmişiz; ama film öyle sakin, öyle güzel bir film ki bittiğinde hayatımda izlediğim en güzel film diye düşündüm, bittiğine çok üzüldük. Lost in Translation (2003), iki gün sürse yine izlerim, öyle bir havası var, kötü alışkanlık gibi, uyuşturucu gibi bir film. Müzikleriyle, karakterlerin diyalogları, girip çıktıkları ortamlar, hiçbir şey normal değil ama o kadar gerçek geliyor ki... 

Filmlerle teknik olarak ilgilenmeye başlayınca, daha doğrusu filmlerin yazarını, yönetmenini, görüntü yönetmenini falan takip etmeye başlayınca, bu dünya tatlısı filmin Sofia Coppola'ya ait olduğunu gördüm. Doğal olarak hanımefendi radarıma girdi ve filmografisini silkelemeye başladım. Bu arada Lost in Translation (2003) herkesin en beğendiği filmlerdendir; Oscar'da, En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo ve Bill Murray için En İyi Oyuncu adaylıkları açıklanıp sadece senaryo ödülü verilmiş. Ki o sene en iyi film seçilen de bir devam filmi, Yüzüklerin Efendisi'nin 3. filmi, o kadar iyi film olsa serisinin ilki olur zaten asdfghj.. Buradan da Yüzüklerin Efendisi hayranı olmadığımı anlamışsınızdır..


Nicolas Cage'in de kuzeni olan Sofia, ciddi anlamda yönetmenlik kariyeri başlayana kadar kamera önüne geçmekten pek çekinmemiş, The Godfather: Part III (1990)'deki performansı beğenilmemiş olmasına karşın, günümüzde dedikoduları dolaşan olası bir Part IV'te baş rol olarak kamera karşısına geçer mi acaba diye konuşulmuyor değil, hatta bazen de Part IV'ü yönetse ya diye hayaller kuruluyor ama ben şimdiye kadarki filmlerini şuraya yazayım siz karar verin bu kıza mafya filmi yakışır mı, yakışmaz mı?!

The Virgin Suicides (1990)
Lost in Translation (2003)
Marie Antoinette (2006)
Somewhere (2010)
A Very Murray Christmas (2015)
On the Rocks (2020)


Neyse ben Sofia'nın yönettiği filmler listesinden başladım izlemeye; Marie Antoinette (2006)'yi izledim, Kirsten Dunst oynuyor baş rolde. "Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler", sözüyle bilinen Fransız Kraliçesinin biyografisini, daha doğrusunu hayatından bir bölümü Sofia'nın gözünden izlemek isterseniz buyurun ama biraz sıkıcı bir film, uyarımı yapayım da, her filmi efsane değil sonuçta hanımefendinin.. Bu arada Dunst, önceden The Virgin Suicides (1990)'de oynamıştı, onu buldum izledim. Baskıcı annelerinin gölgesinde büyüyen beş kız kardeşin hikayesi anlatılıyor. 

Sofia'nın kariyerine baktığımızda yönettiği filmlerin senaryosunun kendisine ait olduğunu görüyoruz, bununla birlikte iki filmini bi romandan uyarladığını, bir filmini bir gazete makalesinden esinlendiğini, bir filminin de tarihi bir karakterin biyografisi olduğunundan yola çıkarak üç filminin pür-i pak zihninin kıvrımlarından önümüze süzüldüğünü uydurup en sevdiğim filmlerinin de bu üçü olduğunu düşünmeden edemiyorum.

The Virgin Suicides (1990), Jeffrey Eugenides'in; The Beguiled (2017) ise Thomas Cullinan'ın romanlarından uyarlanmış. The Bling Ring (2013), Nancy Jo Sales'in Vanity Fair'de yayımlanan bir makalesinden ilham alınarak, makalede bahsedilen konu üzerine kurulmuş. Marie Antoinette (2006) de Marie Antoinette zaten... Lost in Translation (2003) ve Somewhere (2010) ve On the Rocks (2020) otörlüktür, hem yazıp, hem yönetip, hem aklımızı almaktır. Bütün mesele görsel ve işitsel tekniklerle ekranda başka bir dünya yaratmaksa bunlar onlardır; diğerlerini de izleyince aynı beynin mahsulü olduğunu anlıyorsunuz o ayrı ama karakterler başka bir gezegenden gelmiş oluyorlar işte..

Somewhere (2010) için de izlerken bitmese keşke dedim, sevdim o dünyayı, orada yaşayalım işte, devam etsin.. Gerçi sonunu pek anlamadım, bitmese daha iyiydi gerçekten. Ama film boyunca çok güzel bir hava vardı, film boyunca çok eğlendim diyemiyorum ama yaşarım yani o dünyada, öyle bir etki!. Hikaye, önce ünlü bir oyuncunun yalnızlığını gösteriyor, sonra küçük kızıyla ilişkisini. Mesela o baba-kız hikayesi ayrıca görülmeye değer, çok sevimliydiler. 


Bu arada hiç adını anmadığım, A Very Murray Christmas (2015) var; Bill Murray'nin mi Sofia'ya, Sofia'nın mı Bill Murray'ye kıyağıdır anlaşılmayan, birinin birine ayıp olmasın diye yaptığı bir film, zamanında Netflix'e Xmas döneminde hareket getirmesi için hazırlanan bu film, aslında tatlı olabilirmiş ama çok isteksiz yapılmış gibi duruyor.. Bu zoraki filmin telafisi 5 sene sonra geliyor, ikili bu sefer pandemi mecburiyetiyle pek alternatifi olmadığından Netflix yapımı olan On the Rocks (2020) için bir araya geliyor. 


Çılgın babasının uslu kızı, iki çocuk büyütürken hayatta kalmaya çalışan modern bir annedir. Birçok yapımda 3-4 saniyelik rolleriyle aklımda kalan Rashida Jones bu sefer baş rolde. Laura, işkolik eşi, dünya tatlısı iki çocuğu ve üzerinde çalıştığı romanıyla cebelleşirken, kart zampara babası Paris tatilinden dönmüş, bir sonraki seyahatine kadarki boşluğunda kızını görmeye gelmiştir. Laura eşinin onu aldattığından şüpheleniyor gibi olurken babası hemen olaya el atıyor ve dedektiflik macerası başlıyor. Yine tatlı bir dünyanın içinde hayal edilmiş çok tatlı karakterler.. Kesinlikle Lost in Translation (2003) ve Somewhere (2010)'den iyi olamıyor ama yine çok değerli bir film izliyoruz.

06.10.2012 güncelleme Aralık 2020
Oku..